Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Haziran 2024 Salı

Neyzen Tevfik ve "HİÇ"lik...


Neyzen Tevfik genellikle Hocapaşa Camii’nin tabutluğuna gidip bir tabutun kapağını kaldırarak içine girip kapağını üzerine örterek rahat rahat uyuyan bir şair, yazar, hiciv ustası ve taşlama ustası, ney sanatçısı, bestekâr, sinema oyuncusu, felsefeci...kimine göre deli kimine göre veli bir şahsiyet. 1789 da Samsun'lu öğretmen babanın oğlu olarak Bodrum'da dünyaya gelir, çocukluk çağlarında babanın tayini nedeniyle İzmir'e taşınırlar, o yaşlarda sara hastalığı nöbetleri başlar, İstanbul'a tedavi için gider....

Tevfik’in çocukluk yıllarına dair unutamadığı bir olay sırıklar üzerine geçirilmiş insan kafalarını gördüğü gündür. Davul, zurna seslerinden çok hoşlanan Tevfik seslere doğru yöneldiğinde sırıklar üzerine geçirilmiş olan insan başlarını görür ve gördüklerinden çok etkilenir. Dediklerine göre kafası kesilen kişiler eşkiyadır ve masum insanların ölmelerine sebep olmuşlardır. Galeyana gelen halk da bu eşkıyaları jandarmanın elinden almış ve cezalarını vermiştir. İbreti âlem için de bu şekilde sokaklarda teşhir etmişlerdir. Tevfik, bu vahim olayı hayatının sonuna kadar unutamayacaktır. Gördüğü dehşet verici manzara çocuk gönlünde kapanması zor yaralar açmıştır. Kafalardan sızan kanlar, pörtlemiş gözler… Çocuk Tevfik sürekli olarak bunları düşünmektedir. O günün akşamı yoğun titremeler eşliğinde vücudu sarsılır. Annesi de babası da çok üzülmüşlerdir ancak olan olmuştur. Zaman zaman konuşmalarında kafasındaki bir tahtanın o gün yerinden oynadığından ve bir daha yerine oturmadığından bahsedecektir.

Tevfik özgür bir ruha sahiptir, başıboş gezmekten hoşlanır. Aklı, fikri babasıyla dinlediği Tepecik Kahvesi’nde dervişlerin üflediği Ney adlı müzik âletindedir. Bodrumda çocukken gittiği kıraathanedeki neyzenlerden etkilenir ve ney üflemeye başlar. İzmir'de ve Istanbul'da mevlevihaneye ney ve muhabbet içün takılmaya başlar, orada bir çok entellektüel ile tanışır...Tokadîzâde Şekib Bey, Tevfik Nevzat, Şair Eşref, Ruhi Baba, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Tanburi Cemil, Yunus Nadi, Udi Nevres, Hacı Arif Bey, Şair Şeyh Vasfi, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci tanıştığı ve görüştüğü yazar ve şairlerlerdir.
Mehmet Âkif ile dostlukları vardır, Şair Eşref'ten de etkilenmiştir ve onun ile Mısır'a gider bir süre orda yaşar, tekrar İstanbul'a döner...

Mısır’da Kahire’de beş parasız sokakta kalmış, bir Bektaşi tekkesine sığınmıştur Neyzen. Ağzında ekmek olan bir köpek gelir yanına. Ve Neyzen açlığın tesiriyle köpeğin ağzından ekmeği kapıverir. Fakat sonra dayanamaz ve ekmeğin yarısını köpeğe iade eder. Neyzen diyorki, "herhalde köpek aramızda bir fark olmadığını düşünmüş olacak ki korkuyu atlattı ve ekmeği yemeye başladı" İşte yarı kavga yarı lokma paylaşmak suretinde başlayan köpeği ile olan bu ilişki çok sadık ve sağlam bir dostluğun temeli olmuş. Neyzen köpeğin adını da Ashab-ı kehf’ten yani yedi uyuyanlardan birinin adı olan Mernuş koymuş ve köpeğini ölene dek yanından hiç ayırmamış. Mernuş ölünce yazdığı şiir:

MERNUŞ (*)
Bu engin ayrılık canıma yetti, 
Başımdan aşıyor kederim Mernuş. 
Bu yolda yazılmış ferman-ı kaza, 
Bunu da gösterdi kaderim Mernuş.

Bağlanmıştım bütün kalbimle sana, 
Şu fani cihanı okuttun bana. 
Sen göçtükten sonra ben yana yana
 Hicranla gözyaşı dökerim Mernuş. 

Bu yolda cahilim, bildiğim kısa, 
Sen girdin toprağa ben düştüm yasa. 
Haklı haksız hatırını kırdımsa 
Affet günahımı, beşerim Mernuş! 
(*)Azâb-ı Mukaddes kitabı, S. 193. 
 

Ardında Hiç Azab-ı Mukaddes gibi kitaplar, Nihavent Saz Semaisi, Şehnazbuselik Saz Semaisi gibi besteler,  taksim kayıtları taş plaklar bırakarak 1953'te "hiç"likten "hep"liğe irtihâl eylemiştir...
Dünya malına zerre tamahı yoktur. Kimseye minneti de yoktur.
“Dünyanın en yüksek tahtına da çıksan yine aynı ....(kabalarının üstüne)'nün oturacaksın” der.

İyi kalpli bir genç, bir gün Neyzen'in parasız pulsuz gezdiğini bildiğinden ona para vermek ister, ama onun dillere destan hazır cevaplılığı da gözünü korkutmaktadır ve parayı neyzenin arkasından yere atarak "Neyzen paran düşmüş" der. Neyzen'in cevabı müthiştir: "O düşen benim param değil, zaten bende para ne gezer, o düşen senin altın kalbindir."

Kıvır kıvır beyaz saçlı, harita yüzlü Neyzen ara sıra en olmayacak şeylere sinirlenir, homurdanır;
"Getirin elbisemi; çıkar, kaçarım burdan da ha!.. Kimse beni tutamaz!.. Bu dünyadan da kaçarım ha!.. Adam gibi eşit davranın insanlara!.." der...

Geçmiş günlere yananlara şöyle seslenir:
“Geçen gençlik günlerine yanmayan yok gibidir, bense bakar geçerim. Yoku vara varı hiçe gömerek, her solukta bir gam yakar geçerim.”

İlk çıkardığı şiir kitabına da “Hiç” adını vermiştir. 
Kendisine memuriyet teklif eden Talat Paşa’ya "memur olunca sonunda ne olacağım" diye sorar.
Talat Paşa memuriyet silsilelerini bir bir saydıktan sonra son kademeye gelir ve en son kademeyi şöyle söyler: "Hiç"
Neyzen, Paşaya döner ve şöyle der: 
İşte ben bugün de hiçim !

1940’lı yıllarda Bakırköy Akıl Hastanesi’nde 21 numaralı koğuş O’na ayrılır. Hem doktoru hem de dostudur ünlü sinir uzmanı Dr. Mazhar Osman. İstediği zaman gider kalır sonra canı istediğinde çıkar.

Gençliğinde hem Mevlevi hem de Bektaşi dergâhlarında kalmış olan Neyzen buradaki pek çok kişiden de feyz almıştır. Ancak hiçbir tarike bağlı kalmamıştır.

Öyle ki; İstanbul’a medrese eğitimi için geldiği yıllarda sarık ve cübbe taşımadığı için medreseden; ardından da mevlevihaneden kovulur.

Savaş vurguncularından birinin dedikodusu yapılmaktadır. “Tonla parası var… Herifin bir eli yağda bir eli balda… Nereye gitse hemen yol açıyorlar!” diye.
Neyzen “Gerçekten kenara çekiliyor mu herkes? ” diye sorar, “Çekiliyor” cevabını alınca; “Demek cebindeki pisliğe bulaşmak istemiyorlar…” diye yapıştırır cevabı.

Bir gün Neyzen’e sorarlar: “Neyzen, sen çalarken mi neşelenirsin yoksa neşeli olduğun zaman mı çalarsın?” 

Maliye Bakanı hakkında yolsuzluk dedikodularının dolaştığı bir dönemdir.

Neyzen: “Maliye Vekili değilim ki çalarken zevk alayım” der.

İkinci Meşrutiyet döneminde nazırlığa getirilen bir zat çok geçmeden yeğeninin vali olarak atanmasını sağlar.

Karşılaştıklarında Neyzen: “Maşallah kardeşinizin oğlu tıpkı fasulyeye benziyor.” deyince, adam: “Genç yaşta vali oldu neden fasulyeye benzesin? ” diye sorar.

Neyzen de verir cevabı: “İşte ben de onun için benzetiyorum ya, fasulye de sırığa sarılarak büyür.”

Basın çevrelerinde tanınmış bir hanım, Neyzen'le karşılaşınca, "aşk olsun, benim için aşifte filan gibi sözler söylemişsiniz?"  diye sitem eder,  Neyzen elini başından sinek kovalar gibi sallar; "hanım, sen beni tanımıyorsun, ben herkesin bildiği şeyleri söylemem" der.

Hayatı yoksullukla geçmiş  yüreği insan sevgisiyle dolu, dünya malına hiç değer vermeyen Neyzen Tevfik'e arkadaşları 
1952 yılında Şehir Komedi Tiyatrosu’nda jübile yapacaklar, jübile yapılacağı gün bir arkadaşına telefon açar kendisine bir takım elbise göndermesini ister. Arkadaşı elbiseyi gönderir.

Jübile bitince sahnenin arkasında o elbiseyi çıkartıp oradaki garsonlara verir sonra eski elbiselerini giyer. "Bana vereceğiniz parayı yoksullara dağıtın" der.

Nice abdalların bulmak için nice yıllar yanıp tutuştuğu, aptalların ise dünya malında bulmayı umduğu o son mertebeyi ne de güzel izah etmiştir Neyzen. "Hiç"tir.

Bu yüzden 28 Ocak 1953’de verdiği son nefesinde o “Hiç”i uğurlamak için binlerce insan akın eder Barbaros Bulvarı’na.

En yüksek derecede devlet memurlarından, kılıklarına çeki düzen vermeye çalışan sarhoşlara, üniversite profesörlerinden, sokak dilencilerine kadar binlerce insan… Hiçlik mertebesine erişmiş Neyzen’i “hep” birlikte uğurlarlar…
_________
(Derleme)

24 Haziran 2024 Pazartesi

Kolleksiyoner...haraç-mezat...

 

Altmış küsür yıl oldu...
biriktirdiğim neler varmış neler meğer...
haraç mezat satıyorum hepsini birer ikişer...

alacaksanız bile almayın derim,
emeğinize, vaktinize, kıymet biçmeye, bilmemki, değer mi ?

kolleksiyondakiler neler mi?

işte şunlar "en"leri:
cilalı, boyalı, sırlanmış olanı
topraktan geldiğini unutanı
kerpici, kiremiti, tuğlası
çinisi, bronzu, porseleni
odunu, takozu, çırası
pamuklusu, pazeni, keteni
ingiliz poturlusu, melon şapkalısı
üç para çıkar içün el etek öpeni
adamlık taslayıp zibillikte gezeni
kaftanı, kepi, sarığıyla adam olduğunu zannedeni
aşırma sözler satıp dilini süsleyeni
makam mevki içün nefes nefese seyirteni
taht ve taht-ı revandan inmek istemeyeni
sakallılar içün cebinden taraklar eksiltmeyeni
ahlâk edebiyatı yaparken ahlâksızlığını gizleyeni
küflü paslı metâını süsleyip bezeyeni
sahteyi hakiki diye yutturmak içün Allah'ı şahit tutup yemin edeni
kibrini tevazu kılıfına bürüyerek arz-ı endam edeni
yaladığı mürekkebi sindirmeyi hak etmeyeni
kendi gölgelikte oturup etrafını güneş altında ayakta bekleteni
insanların sırtından çıkar teminini karakter haline getireni...
ucuz etini yahni diye servis edeni...
(.....)
meğer ben ne safmışım, dış görünüşe nasıl da aldanmışım
antika zannetmiş, dağarcığımda saklamışım, 
maskeleri olduğunu zamanla anlamışım, belki de geç kalmışım...

ve artık müzayedecilere haraç mezat
satıyoruuuum, 
buyursunlar...
haraç mezat mallar bunlar, 
buyrun koleksiyona, 
çuvallar dolusu sahteye, ciltlere sığmayan yalana....

ey bunlara talip olan,
hem meşgul ol, hem oyalan
yok mu alan !
edin talan !

23 Haziran 2024 Pazar

Cilalı taş devrinden cilalı adam devrine...


3. Mustafa (1717 – 1774)'nın Lâle devrinde (1718 – 1730) Şehzade iken yazdığı şiirinde şöyle der:
"Yıkılıpdur bu cihân sanma ki bizde düzele
Devlet-i çarh-ı denî verdi kamu mübtezele 
Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezer hep hezele
İşimiz kaldı hemân merhamet-i lem-yezele’
(Düzeleceğini zannetmeyin, dünya yıkılıp gidiyor; / Alçak dünya devleti aşağılık adamlara teslim etti. / Mutluluk kapılarında şimdi bu aşağılık, âdî adamlar dolaşıyor / İşimiz artık Allah’ın merhametine kaldı.)

İdrak ettiğimiz zaman diliminde eşref-i mahlukat olarak doğan ancak esfel-i mahlukat olarak hayat yolunda yürürken evrimleşmiş(!), koyun bile demenin iltifat olacağı insanımsılar maatteessüfki  her yerdeler...koyun değil belki onlara har demek ehveninden kurtarabilir.

Cilalı taş devrindeki Homo sapiens; şimdilerde ya içinde şeytanın dizginleri ele aldığı, aklına kırk tilkinin danışmanlık yaptığı, "cilalı adam" görünümlü olarak debdebe ve şaşaa içinde yaşıyor...yahut uydum akıllı koyun sürüsü devrini yaşıyor geri kalan beceriksizler !

Bu dışı cilalı içi küflü/paslı, liyakat ve ehliyet yoksunu/yoksulu zevât içün Osmanlı devrinde kullanılan tabir, adam kıtlığı manâsındaki "kaht-ı rical"...

’Rical’’ (recûl kelimesinin çoğulu) iyi eğitimli, irfan, akıl, hikmet, ilim, dürüstlük ve cesaret sahibi insanları ifade etmek manasına kullanılır...‘’Kaht-ı rical’’, cemiyetin her kesiminde, hatta bürokraside, yönetimde, ehliyet ve liyakat gereken işlerde, ahlâklı, dürüst, bilgili, tecrübeli insanların kıtlığını da kasteder mahiyette özellikle kullanılan bir tabir...

Ziya Paşa yaşadığı devirde, bu minvaldeki zamanının yöneticilerine, siyasetçi ve bürokratlarına yazdığı mısralardan birisinde şöyle der:
‘’Asiyab-ı devleti (devletin değirmenini) bir har (eşek) da olsa döndürür.’’

Türk edebiyatının hiciv ustası Şair Eşref de Ziya Paşa’ya cevaben yazar:
"Asiyab-ı sengi'yi bir har da olsa döndürür, Döndürür ama mili kırar çarka s…çar harabeye döndürür.’’

Neyzen Tevfik de yukarıdaki mısralara “nazire” olarak, şöyle bir beyit yazar:
"Öyle harlar koştular kim asiyab-ı devlete, birbirin çiğnemekten, dolab-ı devlet dönmüyor.’’

Devletlerin tarihinde bu kıtlık dönemlerine rastlamak mümkün, işte yukarıda Ziyâ Paşa ve diger ediblerin kaleme aldıkları mısralardan da adam kıtlığı yaşandığı bir döneme dair yazılmış mısralarda bunu görüyoruz...demeli ki: "Kırk çoban eşeğinden bir çoban çıkar mı ?"

Netice-i kelâm, devlet adamı terbiyesi ve eğitimine azami dikkat etmek elzem olup, devletlerin terakkisi ve toplumların huzur ve adalet duygusunun tatmini, ehliyet ve liyakatın gözetilmesi, nefsine değil topluma hizmet makamında olduğunun bilincinde olarak kişilerin hizmete/hizmetkârlığa talip olması bu açıdan çok mühim...değilse, çoban kisvesine bürünmüş har elinde koyun sürüsü derekesindeki sürü toplumlarda insaniyetten bahis havada kalır !  

Ziya Paşa' ile nihayet verelim:
"Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı"
(Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda hâline geldi; namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı.)
"Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma 
Zer-dûz palan vursan da eşek yine eşektir" 
(Asılsız/soysuz birine üniforma ya da gösterişli, pahalı giysiler soyluluk verir mi hiç; eşeğe altın semer vursan da eşek yine eşektir.)

22 Haziran 2024 Cumartesi

Her dem dalkavuk...


över durur dalkavuk
kibirlinin kibrini
güce tapar her lavuk
bilir gücün sihrini

sevilmez mi yalaka
makbuldur filhakika
yere kadar eğilir
gözdedir hep mutlaka

dalkavuk hem soytarı
yağdanlıktır tek varı
ulufesi kemiktir
ipektendir yuları

her meclise seyirtir
he'ye yok'a sırıtır
baş sallar alkış tutar
iyi yalan kıvırır

el öper etek öper
eşiğe döşek serer
yetmez yalar hem pabuç
başı göklere değer

değişse devir devran
hergelen ona hayran
vazifesinde usta
her devran ona bayram

21 Haziran 2024 Cuma

Kimi sütü sağarken kimi yer kaymağını...


dünyanın hakikati işte;
birileri sütü sağar,
mayalar
yoğurdu kaymak tutar
yayık yayar yağ çıkarır
çeker cefasını

kimileri yer
bal, yağ, kaymak
sürer sefasını

biri ayran içer
gözü de toktur gönlü de
kuru çökeleğe de şükreder

öteki süt içer
ne yağa doyar ne kaymağa
gözü açtır gönlü fukara
ister de ister

buluşurlar nihayetinde;
okunur önce selâ, ardı sıra musalla
gömülürler aynı toprağa
hem de koyun koyuna...

kimi suçlu ve borçlu...
kimi alacaklı ve huzurlu...
bir yanı karanlıkmış bir yanı nurlu
işte bu dünyanın sonu...

20 Haziran 2024 Perşembe

Müzmin alacaklılar, "cool"lar !


Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Kibirlenip de insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman sûresi, 18)

Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Mütekebbirler/kibirli kimseler, kıyâmet gününde insan sûretinde küçük ve kırmızı karıncalar kadar haşrolunacaklardır. Zillet her taraflarından onları saracaktır. Cehennemdeki “Bûles” adı verilen bir zindana sürükleneceklerdir. Onları ateşlerin ateşi kuşatacak ve Cehennem ehlinin Tînetü’l-habâl denilen kan, irin ve pisliklerinden içirileceklerdir."
Egosu tavan yapmış burnu havada narsist kişilikler aslında her türlü değer üzerinden asalakça yaşamaya çalışan, kendi çıkarı içün başkalarını kullanan kibir kumkumalarıdır...kendilerinin çok özel, mükemmel, eşi ve benzeri bulunmaz olduğuna ve bunun ise ancak özel ya da üstün diğer kişilerce ya da kurumlarca anlaşılabileceğine, ancak onlarla ilişki kurması gerektiğine inanır, gereğini yapar ve bunları duyurarak diğerleri tarafından beğenilmek isterler. Çünkü şahsının bunu hak ettiği duygusu içindedirler.
Narsistler ile ilgili bazı özellikleri bilmek, insanları tanımak açısından önemli;

"...anlamak gerek: Sarsılmaz görünen özgüvenin ardındaki ruhsal çelimsizliği, karizmanın ardındaki hamlığı, böbürlenmenin ardındaki utancı, yalanların ve manipülasyonun ardındaki korkuyu, değersizleştirmelerin ardındaki değersizlik inancını, yetersiz hissettirmelerin ardındaki yetersizlik algısını, sürekli sızlanan mağdurun ardındaki faili, aşırı özverinin ardındaki hıncı, kendini adamanın ardındaki asalaklığı, sahte tevazunun ardındaki kibri, kendine acımanın ardındaki büyüklenmeyi, küskünlüğün ardındaki hasedi, kalabalık sosyal çevrenin ardındaki içsel boşluğu, kendini sevme söylemlerinin ardındaki kendilik nefretini, havalı (cool) duruşların ardındaki empati yoksunluğunu, soğukkanlılığın ardındaki anksiyeteyi, ilgi ve sahiplenmenin ardındaki kontrol ve iktidar çabasını, olgun duruşların ardındaki çiğliği, eğlenceli görünümün ardındaki iç sıkıntısını, keyif alışların ardındaki huzursuz arayışı, yarattığı ruh ikizi illüzyonunun ardındaki geçici kılık ve hatta şekil değiştirme kıvraklığını, etkileyici centilmenin ardındaki sadisti, cömert kahramanın ardındaki ruh ve beden cimrisini, sımsıkı saran kucaklamanın ardındaki sarsıcı kopukluğu, ne yaptığını bilen ağırbaşlı yetişkin görünümünün ardındaki sabırsız, güvensiz, travma mağduru çocuğu görmeden, bilmeden anlamadan narsist bireye karşı kendini korumak mümkün değildir. Çünkü narsisizmin dinamiklerini kavramadan narsist bireyle mücadele etmeye çalışmak, yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot gibi, bir illüzyona kılıç çekmeye benzer. Bir narsistle yaşamak, orada olmayanla yaşamaktır. Orada olmayana karşı korunamayız. Orada zannettiğimiz aslında nerededir? Önce bunu görmek, anlamak 
lazım."..."büyüklenmeci narsist hayata karşi alacaklı pozisyon almıştır, sürekli tahsilat peşinde koşar, risk almayı ve rekabeti sever, tanınmak, şöhret kazanmak için ugrasir."...."Narsisistik yakıt ikmali; başkalarının vereceği aşırı ilgi, övgü, hayranlık ya da (bunlar olamıyorsa) korku, itaat ve hizmete ihtiyaç duyma, talep etme ve almak için yoğun çaba gösterme halidir. Narsist birey, ötekilerin duygu, tercih ve beklentilerini hiçe sayarak sahne şovunu sergiler ve onlardan sahte benliğini alkışlayarak onaylamalarını, zayıf egosunda anbean oluşmakta olan çatlakları, yarıkları beğeni ve hayranlıklarıyla sıvamalarını bekler."..."Hak etme yanılsamasının fahiş bedeli ebedi tatminsizlik ve huzursuzluktur. Çünkü bu yanılsama narsist bireyi “alacaklı” rolüne iter. Müzmin alacaklıdır narsist. Hayat borçludur ona: Servet, başarı, şöhret, zekâ, güzellik, bitmeyen gençlik, aşk, iktidar ve ayrıcalıklar borçludur. Bu durumda ihtiyaçları hasbelkader karşılansa bile narsist birey doğayla ve kendi gerçekliğiyle uyumlu olmayan beklenti ve hayallerin peşinde olduğu için bunun farkında ve doyumunda olamaz."(1)

"İyi bir lider, ekip üyeleri ve arkadaşlarıyla bir araya gelip rakip ekip ve kuruluşların önüne geçmeleri için onlara yardımcı olmaya çabalarken, narsist bir lider kendi ekibinde öne geçer. Böyle bir lider, en iyi ihtimalle yalnız bir kurt ve en kötü ihtimalle de bir asalak olur."(2)

Denk gelirseniz bu tevazu ile kılıflı narsist ve "cool" asalakları tanırsınız mutlaka !

Ve netice-i kelâm:
A. Avni Konuk der ki,
"İlimsiz mârifet muhal ve mârifetsiz ilim vebaldir"
___________
(1)Şule Öncü, 2024, Hepimiz Narsistiz, Destek Yayınları.

(2) Why do So Many Incompetent Men Become Leaders ? Harvard Business Review Press. 19 February 2019

19 Haziran 2024 Çarşamba

Pendimiz, bendimiz...


çayın sallamasından, adamın dallamasından uzak durmalı
yalancının sallaması bol, ahmağın anlaması ehven olur
eşeğin anırması, edebsizin bağırması berbad olur
arsızları uyarması, sağıra öğüt vermesi beyhude olur
şaşı gözlü tek görür mü,
katır kısrak doğurur mu,
keçi kılını eğirmek,
hallaca nasip olur mu
"Bir"i iki görenler gölgeyi varlık sanır, ve gölge etrafında ömür boyu dolanır.
yoku yoklamakla "Var"ın anlaşılması muhal
unutmamalı ki, öküzün kavurması sert, hazmı dert olur...
tefekküre dair: tavşanın koşup da görmeden geçtiği yerleri, kaplumbağa hafızasına nakşeder...acele şeytandandır, temkin Rahman'dan !
Ve bir ozan der:
"Tutmayan pîr ü peder pendini rağbetten çıkar
Hazret-i Âdem gibi gûyâ ki cennetten çıkar" (Âşık Ömer).
A.Avni Konuk der:
"İlimsiz mârifet muhal ve mârifetsiz ilim vebaldir"

16 Haziran 2024 Pazar

Bir halt olmaz...


karga iken bülbüle özenenden
el âleme gösteriş için bezenenden
he'ye yok'a havlayandan ötenden
çok şey olsa da, bir halt olmaz

ikbali içün el etek öpenden
salya akıtıp yal dilenenden
postal yalamayı huy edinenden
çok şey olsa da, bir halt olmaz

koltuğunu ikizi zannedenden
(be)leş görse sinek olup süzülenden
rütbesi sökülünce büzüşenden
çok şey olsa da, bir halt olmaz

lafla peynir gemisi yürütenden
fani dünya ardında seyirtenden
ilmini pul peşinde çürütenden
çok şey olsa da, bir halt olmaz

15 Haziran 2024 Cumartesi

Fincandaki çıkmaz fal...


bir bahar ki içi güz 
aklı kısa fikri uz
yüzü güney ardı kuz 
nasıl kanıyormuşuz

çiçek böcek manzara
oynar içi tamzara
şeytanla münazara
biz ne anlıyormuşuz

dile bakma gönle bak
kalbi put dolu tabak
peruk takmış kel kabak
hikmet satıyormuşuz

etiketli fason mal
aşı tutmaz çürük dal
fincandaki tutmaz fal
neler umuyormuşuz

14 Haziran 2024 Cuma

Mezar taşındaki rütbenin...


hakkı verilmemiş cübbenin
kulağa girmemiş hutbenin
çözümü imkânsız ukdenin
çıkara dayalı hizmetin
faydası yok faydası yok
okutması nakıs mektebin
manâsı olmayan nüktenin
palanı düşüren merkebin
mezar taşındaki rütbenin
faydası yok faydası yok
ya ihlas ya iflas ortası yok
mimde sır elif ki, dosdoğru ok
cevher arar isen toprakta çok
ihlassız işlerin kıymeti yok
süslü esvab çok, içte âdem yok

11 Haziran 2024 Salı

Bir ibretlik hikâye: Örnek bir devlet adamı nasıl olurmuş...

Büyük kubbeli serin Dîvan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincâbî bahar ziyaları, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan ihtiyar sadrazamın sönük gözleri, gayet uzak, gayet karanlık şeyler düşünüyor gibi, mevcud olmayan noktalara dalıyordu.

— Cesur bir adam lazım, paşalar, dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara garkederek gönderdiği elçisine, padişahımızın elini öptürmedik; ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da mukâbele etmeye kalkacak.
— Şüphesiz.
— Hiç şüphesiz.
— Mutlaka...

Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi fikrinde olduğunu anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:

— O halde bizden elçi gidecek adamın çok cesur olması lazım! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusu ile, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin...
— Evet!
— Hay hay.
— Çok doğru...

Sadrazam, sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı.

— Haydi öyleyse... Bir cesur adam bulun, dedi. Hâcegân'dan, Enderun'dan, Dîvan'dan benim aklıma böyle gözü pek bir adam gelmiyor. Siz de düşünün bakalım.
— ..... Kaldım...
— .....
— .....
— .....

Sofu, sulhperver, sakin padişahın koca devletine sessiz, küçük bir dimağ olan Dîvan düşünmeye başladı.

Bu elçi, yedi sene sonra takdirin "Yavuz" namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safevi'ye gönderilecekti! 

Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan ziyade, kitapla geçiren Bayezid-i Veli'nin tabiatı son derece halimdi. Yalnız şiiri, hikmeti, tasavvufu sever; muharebeden, mücadeleden nefret ederdi.

Vezirler, sevgili padişahlarının sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sanırlardı. Bununla beraber hudutlarda yine kavganın arkası alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrad, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini takip ediyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro fetholunuyordu. Sanki İstanbul Fâtihi'nin azmiyle dehası -tahta geçer geçmez babasının heykelini "gölgesi yere düşüyor" diye kırdırıp sevaba girmeye kalkan- zâhit[1] halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, ezeli bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe, gaile[2] gaile üstüne çıkıyordu. Hele şark... Kan içinde, ateş, zulüm içinde kıvranıyordu. 

Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının enkazı üstünde Şah İsmail serseri bir saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyük babası Cüneyd'in intikamını aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş Şah, akla gelmedik canavarlarla sağına, soluna saldırıyordu. Kendine iltica eden tarafları bile çağırdığı ziyafette, yemekmiş gibi, kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, mağlup ettiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bu gaddar Şah, dünyada hakikaten eşi görülmemiş bir zalimdi. 

Bayezid Dîvanı'nın edib, sakin, haluk, dindar vezirleri, onun vahşetlerini hatırlamaya tahammül edemezlerdi. Bu zalim, bir gün mutlaka bizim hududumuza da tecavüz edecek, şark eyaletlerini zapta kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye hâkimi Alâüddevle'den nikâhla kızını istemişti. Alâüddevle kızını vermedi. İsmail, uğradığı bu red hakaretinden hiddetlendi; intikam için padişahın toprağından geçti. Müdafaasız Zülkadriye arazisine girdi, Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alâüddevle'nin oğlu ile iki torunu eline esir düştü. Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle bir vahşet şarkta yeni duyuluyordu. 

Cenk istemeyen padişah, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. 

Bu şah, zalim olduğu kadar da kurnazdı. Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O vakit Trabzon valisi bulunan Şehzade Yavuz, babası gibi sabredememiş, Tebriz hududunu geçmiş; Bayburd'a, Erzincan'a kadar her tarafı talan etmiş, hatta Şah'ın kardeşi İbrahim'i esir almıştı. İsmail'in elçisi şimdi bu tecavüzden de şikayet ediyor; Osmanlı toprağına son akınlarının, padişahın devletine karşı değil, sırf Alâüddevle aleyhine olduğunu tekrarlıyordu. 

İşte Dîvan'da bu kurnaz, bu zalim, gaddar türediye gönderilecek münasip bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı hakanıyla bir tutan, hatta bütün şarkta cihangirlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama karşı şüphesiz birçok münasebetsizlikler edecek; münasebetsizliklerine mükâbele edeni ihtimal kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri, bir mezar taşı gibi hareketsiz duran, kırmızı tuğlu kavuk yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:

— Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum, dedi. Babası benim yoldaşımdı, ama devlet memuriyeti kabul etmez.
— Kim?
— Muhsin Çelebi.

Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:

— Burada mı oturuyor?
— Evet
— Ne iş yapıyor?
— Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ülfet etmez. İkbâl istemez.
— Neye?
— Bilmem ama, belki "zevâli var" diye.
— Tuhaf...
— Fakat çok cesurdur. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok defa gaza etmiştir. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
— Bize elçi olmaz mı?
— Bilmem.
— Bir kere kendisini görsek...
— Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
— Nasıl gelmez?
— Gelmez işte... Dünyaya minneti yoktur. Şahla gedâ[3] nazarında birdir.
— Devletini sevmez mi?
— Sever sanırım.
— O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
— Tecrübe buyurun efendim.
.....

Sadrazam, o akşam kethüdâsını[4] Muhsin Çelebi'nin Üsküdar'daki evine gönderdi. Devlete, millete dair bir maslahat için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka tereddüt etmeyip gelmesini yazıyordu.

Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük, loş bir odada kâtibinin bıraktığı kağıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebi'nin geldiğini haber verdiler.

— Getirin buraya, dedi.

İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı ceviz kapısından pala bıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının tekâpûsuna[5], secdesine alışan sadrazam, bir an, eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin daima öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi, gayet tabii bir sesle sordu:

— Beni istetmişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
— Şey...
— Buyrunuz efendim.
— Buyur oğlum, şöyle bir otur da...

Muhsin Çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden, gayet tabii bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden: "Ne biçim adam? Acaba deli mi?" diyordu. Halbuki... Hayır. Bu çelebi gayet akıllı bir insandı! Merde, namerde muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Fukaraya, zayıflara, gariplere bakar; sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı. Ama mutaassıp değildi. Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı. Devletinin büyüklüğünü, kudsiliğini anlardı. Yegane mefkûre[6] si: "Allah'tan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak"tı... İlmi, kemali herkesçe malumdu. İbn-i Kemal ondan bahsederken "Beni okutur!" derdi. Şairdi. Lâkin ömründe daha bir kaside yazmamıştı. Hatta böyle methiyeleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mîna çiçekli, cenneti andıran nuranî yolların nihayetinde daima "kirli bir etek mihrabı" bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun nazarında çok yüksek, çok büyüktü. İnsan, arzın üzerinde Allah'ın bir halefiydi. Allah, insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her mevcudun fevkinde idi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe tabasbus[7] pek yakışırdı; ama, insana... Muhsin Çelebi, her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzet-i nefissiz kölelerden, zâhifeler[8] gibi yerlerde sürünen mülevves[9] esirlerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için merdümgiriz[10] olmuştu. Yalnız muharebe zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı. Huzurda serbest, tabii oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama, kızdırmadı:

— Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin, oğlum?
— Ben mi?
— Evet.
— Ne münasebet?
— Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da...
— Ben şimdiye kadar devlet mansıbına girmedim.
— Niçin girmedin?

Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi:

Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi; halbuki zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek hatta ayak öpüp, bin türlü tabasbusla, riya ile, tekâpu ile çıktıklarından etraflarına daima hep bu zelil[11] mazilerinin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimleri, himaye ettikleri, hep denî[12] riyakarlar, ahlâksız müdâhinler, namussuz maskaralar, haysiyetsiz dalkavuklardır. Mert, doğru, izzet-i nefis sahibi, hür, vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen garez olur, mahvına çalışırlar. Gedik Ahmed Paşa niçin hançerlendi, paşam?
— ....

Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kağıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu. Ama hiddetlendiği zamanlarda olduğu gibi yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında akranlarından kimse böyle dümdüz laf söyleyememişti. Tekrar "Acaba deli mi?" diye düşündü. Deli değilse... Bu ne küstahlıktı. Bu derece küstahlık, "nizamı âleme" muhalif değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden, "Şunun başını vurdursam..." dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: "İşte, sen de tabasbus, riya, tekâpu yollarından yükselenler gibi, serbest, düz, bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!" Süzgün gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kağıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebi'ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı...al yanakları...yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu...biraz büyücek, eğri burnu...ince sarığı...tıpkı Şehnâme sahifelerinde görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu, alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhuna akseden sesini, gururunun karanlığı ile boğmadı. "Tam bizim aradığımız adam işte..." dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğunu hafifçe salladı:

— Seni Tebriz'e elçi göndereceğiz.

Muhsin Çelebi sordu:

— Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan intihâb etmiyorsunuz?
— Sen, Şah İsmail denen habisin kim olduğunu biliyor musun?
— Biliyorum.
— Devletini seviyor musun?
— Seviyorum.

Hakim sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:

— Pekâlâ öyleyse, dedi, bu habis "elçiye zeval yok" kaidesini kabul etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. İhtimal işkenceyle idam eder. Çünkü Allah'tan korkusu yoktur. Halbuki elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam lazım ki, hakaret görünce başından korkmasın... Bu hakareti aynıyla o habise iade etsin... Devletini seversen sen bu fedakarlığı kabul edeceksin!

Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:

— Ettim efendim, fakat bir şartla, dedi.
— Ne gibi?
Mademki bu bir fedakârlıktır, fedakârlık ücretle olmaz. Hasbî[13] olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, hakikatte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıp, ücret filan istemem. Fahri olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!
— Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atları, hademeleri, esvabı daha muhteşem, daha ağır olmak icap eder. Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.

Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:

— Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. İcap eden muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim. Hatta...
— .....

Sadrazam gözlerini açtı.

— ... Hatta sırtıma Şah İsmail'in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.
— Ne giyeceksin?
— Sırmakeş Toroğlu'ndaki, dîbâsı Hind'den, harcı Venedik'ten gelme "Pembe İncili Kaftan"ı alacağım.
— Ne... O kadar parayı nerede bulacaksın, oğlum?

Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay evvel tamamlanan, üzeri en nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanın namını İstanbul'da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha hediye etmek için Toroğlu'na müracaat ettikçe, o, fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi, bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı:

— Çiftliğimle, mandıramı, evimi rehine vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altın atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.

Sadrazam bu hareketi makul bulmadı:

— Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin.
— Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigar bıraktığı mandıram devlete feda olsun... Devletten hep alınmaz ya... Biraz da verilir!
— ......

Muhsin Çelebi ile konuştukça sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek tam bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Dîvan'ın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin haysiyetinden ziyade alacağı ihsanı düşünerek, hakkında revâ görülen her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi'yi yemeğe de alıkoymak istedi. Muvaffak olamadı, giderken onu tâ sofaya kadar teşyi etti.

......Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzdü. Bunların hepsi hakikaten emsali görülmedik derecede muhteşemdi. Dönüşte yedi bin liraya iade etmek şartıyla Toroğlu'ndan meşhur Pembe İncili Kaftan'ı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın nâmesini koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin debdebesi, dârâtı[14], hele incili kaftanının şöhreti bütün Anadolu'dan geçerek Şah İsmail'in diyarına taşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz kalesine büyük bir ihtişamla girdi. Bu küçük pâyitahtın süse, dârâta, renge, ziynete meftun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdılar. Şehir, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail "Pembe İnci"yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı nefsinde derin bir garez duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden evvel tahtının arkasına cellatlarını hazırlattı. Tahtın önündeki dibâ şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyorlardı.

...Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi yukarda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Koynundan çıkardığı nâme-i hümâyununu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu, ipek yığınlarına sarılmış, sırmalarla, tuğlarla, sancaklarla bağlanmış gibi- garip bir yırtıcı kuş sükûnetiyle tüneyen Şah'a uzattı. Ayağı öpülmeyen Şah gazabından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Nâmeyi aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir etrafına baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden: "Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba..." dedi. Bir an düşündü. Bu hakarete nasıl mukâbele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftan'ı çıkardı. Tahtın önüne, yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar, hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymettar kaftanın üzerine bağdaş kurdu. İnce dev, ejderha resimleri nakşolunmuş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sadâsıyla:

— Nâmesini verdiğim büyük padişahım, Oğuz Kara Han neslindendir! diye haykırdı, dünya yaratıldığından beri onun ecdadından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ecdâdı hilkatten itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir ecnebî padişah karşısında dîvan durmaz. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur.

Çünkü... Muhsin Çelebi, kaba Türkçe nutkunu bağırdıkça, fârisî bilmeyen Şah kızarıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı nâme, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Mukarripler, vezirler, cellatlar, muharipler hükümdarlarının sabrına, tahammülüne şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi, sözünü bitirince müsaade filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail donmuş, taş kesilmişti. Çaldıran'da kırılacak gururu, bugün, bu tek Türk'ün ateş nazarları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi hayretten donan nedimlerine:

— Şunun kaftanını veriniz, dedi.

Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:

— Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz.

Muhsin Çelebi durdu, güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek Şah'ın işiteceği yüksek bir sesle:

— Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz şilteniz yok... Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz? dedi.

...Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar'a girdiği zaman, Muhsin Çelebi'nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki:

— Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları[15], takımları, üstünüzdeki esvâbları, belinizdeki murassâ[16] hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
— Ediyoruz.
— Ediyoruz.
— Anamızın ak sütü gibi.

Cevabını alınca onları başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Nâmeyi Şah'a verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, Şah'ın müsaadesine tenezzül etmeden habersizce kalkıp İstanbul'a döndüğünü söyledi. Zaten Sadrazam, onun vazifesini hakkıyla îfâ edeceğinden son derece emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:

— Ben satın almak istiyorum, oğlum, kaftanın burada mı? dedi.
— Hayır, getirmedim.
— Acemistan'da mı sattın?
— Hayır, satmadım.
— Çaldırdın mı?
— Hayır.
— Ya ne yaptın?
— Hiç!

Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi, yaptığı ile iftihar edecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar'a döndü. Ertesi günü yedi bin altına geri almak için kendisini bulan Sırmakeş Toroğlu'na da kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul'da, hiç kimse, meşhur Pembe İncili Kaftan'ın "nasıl, nerede, niçin" bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz sarayındaki macera, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Fakat eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını, iradlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigar kalan atı ile murassâ takımını satıp Kuzguncuk'ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar pazarında sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama yine ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı !
____________
Alıntı Kaynağı: Pembe İncili Kaftan Ömer Seyfettin. İlk yayım: Yeni Mecmua, 1 Kasım 1917, sene 1, sayı 17. (https://tr.m.wikisource.org/wiki/Pembe_%C4%B0ncili_Kaftan)

10 Haziran 2024 Pazartesi

Bir Şarkının Uydurulmuş Hikâyesi: "Veda Busesi"

“Veda Busesi” şarkısının sözleri şair Orhan Seyfi Orhon‘a ait, bestekârı ise Yusuf Nalkesen…
Orhan Seyfi Orhon, 1890 yılında İstanbul’da Çengelköy semtinde dünyaya gelmiş, 1970'de vefat etmiş şair, gazeteci, yazar, yayımcı, siyaset adamıdır. Yirmiden fazla şiiri değişik bestekârlar tarafından bestelenmiştir.

“Veda” isimli şarkı, sözlerinde geçen “Veda Busesi” adıyla daha çok tanındı. Piyasaya çıktığı 70’li yıllardan bu yana sevilerek okunan ve dinlenilen, hüznü çağrıştıran ve yaşatan bu şarkı, bir veda, bir ayrılık şarkısı olarak çok sevildi ve hafızalara kazındı.

Genellikle sevenlerin ayrılığı ve veda sahnesi çağrışımı olarak hüzünlü bir aşk şarkısı olarak algılanıp dinlenilen, dinleyici ve okuyucuyu derinden etkileyen ve hüzünlendiren, belki de mazideki yaşanmışlıklara ve hatıralara götüren şarkının uydurulmuş hikâyesi şöyle:
"Orhan Seyfi Orhon'un kızı kanser hastasıdır ve kızının ölümünden sonra yazıldığı yürek burkan bir hikayedir aslında. Orhan Seyfi Orhon kızını bir an bile yalnız bırakmak istemez .Bütün zamanını ona ayırmıştır ve gün geçtikçe durumu kötüye gitmektedir. O gün odasının kapısından içeri yavaşça girdi, kızı ateşler içinde perişan haldeydi. Alnına doğru bir buse kondurmak için yaklaştı fakat öpemedi çünkü öpmek anlık bir şeydi öylece durup kokusunu çekti içine… Gözlerinden süzülen damlalar düşmesin uyanmasın diye kızı, doğruldu hemen ve yatağın başındaki iskembeye ilişti. Kızı o vakit açıverdi gözlerini “babacığım annem öldüğünde çok ağlamıştın, çok üzülmüştün. Senden bir söz istiyorum, ben ölürsem ağlama olur mu” Orhan Seyfi düğümlenen boğazı ile konuşacak durumda değildi kafasını sallamakla yetindi ve bir süre sonra boynu yavaşça büküldü kızın ve artık hayati bulguları tükenmişti. Telaş içinde kızını kucakladı Orhan Seyfi. Hala ateşler içinde yanıyordu yavrusunu üşümesin diye battaniyeye sardı cansız bedenini bahçedeki iskembeye oturttu ve sarıldı kızının bedenine gözyaşlarına hakim olamadı ağzından şu mısralar döküldü titreyen dudaklarından;

Hani o bırakıp giderken seni / Bu öksüz tavrını takmayacaktım?
Alnına koyarken veda buseni / Yüzüme bu türlü bakmayacaktım?

Hani ey gözlerim bu son vedada / Yolunu kaybeden yolcunun dağda
Birini çağırmak için imdada / Yaktığı ateşi yakmayacaktım

Gelse de en acı sözler dilime / Uçacak sanırdım birkaç kelime…
Bir alev halinde düştün elime / Hani ey gözyaşım, akmayacaktın?"

Evet, uydurulmuş hikâye yukarıdaki gibi, peki aslı ne ?  
★★★
Yukarıdaki hikâye çeşitli varyantları ile bir çok köşe yazısında farklı sitelerde kaleme alınmış...

İbrahim Tığ (*) isimli bir gazeteci bu hikâyenin aslını merak eder ve Orhan Seyfi Orhon'un hayattaki kızına ve torununa ulaşır, hikâyenin hiç de öyle olmadığı torununun bu görüşme sırasında söylediği "Çünkü dedem aşk, hüzün, gözyaşı, hicran, ızdırap temalı bu şiirini lise yıllarında yazmış" sözleri ile yayın olarak bilinen hikâyenin uydurma olduğunu teyid eder.

Görüşme sırasında şairin torununun ifadeleri şöyle:

"Dedemin ilk ve tek kızı annem Sevin (Şeyhun)’dir. Annem 1930 doğumlu ve halen yaşıyor. Dedemin annemden önce ya da sonra doğan hiçbir çocuğu da yoktur. Sosyal medya sitelerinde gezinen bu şiirin hikayesi ise tamamen uydurmadır, böyle bir şey söz konusu değildir."

İbrahim Tığ: "...Orhan Seyfi Orhon’un “Veda” şiirini kanserden ölen kızı için yazdığı iddiaları dolaşıyor internet sitelerinde"

"Dedim ya, bu doğru değildir. Çünkü dedem aşk, hüzün, gözyaşı, hicran, ızdırap temalı bu şiirini lise yıllarında yazmış. Gençlik işte.. Adı da “Veda Busesi” değil, “Vedâ”dır. Dedemin sağlığında (1951 yılı) bu şiiri üstad Yusuf Nalkesen de bestelemiştir. Bir başka özelliği de bu şiir Yusuf Nalkesen’in ilk bestelediği şiir oluşudur. Yine bir başka yanı da ilk kez 1970 yılında Nesrin Sipahi tarafından seslendirilmiş oluşudur. Daha sonra bu besteyi, Zeki Müren, Nesrin Sipahi, Hüner Coşkuner, Bülent Ersoy, Hakan Peker, Tarkan, Muazzez Ersoy gibi birçok sanatçı da seslendirdi.
“Veda Busesi”, Türk sanat müziğinin bugün şüphesiz en çok bilinen, en çok sevilen şarkılarından biri… Ve insana sevdiklerine veda ederken yaşadığı duyguları yeniden yaşatıyor her dinlenildiğinde...

Hani o bırakıp giderken seni / Bu öksüz tavrını takmayacaktım?
Alnına koyarken veda buseni / Yüzüme bu türlü bakmayacaktım?

Hani ey gözlerim bu son vedada / Yolunu kaybeden yolcunun dağda
Birini çağırmak için imdada / Yaktığı ateşi yakmayacaktım

Gelse de en acı sözler dilime / Uçacak sanırdım birkaç kelime…
Bir alev halinde düştün elime / Hani ey gözyaşım, akmayacaktın?

___________
(*)https://bolgehaber67.net/kose-yazisi/813/yalan-ve-gercek.html

8 Haziran 2024 Cumartesi

Emanet, hiyanet ve riayet...

Âlimler, özellikle de mutasavvıflar mülkün emanet olduğunu, emânetçinin, geçici süre kendisine verilmiş tasarruf hakkını dosdoğru kullanması gerektiğini, hak sahibinin haklarının verilmesini ve dünya hayatında geçici olarak insana emanet edilmiş mülkün asıl sahibi olan Allah’ın emrine riayet edilmesi gerektiğinin üzerinde hassasiyetle durmuşlardır.

İbnü’l-Arabî mülkün emanet olduğunu, tasadduk edilirken gönül hoşluğuyla verilmesi gerektiğini belirterek, “Verirken senin elin Allah’ın eli olmalıdır; işte bunun için mülkün emanet olduğunu söylüyoruz” der (el-Fütûḥât, VIII, 413). 

Yine İbnü’l-Arabî insanın zorunlu ihtiyaçlarını karşılayan nesnelere “istihkak mülkü”, fazlasına “emanet mülkü” adını verir. 

Ona göre ârif kalp gözüyle, eşyanın kime ait olduğunu üstünde yazılı olandan okur; kendisine ait olanı istihkak mülkü olarak kendi yararına kullanır, başkasının adına yazılı olanı emanet mülkü olduğu için adı yazılı olan kişiye verir. 

Şer‘î dilde zâhire bakılarak bu malların kendi mülkü olduğunun ifade edilmesi ârifin tutumunu değiştirmez. 

Eşyanın gizli yazısını okuyacak kadar mârifet sahibi olmadığından neyin istihkak mülkü, neyin emanet mülkü olduğunu anlayamayan kimse için yapılacak tek şey hepsini emanet kabul ederek tasadduk etmektir (el-Fütûḥât., VIII, 426-428), der.

Emanet sadece mal mülk para pul makam mevki değildir, hayatta mevcut imkân ve şartlar da birer emanettir, öyle ki insan da insana emanettir.

Bu emanetlerin üzerindeki her bir eylem, söz, davranış, hatta niyet gibi tasarruf hakları dahi bu çerçevede ele alınmalıdır. Kul hakkının bütün bu tasarrufları da kapsamı içine aldığı da hiç unutulmamalıdır. 

Ey ademoğlu;
emanetçi olduğunu unutma, sakın emanete hiyanet edenlerden olma, yoksa Allah'a havale edilmişlerden olursun ki, onların iflah olmadıklarının, akibetlerinin berbad olduğunun hikâyeleri ile doludur insanlık 
tarihi.

Ahzâb suresi (72)"Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir."

Ahzâb suresi (73)"Böyle yaptı ki Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları cezalandırsın, mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul buyursun. Allah çok bağışlayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir."

"Emanetin hesabının sorulduğu,
hiyanetin bedelinin ödendiği bir güne hazır mısın...?"

Vesselâm...

7 Haziran 2024 Cuma

Zihnin şirazesi, insanın yelpazesi...

Âlim var ilmiyle amil ve âlemi eyler tenvir

Âlim var zihninin şirazesi dağılmış, say ki kitap yüklü merkeptir(1), olmuş mel'un ve müzevvir

Kimi kitabı okur da ilim tahsil eder, âlim olur; 

Kimi de var ki kitap onun canına okur, ilmin altında ezilir, un ufak olur...

Kimi bilmek içün okur, çün bilmek farîzadır(2)

Kimi satmak içün okur, tek talebi meblağdır

Kendini bilmeyen âlemi bilmez, âlemi bilmezden ilim(hikmet) sadır olmaz

İlim, kıymeti bilinmeyen yerden göçer, ilim göçünce, şehir cehâlet karanlığına mahkum olur

Cehâlet putuna tapınan cemiyetlerde kütüphaneler ıssızdır, kitap gereksiz...çarşı pazar tıklım tıklım, avm-ler büt-hane...

Cahiller meclisinde herkes konuşur, lâf cümbüşünü dinleyen yoktur; ilim meclisinde suskunluk hâkimdir, az kelâm üzerinde çokca tefekkür edilir.

İlmiyle âmil insanın nefesi gül kokar, olmayanın nefesi sap-saman...biri dane içün harmandadır, öğütür un eyler, fırınlar, ekmek yapar ve ikram eder; öteki sap-saman içün harmandadır, kendi nefsine hizmeti yeğler.

Sümmânî derki:
"İlimledir şerâfeti insanın
Ne farkı var câhil ile hayvanın"

Dünyevî çıkarlar uğruna bütün ahlâkî değerleri feda edebilme bayağılığında boğulmuş olan kitap yüklü merkeplerin, beşik kertmesi veya hatip kertmesi cühelânın cemiyette bir gün ilmiye, adliye, mülkiye sınıfında yer bulacağını hayal etmesi bile korkunç değil mi ?

Hak edilmemiş diplomalar ile gelinen ve hizmet içün ihdas edilmiş olan makam-mevkileri dolduran zevât, ehliyet ve liyakat yoksunu olunca, makam şarhoşluğunun kibir ve gururu ile mağrur olacak, hizmet etmek yerine imkan ve fırsatları nefsi içün kullanmaya çalışacak, kendine hizmet ettirme yolunu seçecektir...bu arada kılıfını da hazırlamıştır tabiki...


Ahmet Râsim'in ifâdesiyle:
"Bu zihniyyet-i câhilâneyi bir derece daha yükseltmek kābil olamaz"

Bir cemiyetin ileri gelenlerinin, beyaz yakalılarının, maddî kir ve pisliğe bulaşması söz konusu olursa, tedbir alınmadığında etrafına bulaştırma tehlikesini de içinde barındırır. Bu  aslında arka plânındaki ruhî kirliliğin (hırs, kibir, kul hakkı yeme, haramı mübah görme, yalan, çıkarcılık vs) açığa çıkması durumudur. Böylesi bir cemiyette zihnin şirâzesi dağılmış, terazinin şirazesi bozulmuş, adalet kantarının topuzu kaçmıştır...

Cemiyetin iyiliği eğitime, eğitimin kalitesi alimlerin kalitesine ve ahlâklı olmasına bağlıdır. Bu sebeple âlimin bilgisini ve titrini ne içün kullandığına öncelikle bakılması elzemdir...Çünkü istikbâlin muallimleri âlimler elinde şekillenir...Milletin istikbâli gençler de ilim ile mücehhez bu ahlâklı muallimler tarafından eğitilecektir, vesselâm...

___________

(1)"Tevrat’la yükümlü kılındıkları hâlde onun gereklerini yerine getirmeyenlerin misali, koca koca kitapları yüklenen (fakat içinde yazanları anlamayan ve/veya yaşamayan) eşeğin misali gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan bir topluluğun misali ne kötüdür. Allah, zalimler topluluğunu hidayet etmez." (Cum'a sûresi, 5)

(2)De ki: “Bilenler ile bilmeyenler, hiç bir olur mu? Hiç şüphesiz ancak akıl sahipleri (bunu) idrak edip anlar.”(Zümer sûresi, 9)

6 Haziran 2024 Perşembe

Yol, yolak, yolcu...her yol Roma'ya çıkmaz !


yol yolak varsa
yürüyeni de yolcusu da var
ve olacaktır.

Hay'dan gelen Hû'ya gider
üffle gelen püffle gider unutma !

yolcuyu hedefine götüren
yollar var, çeşit çeşit
hedefler de öyle...
hedef eczahâne, kıraathâne, kahvehâne, hastahâne, pastahâne, postahâne, bimârhâne, tımarhâne, rasathâne, misafirhâne de olabilir,
meyhâne, kerihhâne, dabakhâne, çilehâne, mahpushâne, mezbahâne de...

yol var taş döşeli
yol var yolak, keçi yolu patika
yol var romaya çıkar
yol var çöplüğe çıkar
yol var hiç bir yere çıkmaz...

cehenneme giden yola
taş döşeyen de var
cennete giden yola gül döken de...

yol yürüyene refik gerek, rehber gerek, yordam gerek
rehberi kargadan seçmemek gerek
akbabalara dikkat etmek gerek
çöplüğe, leşlere giden yola revan olmamak gerek

her yolun yolcusunu tanımak
yola taş döşeyeni,
cam kırığı döşeyeni
ve dikenli yolları bilmek gerek

yarı yolda satacakla,
işini görene dek kullanıp atacakla
kendini beğenmiş alçakla
yoldan çıkıp batağa saplanacakla
zoru görüp tabana kuvvet kaçacakla
rakkase gibi kırıtacakla
haram mala göz dikip kırışacakla
hedefe giden yolda her şeyi mübah sayacakla
kaz umduğu herkese göz kırpacakla
en fenası Allah ile aldatmaya kalkacakla
yola çıkmamak gerek

ey karanlık gecede yol alan yolcu 
yön gösteren kutup yıldızının yeri sabittir, yol göstericin o olsun...

sakın ha sakın !
kayan yıldıza,
kuyruklu yıldıza güvenip
yönünü tayin etme...

ey yolcu!
güneşe sırtını dönüp de
düşme gölgenin ardına,
o gider sen gidersin,
gün batınca o yok olur,
yorulma hiç boşuna !

ninayetinde ve neticede; 
bütün yollar 
çıkar kabristana !