Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Nisan 2024 Salı

Ben...ben...ben !


Benim de benim zannı nasıl bir hödüklüktür
Dünya kalımlık değil, sadece görümlüktür
Nimetleri görmemek iki gözü körlüktür
İyiliğin kıymetin bilmemek nankörlüktür

29 Nisan 2024 Pazartesi

Âh alma, gönül yıkma...


Gönül kıracak sözün
Yok zerresi dirhemi
Kırık dökük bir gönlün
Yok eczâsı merhemi

Yıkık gönlün âhıyla,
Yıkılır cümle âlem
Çün kırık gönlün âhın
Duyar binlerce âlem

Bir mazlumun âhına
Felekler matem tutar
Mazlum denizi geçer
Firavnı derya yutar

Gönül Çalab'ın tahtı
Söylüyor münâdisi
Âh alma gönül yıkma
Hiç yoktur telafisi

28 Nisan 2024 Pazar

Bir güfte ve bestesi: Her nefes de Allah Allah...(Acemkürdi ilâhi)


Kalbe şifa gönle ferah
Her nefes de Allah Allah
Hay de Hu de her nefeste
Al ver nefes Allah Allah

Allah de her bir adımda
Her adımda Allah Allah
Besmele çek her fırsatta
Bul fırsat de Allah Allah

Çıkar iken iner iken
Hatırla de Allah Allah
Ayaktayken otururken
Unutma de Allah Allah

Kederlenip üzüldüysen
Bunalma de Allah Allah
Neşeliyken sevinçliyken
Şımarma de Allah Allah

Hele de dara düşünce
İsyan yok, de Allah Allah
Nimetlere gark olunca
Şükür et, de Allah Allah

"O" şah damarından yakın
Hissetki de Allah Allah
Gaflete düşme sen sakın
"O"nunla de Allah Allah

27 Nisan 2024 Cumartesi

Meczub deyip geçme...Behlül Dânâ'nın daveti böyle olur...

 

Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül Dânâ'yı tembih eder:

- Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.

Akşam olur, namaz kılınır, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka gelir. Şaşıran Harun Reşid:

- Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin..

- Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra bendeniz cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki 
yalnız bunlarmış...

Meczub camiye girer. Hoca vaaz vermektedir. Adam oturmaz, şöyle bir dolanır içerde. Camidekilere şöyle bir göz atar ve hızla dışarı çıkar, biraz odun toplar ve  sırtına bağladığı odunlarla tekrar camiye girer...vaaz bitmiştir ve cemaat namaza başlamak üzere...cemaatle birlikte o da saf tutar. Ama sırtındaki odunlar eğilip kalktıkça yere düşer, cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan. Namaz biter, cemaat söylenmektedir. İmam adamın yanına gelir:

-Sırtında odunla namaz kılınır mı?  Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak! Bir dahaki namaza yüksüz gel, der.

Meczub sorar:
-Âdetiniz böyle değil mi hocam?

-Ne âdeti? diye sorar Hoca.

Cemaat hep bir ağızdan:
-Meczup bu yahu! diye homurdanırken der ki Meczup:
-Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım. Gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki burada âdet böyledir. Ben de şu odunları yüklendim geldim işte. Bana kızma, eğer kızacaksan kendine de herkese de kız!

Hoca şaşırır: 
-Benim sırtımda da mı vardı ?

-Evet, senin de hepinizin de sırtında yük vardı.

Cemaat 'Deli işte!" deyip  gülüşünce meczup dayanamaz, tek tek insanları göstererek işaret ederek başlar söylemeye:

-Bak senin sırtında mavi gözlü bir çocuk, sende kocaman bir elma ağacı, bunda ağzına kadar altınla dolu bir testi, şunda koskoca bir kazan, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, ötekinde de yaşlı annesi vardı!

Sonra başını iki yana  sallayarak kendi kendine:
-Boş yok, boş yok, hiç boş yok, diye söylenir.

Cemaat ve hoca hayretler içinde ve sus pus...Adamın dedikleri doğrudur! Kimi doğacak çocuğunu düşlüyordur, kimi bahçesindeki meyve ağacını, biri biriktirdiği altınları, diğeri lokantasını, biri acıkmış aklında tavuk, öteki sevdiği kadınla meşgul, bir diğeri bakıma muhtaç annesinin bakımını kafasında kurmakta...

Hoca dayanamaz ve sorar:
-Söyle bakalım benim sırtımda ne vardı?

Meczup: 
-Zaten en çok da sana şaştım hocam. Sırtında kocaman bir inşaat vardı!
Meğerse hoca bir ev yaptırıyormuş, namaz kıldırırken evin kapı ve penceresini düşünüyormuş...

Meczup söze şöyle devam eder: 
-Hocam bana bir dahaki sefere yüksüz gel demiştin ya, sen de bir daha yüksüz gel olur mu ? sırtında yükle namaz kılmak zormuş. Unutma hoca, herşey birbirinin içinde, gözünün gördüğüne inanmak kolay, inandığını gözünle görmektir asıl marifet, sen âlemin farkında olmadığında bile bil ki âlem senin farkında...herkese açık ve zȃhir olduğu halde, neredeyse hiç kimsenin göremediğini sen ilmin ile bile görmüyor musun yoksa ! ...dağların taşıyamadığı emaneti kalbinde taşıdığını unutuyor da insan hevesleri ile orayı meşgul edip dolduruyor...insanların kursağı heves ve arzularının mezarlığı olmuş artık, öyle bir huzura çıkmışsın farkında değilsin sen halen edebe mugayyır çer çöple meşgul olmaktasın, alnın secdede aklın inşaatta, tapuda, kapıda, pencerede; niçin düşün taşın derler bilir misin, insan düşündüğü yere taşınır da ondan, bedenin camide sen inşaattasın olmaz hoca olmaz, boş yok boş kursak yok, bunlar ile olmaz !

Hikâye bu ya, yok mu böyle meczuplar, baktığı insanı, gördüğü ahvâli satır satır okuyan, ne dersiniz ?

Erzurumlu İbrahim Hakkı derki:
"Harabat ehlini hor görme sakın, defineye malik viraneler var" 

26 Nisan 2024 Cuma

Şeytan taşlamak...

"Şeytana külahını ters giydiren”, şeytanın ayak izlerini takip eden, serkeş, mütekebbir, kaypak, fitneci, isyana teşvik eden, insanları birbirine düşüren, ara bozucu, kavga ve münakaşayı tetikleyici, her hayırlı işe burnunu sokarak engellemeye çalışan, güzel ahlâktan hoşlanmayan, kötüyü ve kötülüğü şeytaniliği haklı ve makul göstermeye çalışan insanlar şeytanlaşmış insanlardır, bu tiplerin hedeflerine yönelik her teşebbüs ve plân ise iblisin plânıdır. 

Şeytanın adımlarının takipcileri, onun telkinlerinin uygulayıcıları, şeytanın avanesi ve adamlarıdır.

Cinni şeytanın fısıldamaktan öte yaptırım gücü yoktur, "euzu besmele" çekilince defolup gider de, insan şeytanlar tam tersi... bunlar kötülüğe teşvik ve eyleme dönüştürmek açısından çok daha tehlikelidir !

Şeytanlaşmış insanlar, “aldatmak” için, hep şeytanların metodlarıyla çalışırlar.  Bu tip insan şeytanlardan Allah’a sığınmak, uyanık olmak ve onların propagandalarına kanmamak gerekir. 

Asıl şeytan taşlama, (vesvese veren şeytanın yanı sıra) aklını şeytana kiralamış akıllı(!)lara ve şeytani fikirli şeytanlaşmış insanlara aldanmamak, fırsat tanımamak, imkân vermemek, maskelerini düşürerek gerçek yüzlerini açığa çıkartmak olsa gerek !

Şairlerden bu hususta bir kaç beyit şöyle:

"Olmuş o kadar halk-ı cihan mekrde üstâd
 Kim sâbıka-i şöhret-i şeytan unutulmuş" (Nâbî).
 
"Her kim gurûra meyl ede şeytan-şebîhtir
 Hoş görmemek cihânı be-gāyet kerîhtir" (Hersekli Ârif Hikmet).

"Aybdır âkıle şeytan beni aldattı demek
 Kendi nefsimdir eden nefsime ilkā-yı fesâd" (Nâbî)

"Hicvedersem hâini zâhid günâh ettin deme
Dîn-i İslâm’da sevaptır çünkü şeytan taşlamak" (Şâir Eşref)

25 Nisan 2024 Perşembe

Hesap sorabilen yok !

 

Ayıp âlenileşti  günah sanki meşru
Ayıptır, günahtır diyebilen yok
Yüzüne tükürsen yağmur zanneden
Mübtezele tepki verebilen yok
İhanet edenler meydanda gezer
Haine hainsin diyebilen yok
Çalıp da çırpanlar kuleler diker
Hırsıza hırsızsın diyebilen yok
Geliri üç kuruş cüzdanı kabarığa
Zenginlik nerden geldi, sorabilen yok
Fırsatçı, tefeci, haramzâdenin
Nedense, üstüne varabilen yok
Echel ü cühelâ alleme sanki
Câhile câhilsin diyebilen yok
Ehl-i kütüb lafazanlıkta meşhur
Hükümle aran nasıl diye soran yok
Arpalıklardaki eş ile dosta
Hiç orak gördün mü diye soran yok
Kaymak seven kaymakçı takımlarına
Hiç inek sağdın mı diye soran yok
Ehliyetsiz liyakatsız birinin
Nasıl yükseldiğini sorabilen yok
Dayısız arkasız hak sahibinin
Ne yazık ki hakkını verebilen yok
Hasbîler kenara itildiğinde
Hesabiye hesap sorabilen yok
Vefasızlık vedaya dönüştüğünde
Neden böyle oldu diye soran yok
Eden bulur, eğri duvar yıkılır iken
Yanlış nerde diye kafa yoran yok
Yozlaşmış toplumlar dağılıyorken
İnsana, insanlığa arka çıkan yok
"Dokunmayan yılanı yaşatan"lara
Ejderha görünce şaşıranlara
Zehire hiç kafa yormayanlara
 Panzehirin hesabını sorabilen yok
Hasırın üstü tertemiz diyene
Hasır altı süprüntüyü hiç gösteren yok
Neme lazım diyen geçim ehline
Ölümü, hesabı hatırlatan yok
Ayine-i devranda neler var neler
Aynaya bakacak yüzü olan yok
Ey hakikat aynasına bakmaktan korkan
Niçin kendini görmeye tahammülün yok
Kılı kırk yarabilen müttakilere
Güzel ahlâkta timsal Âdemîlere
Özü sözü dosdoğru kelâmilere
Söylenebilecek tek bir sözümüz bile yok

24 Nisan 2024 Çarşamba

Lâle devri ve saltanat !


Bir bitmedi gitti
Lâle devri saltanatı

Bir türlü bitmedi
Zevk ü sefânız, iştihânız

Doymadınız, doyuramadık sizi
Meğer ne kadar da açmışsınız !

Yoksa;
 gözünüz mü açtı !

Yoksa yoksa; 
gözünüz mü yeni yeni açıldı...
Mülke, mala, saltanata, makama...

Ey lâle devri çocukları !
Ey sonradan görmeler...
Ey uyanık geçinen pişmiş kelleler...
Meteliği, mevkileri çok mu sevdiniz ?
El pençe "evet efendim"ciler nefsinizi çok mu gıdıklıyor !
Eliniz ayağınız olmuş efendimciler sizi çok mu rahat ettiriyor yoksa...

Bu ahlâk ile
Denizi içseniz doymazsınız siz
Deryâ, umman kurumuş umurunuzda değil
Bahçedeki lâleler de varsın kurusun
Yeterki siz insanların sırtından inmeyin
Sürün sefanızı öyle ya da böyle...
Kılıf uydurmakta da artık çok mahirsiniz tabi !

Unutmayınki;
Eyyam mevsim mevsimdir,
Bahar da geçer, yaz da biter
Güzü de var, kışı da var...

Ey lâle devrinin
 aç gözlü şımarık çocukları !
İşte bakın görün, bu lâle mevsimi de geçiyor, 
elinizi çabuk tutun ha !
Bu fırsat elinize geçmez belki bir daha...

Görmediniz mi ?
Kurumaya da yüz tutmuş artık lâleler !
Dalgalara dayanmıyor kumdan kaleler...

Belki;
Devr-i sadık biter iken
Devr-i lâyık başlar bir gün

23 Nisan 2024 Salı

Gözünü dört aç, fırsatı kaçırma!


Ey âdemoğlu gözünü dört aç !
İyi insan olman, iyilik yapman için Allah ne çok fırsat çıkarıyor karşına, hem bu sahada rakip te yok rekabet de...!
Fırsat elde iken haydi kollarını sıva...sonra yaparım deme !
Yarın çok geç olabilir.
Elinin tutmadığı, gözünün görmediği, parmaklarını kıpırdatamadığın musalladan kalkıp da iyilik yapma şansın olmayacak ! 

22 Nisan 2024 Pazartesi

Masumiyet, safiyet ve afiyet...

"Çocuk; her şeyi olması gerektiği gibi görür, onun hayata bakışı rengârenktir, dosdoğru, saf, tertemiz, yalan dolansız, hesapsız, garazsız, ivazsız !"

Keşke büyükler, büyürken çocukluklarındaki masumiyet ve saflıklarını da arkalarında bırakmadan yanlarına alsalardı, dünya ne güzel olurdu !

Gözlerini dünyaya açtıkları günkü kadar tertemiz kalmayı tercih etselerdi, dünyanın kiri ile kirlenmeden...

Masumiyet ve safiyetin; huzur ve afiyetin vazgeçilmezi olduğunu, iş işten geçmeden, bembeyaz ömür sayfalarını karalamadan önce idrak etmiş olsalardı...

Dünya çocuklarla, büyürken safiyet ve masumiyetini yitirmemiş çocuk ruhlu insanlarla, güzelleşir !

Çocuk meraklıdır, ben kimim, neden buradayım, nereden geldim gibi ontolojiye dair sorularla varlığı anlamaya anlamlandırmaya çalışır; bu sorulara cevap bulamamış, kim ve kimlik mes'elesini anlayamış olanı ise büyüdüğünde (!) "sen benim kim olduğumu biliyor musun ?" soruları sorar...

Masumiyet ve safiyetiniz kavi, huzur ve afiyetiniz daim olsun efendim !

 

21 Nisan 2024 Pazar

Bir varmış, bir yokmuş...Varlık vehmi !


Bebekken ninniler söylendi sana
Uyusun da büyüsün...
Çocukluğunda masallar dinledin
Bir varmış bir yokmuş diye başlayan
O zamanlar anlamadın belki !

Bir an önce var idin bir idin birey idin
İşte o an şimdiki zaman için mazi artık oldu
Mazideki o bir yok oldu...
Sen şimdiki zamanda var ve bir olsanda
Bir sonraki var olacağın ana adım atarken
İçinden çıktığın an için yok olacaksın

Doğmadan önce var mıydın ?
Ölünce de var olmayacaksın !
Dünyadaki süreli görünürlüğün için:
Gelecekte bahse konu olabilir isen eğer
Senin için de "Bir varmış bir yokmuş"
Diyecekler...

Zamana ve bakanın durduğu yere göre mahlûk:
"Bir var, bir yok"
"Hem var, hem yok..."

Baki olan hep var, 
Faniler ise yokluğa mahkûm ve mecbur !

Ey fani olan, sakın varlığı kendinden zannetme !
Varlık vehmi en mühim marazî düşüncedir !
Sen bir vehimden ibaretsin, gölgesin o kadar !
Güneş(in) batınca gölge(n) zâîl olur...
Bir varmış bir yokmuş işte !

Bakî'den gelip Bakî'ye gitmekte olduğunu, şu anda da Bakî de olduğunu unutup,
sakın ha gafillerden olma !

Ey cân:
"Hiç" nedir bildin mi şimdi ?
İstersen bir daha oku !

20 Nisan 2024 Cumartesi

Çürük üzüm habbesi...


"Üzüm üzüme baka baka kararır, çürük habbe sağlamları çürütür"... çürük habbe bir de ben özgürüm bana karışamazsın deme cüretkârlığındaysa vah sağlam habbelerin başına !

Peki âlâ da, kükürtle muamele veya çürüğü sağlama sirayet etmeden koparıp atma özgürlüğünün neresinde toplum !

Seyr ü seferde mi, seyran-ı âlemde mi, uyur gezer mi, dokunmayan yılan bin yaşasın modunda mı ?

Yoksa Kul Himmet'in dediği gibi;
"Seyyah olup şu alemi gezerim
Kendi efkarımla okur yazarım" türküsünü mü çığırmaktadır...
"Toplumsal dejenerasyon, toplumun genel olarak etik, sosyal veya kültürel açıdan gerileme veya bozulma sürecidir. Değerlerin, normların, davranışların ve sosyal ilişkilerin olumsuz yönde değişmesi ve toplumun olumsuz sonuçlarla karşılaşması olarak tanımlanabilir. Toplumsal dejenerasyon, bir toplumun gelişme ve ilerleme sürecinden çıkarak, düşüşe geçmesini ifade eder."(1)

"Toplumsal dejenerasyon, birçok farklı faktörün etkileşimi sonucu ortaya çıkabilir. Bunlar arasında ekonomik zorluklar, sosyal çatışmalar, siyasi istikrarsızlık, kültürel değişimler, teknolojik ilerlemeler, değer erozyonu ve demografik değişiklikler gibi etkenler yer alabilir. Bu faktörler toplumun normları, değerleri ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyerek toplumsal dejenerasyon sürecini başlatabilir.
Toplumsal dejenerasyon, birçok olumsuz sonuca yol açabilir. Bunlar arasında suç oranlarının artışı, ahlaki değerlerin erozyonu, toplumsal çatışmaların artması, sosyal bağların zayıflaması, güvensizlik ve hoşgörüsüzlük gibi durumlar yer alabilir. Toplumsal dejenerasyon ayrıca toplumun uzun vadeli sürdürülebilirliğini ve refahını da olumsuz yönde etkileyebilir".(2)

Toplumların ileri gelenlerindeki çürümenin, onlara özenen ve rol model alan tabana kadar sirayet ederek kanıksanması durumunda, topyekün ahlâkî yozlaşmadan söz edilebilir. 

Önceleri çok çirkin sayılan ahlâksızlıklar vakayı adiyeden sayılmaya başlanır, hatta anormal olan normal görülmeye başlar.

Bir toplumda bu çürütme eğer operasyonel ise, sanat ve sanatçı, yönetim ve yönetici, iletişim vasıtaları ve sosyal medya gibi aygıtlar sistemli bir şekilde imhâ amacına hizmet ederler ki, hatta bir de hedefe isim koyulur, adı batı olur, moda olur, modernleşmek, muasırlaşmak olur...

Böylesi bir düzende malûmatfuruş kendini alleme,  nefer kurmay gibi satmaya başlamış, güçlü haksız da olsa haklı, muktedir liyakatsız da olsa buyruk sahibi olmuş, hukuk ölçüsüze ölçü, kılıfsıza kılıf bulan aygıt olarak kullanılmaya başlamıştır. 

Nesep, soy sop karışmış, körler badem gözlü, sağırlar sultan muamelesi görürken, ahlâksız ilişkiler birliktelik olarak görülmeye başlanmıştır. 

Canının her istediğini yapmak özgürlük, ağzına hergeleni söylemek düşünce hürriyeti, hakkı olmayana çökmek güç gösterisi, aşırmak uyanıklık olarak görüldüğünde, statüye yaslanarak bütün bunları kendine hak görmek beceriklilik, gösteriş de özgüven rampası olarak kullanılır olmuştur...

Defolunun defosunu gizleyerek kendini sağlammış göstermesi, çürüğün macun, dolgu ve boya-cilâ ile makyajlanması, olmayanı varmış gibi göstererek aldatmanın normal görülmeye başlaması....topyekün çürümenin dışa vurumudur.

Bu kalabalık; yüzü kızarmayan, utanma duygusunu yitirmiş, edebi nâ-mevcud, ahlaksızlıkta yarışan, arsız ve yüzsüz, aldatmayı marifet, aşırmayı beceri gören bir topluluktan (sürüden) varsayılsa gerek !

Evet bir salkım üzümün çürümesi içün bir tanesine küfün bulaşmış olması yeter de artar bile !

Peki ya insan, insan bunun neresinde ?

Artık böyleleri insan mı bilmem ama, böylesi bir kalabalık o çürümüşlüğün zirvesinde !

Çaresi mi ? Geçmiş ola diyesim var, amma Allah'tan ümit kesilmez !

Eğitim/terbiye, telkin ve tebliğ ile beraber, ahlâk kültürü müfredatı nedir bilmem amma onun yerine, güzel ahlâkın hâl edinme metodunun öğretimi ile bir yerlerden başlamalı...stratejiler geliştirilmeli.

"Etkili stratejilerle ve toplumun tüm kesimlerini kapsayacak şekilde uygulanan politikalarla toplumsal dejenerasyonun önlenmesi veya tersine çevrilmesi mümkündür. Toplumsal dayanışmayı artıran, sosyal adaleti destekleyen ve toplumsal kurumları güçlendiren politikalar, eğitim ve bilinçlendirme çalışmaları, toplumsal dejenerasyonu azaltabilir ve toplumun sürdürülebilir ve sağlıklı bir şekilde gelişmesine yardımcı olabilir."(3)

Değilse; iyilik, güzel ahlâklılık, sevgi saygı, empati, diger-kâm olmak, yardımlaşmak, hoşgörü, iyi niyetlilik, vicdanlı olmak, karşılıksız muhabbet, hak ve hukuka riayetkâr olmak ve benzeri gibi evrensel erdemler dillere pelesenk olur, sözü edilir de, çoğunlukla birer maskedir bugünkü kalabalıkların hâl ve gidişine bakıldığında bu söylemler, sadece lâfta kalır !

Sahnede rolü (ve menfaati) gereği sureta haktan görünenin, sahne gerisindeki durumuna bakmalı !

Hülasa-i kelâm, aynı tren katarında yolcu olanların bana ne deme lüksü de hakkı da yok, lokomotif raydan çıkınca, çekmekte olduğu bütün vagonları da peşinden sürükler, yoldan çıkarır !

Kokuşma/çürüme baştan başlar...çaresi balığı tuzlamaktır...eğer tuz da kokmuşsa geçmiş ola !

Vesselâm.
_______

1) Öz, M. (2016). Toplumsal Dejenerasyon. Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 30(3), 971-985.

2) Durmuş, A. (2019). Toplumsal Dejenerasyon: Kavramsal Bir Analiz. Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 20(2), 1065-1078.

3)Türksoy, N. (2018). Toplumsal Dejenerasyon: Sosyal Ağlar ve Sosyal Sermaye Bağlamında Bir Değerlendirme. Journal of Human Sciences, 15(4), 4071-4088.

19 Nisan 2024 Cuma

İşte putun, git hadi tapıya...

 

Ey mübtezel, ey her devranın adamı
Korkuluk musun yoksa balon adam mı ?
Dik de duramıyorsun omurgan mı yok
Havandan başkaca bir numaran yok !

Kabı delik olana ne koysak dolmaz
Adamlık rütbeyle mansıbla olmaz...
Çürüklerle çarıklarla işimiz olmaz
Soframızda ot, saman yal hiç bulunmaz...

Hadi çek arabanı başka kapıya
Buyur işte putun, git hadi tapıya
Bir ömür inşâ ettiğin çürük yapıya
Baykuş tüner, baykuş öter tâ fecre kadar

18 Nisan 2024 Perşembe

Nankörlük, hödüklük !

"Benim de benim..." zannı nasıl bir hödüklüktür
Yeleyi yele veren, bu dünya görümlüktür
Nimet vereni görmemek iki gözü körlüktür
İyiliğin kıymetin bilmemek nankörlüktür

Seyreyle hayvanatı günün her saatinde
Kargayı bülbül görme, her şey yerli yerinde
Beslediğin kargalar gaga dürter gözüne
Münhasır davranış var her birinin özünde

Zakkum çiçeği çok hoş da özünde zehiri çok
Kimi mahluk bal arısı, kimiyse zehirli ok
Kırk tilkiyle yoldaş gezen kurt gibi aç gözlüler
Helal haram demez, nankör, hep açtır, olsa da tok

İpsiz sapsız arsızın dönüp atasına bak
Edepsizlik yapanın durup arkasına bak
Zevkle kuyu kazanın bir de düşmesine bak
Yoğurdu hemen yeme dur da mayasına bak

Adam gibi adama verilen azık olur
Ehil elde ehliyet, hak ile mühür olur
Eğri büğrü odunlar çadıra kazık olur
Nanköre emek verme, emeğe yazık olur

Vücud ikliminin bânîsi...


Kimdir acep ? Şu vücud ikliminin bânîsi
Sen değilsin herhâlde, vardır onun hâmîsi
"Hâkim"in bildiğini bilmez hiç bir fânîsi
Olur mu hakikatin ne ama ne yânisi
 
Çoklukla övünenin okunmaz esamesi(*)
Dünyalık yarışının ne imiş felsefesi
Aldatmasın ha sakın hayatın debdebesi
Kanaatkâra nasip, ni'mete şükretmesi
___________
(*)Tekasür sûresi

17 Nisan 2024 Çarşamba

Az biraz ironi...


kör aynaya bakarken
sağır şarkı dinlermiş

topallar maratonda
çolak motif işlermiş

horoz uykuda kalmış
develer dama çıkmış

pirelerin en hası
sülüğe taş çıkartmış

fare kartalı yemiş
köstebek çok sevinmiş

filler ipe un sermiş
çekirgeler ilenmiş

yamyamlar şehre inmiş
akbaba bayram etmiş

sinek uçağa binmiş
kaptan pilotum demiş

karga bülbülüm demiş
gonca gül açıvermiş

16 Nisan 2024 Salı

İdealizm gargaraları...

Dava adamı mı dediniz ?
Bir yandan "dava" idealizmi gargaraları yaparken, bu söylemleri ile nefsine hizmet zemini oluşturan adamların dediğine değil işine bakmayı nihayetinde zamanla öğrendik.
Galip Erdem diyor ki;
"Bizler davayı Ağrı Dağı'nın zirvesine çıkaracaktık. Bin zahmet ve acılar çekerek tırmandık. Zirvede sevincimiz sonsuzdu. Ama bir noksanımız olduğunu farkettik. Davayı dağın eteklerinde unutmuştuk.
Meğer biz davayı değil kendimizi dağın zirvesine çıkartmıştık."
İdealist adamlığın yolu önce "adam" olmaktan geçer, adam olmayanın bir tek davası olur, o da fırsat kollayarak, fırsatı yakaladığında herkesi ve her şeyi egosu içün kullanmak ! 
Davarın davası; organiğinden ot-saman, samanlık sevdası, çayır-mera, beş yıldızlı ahır ideallerini gerçekleştirmek  !
Hani derler ya, ayının bildiği bütün türküler ahlat üzere, ideali armut amma bulamadığında ahlat !
İnsan, yaşamadığı şeyi idealize edip lafını etmeyecek, pazarlamasını yapmayacak...ya olduğu gibi görünecek, ya göründüğü gibi olacak ! 
İnandığı gibi yaşamayan ise yaşadığı gibi inanmıştır vesselâm...

Ziya Paşa terkib-i bendinde derki:
"Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde."

15 Nisan 2024 Pazartesi

Bir şarkının hikâyesi: Gençliğe veda/Yıldırım Gürses


Yıldırım Gürses 21 Ocak 1938'de Bursa'da doğan, 18 Kasım 20002d İstanbul'da vefat eden bestekâr ve san'atçımız...  
Liseyi Bursa Erkek Lisesinde okudu ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'ne girdi ve 1961 yılında mezun oldu. 1959 yılında Ankara Devlet Opreası  imtihanına girdi ve Türkiye birincisi oldu. Opera'da 7-8 ay çalıştıktan sonra ayrıldı ve TRT Ankara Radyosu sınavını yine birincilikle kazanarak çalışmalarına burada devam etti, bu yıllarda kendi bestelerini "Kazablanka Gazinosu"nun sahnelerinde seslendiriyordu.

1965 yılında Hürriyet Gazetesi'nin Altın Mikrofon Yarışması'na  sözü ve müziği kendisine ait "Gençliğe Veda" isimli plağı ile ve yirmi kişiye yakın Türk ve batı müziği sazendelerinden oluşan orkestrası eşliğinde katılarak birinciliği kazandı.

Altın Mikrofon'daki bu başarının ardından Yıldırım Gürses, albüm, konser ve müzik çalışmalarına hız verdi ve popüler müziğin en önemli isimlerinden biri haline geldi. Müzik hayatı boyunca 30'a yakın albüm yaptı. Aynı zamanda film müziklerinde de besteleri kullanılan en başarılı sanatçılardan biri oldu.
 
İçime hep hüzün doluyor, Son Mektup, Mazideki Aşk, Bir Kırık Kalp, Bir Garip Yolcu, Sonbahar Rüzgârları, Affetmem Asla Seni,  Dertliyim Arkadaş, Eller Eller, Gül Dudaklım, Mevsimler Yas Tutup Çöller Ağlasın, Liseli Kız, Çal Kanunum Çal, Mazideki Aşk ve hikâyesi aşağıda yer alan "Gençliğe Veda" dillere pelesenk olan Yıldırım Gürses'e ait 350 bestesinden bazılarıdır. 

Yıldırım Gürses'in, sözleri Arif Nihat Asya'ya ait  "Fetih Marşı"nın da hem bestesi ve hem de yorumu çok beğenilmiştir. 

"Gençliğe Veda" şarkısının hikâyesi şöyle:

Yıldırım Gürses bir akşam geç vakit evine dönerken sokakta yaşayan yaşlı bir adama rastlar...Üstünde kendisini ısıtacak bir giysisi bile bulunmayan bu yaşlı adam çöplerden yaktığı ateşle ısınmaya çalışmaktadır. 

Yaşlı adamın hayatını; gençliğini, mesut olduğu ve ümit dolu günlerine ait hatıraları, yaşlılığın ve kimsesizliğini, evsiz barksızlığın hüznünü, giden gençliğe elveda demekten başka çaresi kalmadığını ve ümitsizliğini, zamanın geriye gitmesi ve gençlik döneminde donması için semaya avuçlarını açmasını ve gençliğe duyduğu özlemini yüzündeki çizgilerden okuyan ve hayal eden san'atçı gençliğin insanın elinden nasıl da hızla kayıp gittiğini ve zamanın asla geri gelmeyecek bir kıymet olduğunu düşüneek şarkının sözlerini işte bu duygularla yazar...aşağıda yer alan bu dizeleri daha sonra da besteler.

Elveda, elveda gençliğim, elveda, ey hatıralar
Elveda mesut günlerim, ümit dolu sayfalar.

Yine mevsimler dönecek, yine yapraklar düşecek
Giden gençliğimiz geri gelmeyecek.

Ellerim semaya doğru yalvardım yıllarca
Dursun zaman dönmesin mevsimler

Tanrım, tanrım, bana ümit ver, heyhat…
Elveda, elveda, elveda ah, elveda.


San'at, San'atkârın ruh dünyasının eser şeklinde dışa vurumudur...
Yukarıdaki hikâyeden de anlaşılacağı üzere san'atçı dünyaya farklı bir gözle bakar, bir çok insanın yanından gelip geçtiği, bakıp gör(e)mediğini görür hisseder, gördüğüne mânâ yükler ve gereğini yapar, sanatsal olarak onu ressam ise tuvale, şair ise şiire, bestekâr ise besteye motif motif işler. Çünkü san'at, san'atkârın ruh dünyası ile ilgili olup onun eser olarak dışa vurumudur. Nakış, mısra ve nağmeler olarak icrâ edilen san'at hikmetin yanı sıra aynı zamanda ilim ve sembolleri de eser içerisinde barındırır. Dolayısı ile san'atçı ruh, bilgi ve birikimleri ile beslenen kabiliyetini eser olarak sergiler. Sanatçının muhayyilesi ise san'atını ortaya çıkarmak üzere müteharrik unsurudur.

İşte yukarıdaki şarkıya konu "sokakta yaşayan kimsesiz yaşlı"nın  durumunun Yıldırım Gürses'in san'atçı ruhundaki yansıması bu şarkının güfte ve bestesi olarak ne de güzel serd edilmiş...

Allah rahmet eylesin.

14 Nisan 2024 Pazar

Nusha sağırlar ve haddini bilmek...

Kavak ağacı diken ordan kabak ummasın
Şeytanla yola çıkan sakın gözün yummasın
Eşekten kısrak olmaz kimse hayal kurmasın
Kuru çaydan su içip, kir pasaktan yunmasın

Kartalla birlik uçan kendin kartal sanmasın
Çölde seyahat eden her seraba kanmasın
Her sofraya yanaşan her aşa el banmasın
Her ışığa atlayıp ateşlere yanmasın

Akıllı ona derler yaş tahtaya basmasın
Her duyduğunu doğru sanıp kulak asmasın
Ona buna bakıp da bir de ödünç küsmesin
Ağulu şerbet içip sonrası kan kusmasın

Haddini bilmeyenle asla yola çıkılmaz
Mert ile yola çıkan asla ardın kollamaz
Nankör açgözlülerle ni'metler paylaşılmaz
Nusha sağır olanın burnu pisten kurtulmaz

13 Nisan 2024 Cumartesi

Maslahat, meşveret ve yönetimde prensipler

Yönetici, yapılması gereken işleri planlayan, örgütleyen, koordine eden ve denetleyen, tasarruf yetkisindeki kurumsal kaynakları (personel, bütçe araç-gereç) hakkaniyet üzere yöneten kişidir.

Yöneticinin başarısı, aslında çalışanların başarısıdır. Kurumsal hedefleri gerçekleştirmek için göz ardı edilemez ilkelere uyulması başarıyı beraberinde getirecektir, işte bu ilkelerden bazıları:

Emanet: Tüm makamlar kamunun emanetidir ve geçicidir.

Maslahat: Yönetici tasarruf ve hükümlerinde daima kamu yararını gözetir, şahsi menfaatini asla ve kat'a düşünmez ve gözetmez. Eli de beytülmâl'e asla uzanmaz.

Ehliyyet ve Liyakat: Yönetici görevlendirme yaparken ölçüsü şudur,  görev hususunda birikim, tecrübe ve ehliyetin varlığına bakar, liyakatı arar.

Vakar ve kibir: Makam sahipleri eğer ehliyet ve liyakatta yetersizlik kompleksine düçar ise, otoriteyi sağlamak içün burnu havada gezerek onu kapatmaya çalışacaktır. Kibiri vakar ile, tevazuyu şirinlikle karıştıranlar otorite değil kukla yönetici olurlar.

Adalet:Yönetici herkese eşit mesafededir, yalaka ve yağcıları yanına yaklaştırmaz, etrafında yönetileni görmesini engelleyen etten duvar örücü müzevvirlere imkan ve fırsat vermez. Hak edene vermek, hak etmeyene vermemek adaletin terazisidir.

Şura ve Meşveret:Yönetici danışmadan ve görüşlere başvurup dinlemeden karar almaz, iş buyurmaz. İstişare ve ortak akla önem verir. Herkese, yönetimi altında olanlara ve hizmet ettiklerine eşit mesafededir.

Makam: Makamlar tepeden bakma, şahsını pazarlama, görev süresi bitince daha iyi yerlere gelmek için sıçrama tahtası ve hava atma yeri değil hizmetkârlık yerleridir, yönetici de görevi gereği sorumluluk ve vebal üslenmiş kişidir, kapısını daima açık tutar. Saltanatını sürdürme yeri olarak düşünülemez. Yönetici, idarî işlerdeki yardımcılarını da bu ilkelere uyanlardan seçer.

Disiplin ve denetim: Yönetimde iş ahlâkı ve disiplin ihmâle gelmez, değilse aylak ve tembeller bir yandan göz boyarken gözönünde olmayınca kaytarma yoluna gider. Yönetici "kadife eldiven içinde demir yumruğu" ödül ve ceza mekanizmasını, gerektiğinde kullanır.

Yanaşmalar: Her devirde makama ve makam sahiplerine yakın olma imkân ve fırsatlarını değerlendirme hususunda tecrübeli olan yanaşmalar vardır. Bunlar makamın imkanlarından ve makam sahibinin kredisinden mümkün olduğunca istifade etmeyi adet edinmişlerdir. Salatalarına maydanoz olmaya fırsat kollarlar. Yönetici yanaşmalara kapıları kapatmalıdır. 

Peşkeş çekmek: Yönetici kamu malını ve yararını kılı kırk yararak gözetir, tasarrufa azami dikkat eder, astların ve yönetilenlerin de dikkat etmesi hususunda denetimi ihmal etmez. İmkânları, fırsatları ve mevkileri şahsi çıkarı içün eşe dosta, "hamili kart yakını" olanlara asla peşkeş çekmez. Kamu ihalelerinde de aynı hassasiyeti gösterir, kamu üzerinden kısa sürede köşe dönmeyi düşünen ahbap müteahhitlere kapıyı kapatır. Babadan kalma çiftlik olmadığını, kamu adına yetki verildiğini bilerek davranır.

"Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz." (İsra sûresi, 16)

“İşte böylece işledikleri günahlardan ötürü zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmına dost yaparız.” (En’am sûresi,129)

“Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla ne de güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi iştendir, her şeyi görendir.” (Nisa sûresi, 58)

"Kıyâmet günü biz adâlet terâzilerini kuracağız da hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak. Yapılan iş hardal tanesi kadar bile olsa, biz onu getirip mizana koyacağız. Hesap görücü olarak biz yeteriz!" (Enbiyâ sûresi,49)
Toplumların başına her devirde layık oldukları yöneticiler gelir, eğer toplumun çoğunlukla ruhaniyeti iyi ise yöneticileri de iyi, kötü ise yöneticileri de kötüdür. Çünkü yönetici o toplumun bir parçasıdır ve içinden geldiği toplumun özelliklerini taşır.

Ham ve avam şahısların yetkilendirilince  görgüsüz, ahlâksız ve şımarık birer yönetici olduklarına, hazımsızlıklarına dair ne çok örnek  duydu, gördü yıllar içinde cemiyyet...

Yöneticiler işgal ettikleri mevkinin; makamın yetkisi ile, dikkat ve itina edilmezse kamu ve kul hakkının kolaylıkla yenilebileceği bir yer olduğunu, ahirette hesabının çetin olacağını, kuyumcu hassasiyeti ile ölçüp tartmadan karar vermemeleri gerektiğini bir an bile unutmamalılar...!

İrtikap, rüşvet ve zimmetin gırla gittiği, beytülmâl'ın ehil olmayanlarca talan edildiği devirler içün olsa gerek, Bağdatlı Yahya bir beyitte derki:
"İmrenme görüp yağlı pilavına ümerânın
 Kim bağrı yağı, çeşmi yaşıdır fukarânın"

(İdarecilerin, makam mevki sahiplerinin yağlı pilavına imrenme. Çünkü o pilav fakirlerin ciğerinin yağı ve gözü yaşıyla pişer.)

Yunus Emre derki:
Dünya Kimseye Kalmaz
Bir misafirhanedir
Arifler ana dalmaz
Bilir ki efsanedir

Ne ekersen biçersin
Döktüğünü içersin
Bir gelir bir geçersin
Gerisi bahanedir

İnsanlıktan sen çıkma
Dost kazanmaktan bıkma
Gönül yap ama yıkma
Çoğu bir kâşânedir

İyilik yapmaktır kârın
Kalır ancak o varın
Öleceksin sen yarın
Anla bak dünya nedir.

Netice-i kelam; nasılsanız öyle yönetilirsiniz, kavak diken kabak hasat etmeyi ummasın vesselâm...

12 Nisan 2024 Cuma

Muâllim Naci:"Müşterisiz meta zayidir"

Muâllim Naci, Tanzimat Edebiyatı’nın önemli şairlerdendir.1849 yılında İstanbul’da doğmuştur. Asıl adı Ömer, babasının adı Ali, annesinin adı Fatma Zehra’dır. İlköğrenimine İstanbul’da başlayan Muallim Naci, küçük yaşta babasını kaybedince dayısının yanına, Varna’ya, giderek burada medrese öğrenimi görmüş, Arapça ve Farsça öğrenerek öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Bir süre Sait Paşa’nın kâtibi olarak Anadolu ve Rumeli’de dolaşmış, onun Hariciye Nazırı olmasıyla İstanbul’a dönmüştür. 1883’te Hariciye Kalemi’nden istifa ederek Tercüman-ı Hakikat gazetesinin edebiyat sayfasını yönetmeye başlamıştır. Mekteb-i Hukuk’ta ve Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapmış, II. Abdülhamit’in vakanüvisliğini de üstlenmiştir. 1893 tarihinde hayatını kaybetmiştir.

"Hezarfen" lakaplı Necmeddin Okyay; 1883 yılında doğmuş, 1976 yılında vefat etmiş gül yetiştiriciliği, hattat, ebruzen, kağıt cilalama, mücellit gibi bin bir sanat ustası olarak bilinir.

Necmeddin Okyay'dan bir hat çalışması...Muâllim Naci'nin meşhur:

"Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir" beyti...

Marifet; bilmek, tanımak, bilgi, irfân, vehmin etkisinden arî ilim mânâsında kullanılır. Bu ilmi hâl edinmiş mârifet sahipleri kültürümüzde ârif diye anılırlar. Âriflerin ândaki tecellileri temaşa ettikleri ifade edilir.

Marifet bir deryâ, ârif ise deryâdaki dalgalar üzerinde yüzebilen ve zaman zaman deryânın derinliklerine dalarak ordaki inci ve mercanları gören, kıyıdakilere deryâyı ve içindeki cevherleri anlatan ikrâm edendir...

Genel manada yetenek/beceri olarak da kullanılan marifet, kıymet bilenlere gösterilir, kıymetinin bilinmediği yerden uzaklaşır. Namık Kemal aşağıdaki beyitte vurguladığı gibi gereğini yapar;

“Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten
Çekildik izzet ü ikbal ile ......”

Marifet, onu müdrik olanlar nezdinde kıymetlidir, mücevherin kıymetini kuyumcu bilir, işportaya düşen kuyum boncuk hükmündedir...

Öyle ya eskiden ârife tarif gerekmez derlerdi, çünkü onlar marifet ehli idi...bugünün maârifi ise diplomalı câhil tezgâhı olmuş, odunluk meyvesiz ağaç yetiştirmektedir, buna dair Şâir Eşref bir beyitinde şöyler der:

"Şahâdetnâmeli câhil mi istersin bu âlemde
Maârif şimdi bizde meyvesiz eşcâra dönmüştür"

Devran böyle olunca, insana has vefa, kıymet bilmek, marifet sahibi olmak ne mümkün, bilgi/kitap yükü taşımakla ilim ve marifet sahibi olunmuyor...alabildiğine teferruatıyla tarif bile karanlığı aydınlatmaya yetmiyor  !

Gerçi "kasabın bıçağını yalayan koyun"lar da, odunluk ağacın da olması lâzım amma ve lâkin mevzu meyve ve ikrâm, inci ve mercan olunca...yine de körler mahallesinde ayna satmamak lâzım !

Ahlâkî eğitim almamış şahsa verilecek bilgi ve fırsat, kazandırılacak beceri, sunulacak imkân; topluma, kibir, sömürü, kullanılma, zulüm, zarar-ziyan ve kötülük olarak olarak döner...ahlâksız elindeki marifeti silah gibi kullanır.

Kıymet bilmek; ilim sahibi, güzel ahlâklı, vefâkâr "insan"lara hastır, aksine olanlar ise marifet ehlini sömürmekten öte düşünceye sahip değildirler. Bu ikinciler marifet ehlini sömürüp işleri bitince de sırtlarını dönüp gider, yeni limanlara yelken açarlar.

Bu sebeple marifet, kıymetini bilmeyene, ona itibar ve iltifat etmeyene gösterilmemeli, değilse mücevheri aklı kıt olana yahut çocuğa vermek gibi olur ki, bunlar onu bir boncuğa, bir sakıza değişiverirler...zayi ederler !

Dolayısı ile kıymet bilmeyenin marifet neyine !

İşte Muâllim Naci olarak bilinen Ömer buna binâen  meşhur beytini serd etmiştir:

"Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir"

Niyâzî-i Mısrî'nin bir beyti ile mevzu hitama ersin:
"Merkeb izinde su görüp deryâyı gördüm sanma sen
Deryâ odur kim ka’rını aslâ semek bilmez ola"

11 Nisan 2024 Perşembe

Bir tatlı huzur...


Medeniyet mi dediniz ?
Kalabalıklar ve sosyal mekânlar mı dediniz ?
Huzurlu musunuz ?
Bir tutam huzur arayan insan, şöyle bir mekân düşlese...


Telaşlı kalabalıklar yok
Dünyayı yutma çabası yok
Teknoloji yok
Konfor ve bağımlılık yok
Lüks yok
Kuş sütü dahil açık büfe yok
...
Minimalist hayat var
Doğanın ufkunda dolaşmak var
Kuş cıvıltıları, su sesi var
Günlük tatlı meşguliyetler var
Kanaat var, şükür var
Muhabbet var
Sükunet var
Tatlı bir huzur ile nefes almak var...
Aranan huzur mekânda değil !
Mekân, insana huzur veremez,
insan mekâna huzur katar...

Doğruluk, iyilik, çalışmak, şükür, 
şikayeti terk etmek huzuru artırır...

Huzur dışta değil iç âlemde !
İnsanın ihtiyacı olan;
kanaat, şükür, muhabbet, tatlı bir huzur ile nefes almak, huzurlu olmak ve mekâna huzur katmaktır...
Dışarıdaki kesreti birlemek, kalabalığı içine almamak, iç âlemde vahid ile olmak, huzura kapı aralar...
Huzurdan alınan nefesi huzur ile vermektir aslolan !
Gerisi mi, teferruat !

10 Nisan 2024 Çarşamba

Her gün bayram etmek...!


işte bayram !

sabahtan akşama;
yalansız garezsiz, ivazsız, günahsız çıkmak,
hasetle fesatla karşılaşmamak,
şeytanın vesveselerine kulak asmamak,
öfkesine mağlup olmamaktır, bize bayram...

yanındakine; yediğinden yedirmek,
kul hakkı, kamu hakkı, komşu hakkı,
yetim hakkını gözetmek,
yolcunun hakkını vermek,
ana babaya uff dememek,
elin, ayağın, dilin, gözün, kulağın kaymasını engellemek,
dertliye ecza, elsize el, amaya baston olmak,
zayıfı ve düşkünü kollamak,
yolunu şaşırmışın elinden tutmak,
zalime karşı durmak,
hakkı olmayana el uzatmamak,
helalinden kazanmaktır bize bayram...

her hâl ü kârda
edebi muhafaza etmek
muhabbet ve hürmeti tekmil eylemek
yeryüzünde tevazu ile yürümek
hak ve hukuku gözetmek,
layık olmayana yol vermek,
çıkar içün yanlışa göz yummamaktır bize bayram...

gafil olmamak
şükürsüz kalmamak
gönül kırmamak,
gönül almaktır bize bayram...

hasbî olmak,
dosdoğru bir ömür yaşamak,
ömür defterini iyi amel ve güzel ahlâk ile doldurmak,
Allah'tan gayrıya kul olmamaktır bize bayram..

9 Nisan 2024 Salı

Kahvenin hatırı ve acı kahve (mırra) hikayesi...


"Gönül ne kahve ister ne kahvehane
Gönül muhabbet ister kahve bahane” 

Osmanlı döneminde sosyal hayatının önemli bir parçasını oluşturan kahvehaneler önceleri kahve içmek, kitap okumak, sohbet etmek için uğranılan mekanlar olsa da, zaman zaman “miskinlerin buluşma mekanı ve fitne yuvası” olarak görülmüş ve kapatılma yoluna gidilmiştir. 

Bugün kahvehâne ve kıraathâneler giderek azalmış, yerini sayıları gün geçtikçe artan "kafe"ler almıştır. 

Kahvehâne ya da kıraathâneler iletişimin bugünkü gibi yaygınlaşmadığı devirlerde bulundukları mahallin sohbet, muhabbet, kültürel paylaşım merkezleri olması yanısıra, sosyal meselelerin konuşulduğu ve efkârı umumiyenin tebarüz ve temerküz ettiği mekânlar olarak da önemli bir fonksiyon icrâ etmekteydi...

Osmanlı toplumunda kahve, bizde yetişmediği ve ortadoğu ve doğu afrikadan getirildiği içün, ayrıca herkesin kolayca erişebildiği bir içecek olmadığından çok kıymetli tabi...

Bu sebeple hatırlı misafire kahve ikrâm edilmesi de çok makbul idi...

Bu yüzden de, "bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var" demişler...

Kırk yıl hatır ile ilgili şöyle bir hikâye de anlatılır...

Rivayete göre; İstanbul'da  Galata köprüsü civarındaki Yemişli İskelesi'nde bulunan kıraathâneyi  Üsküdarlı bilge bir kahveci işletmekteymiş. Kıraathânenin müşterileri  kahvecinin muhabbetini çok sever, sohbetini dinlemeye gelirlermiş. Bir gün kıraathâneye gelen bir yeniçeri kahveciye seslenmiş:

-Baba,  şu köşede tek başına oturan rum kaptan hariç benden herkese bir kahve ikram ediver. Kahveci:

-Hay hay paşam, diyerek herkesin kahvesini dağıttıktan sonra iki fincan kahveyi tepsiye koyar ve  rum kaptanın yanına otururarak birini kaptana verir.

Bunu gören yeniçeri bağırarak seslenir

- Baba ona verme demedim mi? 

Kahveci;
- Bu benim ikramım der ve kaptanla kahveleri yudumlarken sohbete tutuşur.

....

Rumlar Sisam adasında bir kalkışma ve isyan başlatırlar. Askere alınan bilge kahveci de isyanı bastırmakla görevli askerler arasındadır ve rumlara esir düşer. Rumlar esir aldıkları kişileri esir pazarlarına satmaya götürürler, onların arasında üsküdarlı kahveci baba da vardır. Pazarda kahveciyi adamın biri satın alır ve ıssız bir yere götürür. Satın alan şahıs;

-Beni hatırlamadın galiba bey baba, 40 sene önce yeniçerinin biri senin mekanına gelmişti, kaptan hariç herkese kahve ikram etmişti, sen de bana kendin kahve ikram etmiştin ve sohbet etmiştik, işte o kaptan benim. Ben hem senin sohbetini, hem ikram ettiğin kahveyi hem de o güzel davranışını hiç unutmadım, seni görünce hemencik tanıdım. Özgürsün, istediğin yere gidebilirsin, der. 

İşte bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı var, sözü rivayete göre bu hikâyeden geliyor (1)

Kahvenin sevilen az bulunan herkesin erişemediği bir içecek olması bir yana, bazı devirlerde fiyatındaki fahiş artışlar kahve tiryakilerinin canını sıkmış hatta beddua etmeye kadar mes'ele edilmiş...

Aşağıdaki beyit bu sebeple yazılmış...

Geçtiğimiz yüzyılda, kahve fiyatlarının arttırılması üzerine, Sadullah İzzet Bey şu beyit ile fiyat artışını ağır bir dille protesto eder:
"Kahve narhın arttıran kahve gibi çeksin azâb
Hem yanıp hem rû-siyâh hem hurd ola hem gark-ı âb"
(Kahvenin fiyatını yükselten, kahve gibi azap çeksin, hem yansın, hem yüzü kapkara olsun, hem un-ufak parçalanıp döğülsün ve hatta hem de suya batsın!…) (2)

Urfa yöresinden bir acı kahve hikâyesi de şöyle:
Urfa’da, esnaf tarafından dükkâna gelen müşterilere zamanları müsait ise genelde çay ve kahve ikram edilir.

Gözü açık ve aynı zamanda cimri olan esnafın birisi, kalabalık bir grup müşteri geldiğinde masraf olacak diye çay ve kahve ısmarlamak istemezmiş. Bu nedenle usulen sorar, eğer müşteriler de içmek isterlerse, çırağını çağırarak;

-Oğlum bana ‘acı’ (mırra), bak arkadaşlar ne içiyor, dermiş.

Misafirler içeceklerini belirttikten sonra, çırak siparişleri kahvehâneye vermek üzere oradan ayrılırmış. Dakikalar geçmesine rağmen siparişler bir türlü gelmezmiş. Müşteriler daha fazla bekleyemediklerinden müsaade isteyerek, bir şey içmeden kalkarlarmış.

Meğer, “Bana ‘acı’ bak arkadaşlar ne içiyor” sözü, ustayla çırak arasında bir şifreymiş.

Yani: “bana acı” derken, “beni masrafa sokma, siparişi verme” demekmiş.

Sonraları, esnafın bu huyunu öğrenen müşteriler, oturup saatlerce siparişleri beklerlermiş. Hatta esnaf:

-Kusura bakmayın siparişler gecikti, dediğinde, misafirler:

-Akşama kadar da gecikse bekleriz, zararı yok, derlermiş.

Bu durum karşısında çay, kahve ısmarlamaktan kurtulamayacağını anlayan esnaf, mecbur kalıp çırağı bir daha göndererek siparişleri hızlandırırmış. Siparişler gelince de misafirler cimri esnafın çay ve kahvelerini daha bir keyifle içer giderlermiş.
Kahveniz hatırlı, hâneleriniz muhabbetli, ocağınız bereketli olsun, ömrünüz aziz ve mübârek, hatırınız hep var olsun efendim...
________________
Kaynaklar:
(1)https://kahvesever.net/bir-fincan-kahvenin-40-yil-hatiri-vardir-deyiminin-ilginc-hikayesi/#gsc.tab=0
(2) Kahve Molası, İskender Pala, Kapı Yayınları s.60

8 Nisan 2024 Pazartesi

Ne yağdıracak gökten acaba...


bir devranki;
koyunlarla dolmuş bütün meydanlar
kuzular korkmuyorlar artık kurtlardan
firavunla yarışır olmuş çobanlar

bir devranki;
anası seçilmez olmuş kuzudan
mahlukat bir yarışta anadan üryan
çarşılar pazarlar kaynıyor fettan
yine de buruluyor bıyıklar kaytan

bir devranki;
şahsiyyet geride, öndeymiş cüzdan
tanımak zorlaşmış, insanı yüzden
hiç güven kalmadı, vaadli sözden

bir devranki;
kimi hesabî kimi dilsiz şeytan
fazıllar uykuda, arsızlar mestan
ses veriyorlar bir de akordsuz sazdan
geçilmez olmuş yollar niyazsız yozdan

bir devranki;
ne fayda, mangalda kül bırakmaz sözden
heyhat ki hiç haberli kalmamış özden
korkan da yok kıpkızıl kor ateşten közden

çürük  çarık topluma işte bu yüzden
ne yağacak acep, bekle gör, gökten
kemik mi, ateş mi, yoksa rahmet mi ?
hikmetine sual olmaz, O hazreti Yezdan

7 Nisan 2024 Pazar

Yahşi ve uyak sözler...


gelen gider gelen gider
bu dünyaya gelen gider
itlikte ısrar edenler
kemik ardı koşar gider

zayi etme zayi etme
nefesini zayi etme
ya hayır söyle yahut sus
kelamını zayi  etme

yumurtadan yumurtadan
çıkmış civciv yumurtadan
çıktığı yeri beğenmez
dudak büker çaktırmadan

beden taka beden taka
ruh dümendir beden taka
eğer taka su almışsa
öte yaka öte yaka

huylu da var huysuz da var
gören görür kimde ne var
dünya sayki çayır mera
yiyen davar, yiyen de var

haktan ayri haktan ayri
kim düşerse haktan ayri
şeytan ile yarışınca
zebanileşirmiş gayri

beriye gel beriye gel
seni de götürmeye sel
dünya hayatı bitince
saçın yolunacak tel tel

herşeye hakimsin güyâ
gerçek sandığın bir rüyâ
rüyânı doğru tevil et
hükmün hikmeti var zirâ

dünya fani dünya fani
ukba baki dünya fani
sağırlara sözümüz yok
işiten düşünsün bari

aldık balıktan haberi
dedi: alıklar seferi
sorduk ne zamandır öyle
dedi: tâ ezelden beri

olan olmuş olan olmuş
olacak olanlar olmuş
hem çalıp hem oynayanı
seyredenler de hep olmuş

kıyak söyler kıyak sözler
hem yahşi hem uyak sözler
yalakaya ayakçıya
olacak olanı söyler

6 Nisan 2024 Cumartesi

Kaht-ı rical, kıtlık mes'elesi...

Bir toplumda eğer milletin kesesinden kamu kasasına aktarılan paralar ile ultra lüks makam araçlarına binme, şatafat, kibir, erişilmez olma, atamalarda ehliyet ve liyakat yerine ahbab çavuş hesabını gütme, tecrübe ve diploma yerine rozete göre karar verme, tasarrufları ve hükümlerinde hak ve hukuka riayet etmeme öne çıkmışsa, balığın yüzgeçleri kokmaya başlamış demektir...

Bir de üstüne üstlük rüzgâr ne taraftan esse de farketmez deyu yelkenlerini şişiren, her türlü suda gemisini yürüten kaptanlar var ya, işte onlar da mantar gibiler, mantar...yanlarına yalakalar, yağcılar, asalaklar, sonradan görmeler, altın suyuna batırılmış tenekeler, ilim yoksulu icazet sahipleri, mürekkep okkası yalamış merkepler, kıyafetin içini dolduramayan, koltuğun minderini  haketmeyenler de eklenince...

Nerde o devlete milletin emaneti olan parayı harcarken Hz. Ömer’in mum hassasiyeti gibi hassas davranan adamlar ! 

Yoksa Hz. Ömer'in hassasiyetinin lafını edenler bir gün makam ve hüküm sahibi olunca, kamunun sırtından mum ve fitil fabrikası sahibi mi oldular ?

Nerde Hz. Süleyman gibi asâsıyla insanları aydınlatan, fermanının mührüyle kötü ve kötülükleri mühürleyen adamlar...!

Yoksa onlar da, mühür bendeyse sultan benim, buyruk benim, ferman benim, kanun benim, canım ve keyfim nasıl isterse öyle hüküm veririm demeye mi başladılar ?

Kişinin dediğine değil yaptığına bakınca, haksızlığı, yağmayı ve adaletsizliği görüpte söylemeyen dilsiz şeytan derekesindedir...

Peki şimdi can alıcı soruyu soralım, sizce toplumun genelinde  ekseriyeti oluşturan, melekler mi, dilsiz şeytanlar mı ?

Neyi niçün sorguluyoruz o halde, elbisenin kalitesini kumaşın kalitesi belirlediğine göre, çaresi kaliteli kumaş dokumaktan geçmez mi !

Dokuma tezgâhı, malzemenin kalitesi ve en mühimi dokuma ustasının ustalığı önemsenmediğinde varılacak nokta hulktan bîhaber ahlâk terennümü olur !

Köküne kibrit suyu dökülmüş ağaçtan meyve vermesini beklemek ham hayalden öteye çıkmaz, habire üst yapıya yatırım yapıp, ahlâkı ve "insan" yetiştirmeyi (alt yapıyı) ihmâl eden toplumlar deryânın ortasında ve dümeni bozulmuş gemide yol alırlar ki, akibeti akıntı ve rüzgâr belirler !

Bütün mes'ele milletin emanetine sahip çıkacak dosdoğru emanetçilerin kıtlığı, ucu ahlâk kıtlığına çıkan "adam kıtlığı" olsa gerek...

Âsaf mahlası ile yazan Mahmud Celâleddin Paşa, "Der-Şikâyet-i Kaht-ı Ricâl" kasidesinin bir beyitinde şöyle der:

"Yağmegerân-ı devleti koğmak farîzadır
Onlar koğulmaz ise koğar bizleri kifâr"

Ayine-i devran bunu göstermiyor mu ?
Geminin salimen yol alması içün üst yapı yerine, ahlâklı  "insan" yetiştirmeye (alt yapıya) odaklı bir anlayış ile aile kurumuna ve eğitime önem vermek ve "adam" yetiştirmek esas gaye olmalıdır...

Medeniyyet tasavvurunu gerçekleştirmek ancak iyi yetişmiş ahlâklı bireyler ile mümkündür...vesselâm