Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Temmuz 2023 Cumartesi

Şöhret kültürü ve yalının görkemi...


Sadelik muhteşemdir, şöhret afettir, yalın olan görkemlidir.
İnsanın ihtiyacı kadarı ile yetinmesi onu asıl mutlu edecek olandır...ihtişam ve abartı ise zayıf kişiliklere hastır.

Tecrübe ile sabittir ki, sade yaşayan kanaatkâr bir insanın, dünyadaki en zenginden bile daha mutlu, huzurlu, lüks ve konforlu bir hayatı vardır...

Şiddetli şöhret, ihtişâm ve lüks arzusu, onlara erişmek isteyenleri her türlü tavizi vermeye kadar götürür maâz'Allah...

Ve bir toplumda şöhret kültürü yaygınlaşınca da üretmeden pazarlamaya özenenlerin sayısı artar...
İnsanların bir bölümü fikir/bilgi/ürün ürettikleri halde, birileri de bu insanların ürettikleri üzerinden pazarlamacılık ile şöhret olmak peşindedir...

İhtişama eğilimli olmak iptila yaratınca, onun müptelası olmak insanın giderek uyuşturucusu olur... 

Şöhret kültürü ile birlikte uyuşma hâli toplumda yaygınlaşınca da taklitcilik artar.
 
Taklitçilikte ise kafa yormak ve üzerinde çok da düşünmek gerekmiyor. 
Taklitçilik ve tatminsizliğin zirvede olduğu; eşyaya ve dünyaya kullanılıp çöpe atılacak ve daha yeni versiyonuna sahip olunacak bir meta gözüyle bakan bir toplum ise sağlıksız bir toplumdur, bu yaşama tarzını benimsemek ihtişam düşkünlüğünün dışa vurumudur, indikatörüdür.

Bir toplumun hâkim kültürü, her şeye maddî değeri kadar kıymet vermek olunca sahnede ve vitrinde "insan" değil "insansı" (android)lar  yer alır, çünkü böyle bir toplumda insanlar münzeviliği seçmişlerdir.

İnsan taklitçileri ise sanat, müzik, moda, eğlence, siyaset, bürokrasi vb. sahalarında kendilerini vitrinize etmek ve şöhret olmak çabası içerisindedirler.
 
Sekülar bir kültürde; başrolde şöhret, ihtişam ve para vardır.

Böylesi bir dünyada ise, (kalıbını dolduramamış) etiketliler ve onlara özenenlerin  mantar gibi çoğalması, insanlığı öldürüyor demektir.

Ve sonunda elde kalan: üretmek dertleri olmayan, özgünlükten bihaber, bönlüğün had safhada olduğu; sadelik ve doğallıktan uzaklaşmış, şöhret, ihtişam, lüks ve konfor müptelası bir toplum....

Halbuki "insan"ı tatmin eden şey ne ihtişam ve şöhret, ne lüks ne şaşaalı ve abartılı bir hayattır. 
Bunların hepsine sahip olup yine de mutsuz, tatminsiz ve depressif insanlara siz de şahit olmuşsunuzdur !

Çünkü egonun/nefsin istiap haddi, yani taşıma kapasitesinin sınırı yoktur... hep eldekinin bir üstünü, ötekini istemekle bir ömür geçer de kişi farkında bile olmaz...

Onun için kişi kendini şöyle bir yoklamalı: eğer arzu ettiği bir hedefe ulaşmış da daha fazlasını istemeye başlamışsa ego/nefs devrededir ve kontrolü ele alma, frene basma zaman gelmiş de geçiyor demektir. 

Çünkü bu isteklerin duru durağı yoktur.

Arzu ve hevesler girdabı veya anaforuna bir kez kapılmaya görsün kişi, kurtuluşu yok...hep dahası, dahası ve sonrasında mutsuzluk ve huzursuzluk...
 
Çaresi ise "sadelik"te ve fıtrî olan "tabii"likte !
Çeldiricilerin yoğun olarak göze çarptığı bir devirde sadeliğe talip olmak da kolay değil tabiki...

Bilinmelidirki; ihtiyaçlar hiyerarşisinde sadeliği tercih ile minimalist yaşamayı becerebilen insan ancak huzur ve sükun bulur, mutlu yaşar, değilse çok istediği arzu heva ve hevesin, şöhret ve ihtişamın müptelası olur; sürdürebilmek için ise bunun hizmetkârı ve/veya kölesi olur...

Dücane Cündioğlu diyorki;
"..insan ruhu inceldikçe (algı kapasitesi arttıkça) daha küçük daha narin daha zarif şeylere eğilim duyar. Oysa eğitimsiz kaba ve küçük(basit) ruhlar, haz alabilmek için daima kocaman, büyük, iri şeylere yönelirler; büyük yapılar, büyük takılar, büyük arabalar…"

İşte tam bu noktada kafasını kaldırıp gökyüzüne baksa insan, semâdaki ihtişamı görüp derin bir nefes ile içine huzuru doldursa, gökyüzünün maviliğindeki sadelik ve temizliği idrak ettikten sonra da bakışını yeryüzüne indirse ve kendine bir baksa...kalabalıklar içinde sükuneti yaşar, huzuru hisseder, sadelik ve mütevazı olmanın görkemliliğini de fark eder belki !

Ve unutulmamalıdır ki, sadelikte "insan" ön plândadır, ihtişamda ise eşyâlar, şeyler, şöhret, maskeler, samimiyetsizlik, gösteriş vs ön plandadır...
Sadelikte nezaket, nezafet, nefaset, zarafet, estetik, akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim vardır...
Sadeliğin görkemi ise başkadır başka !

Bir kaç veciz söz ile tamamlayalım:
“Sadelik en yüksek gelişmişlik düzeyidir'' (Leonardo da Vinci) 
"Güzellik, fazlalıklardan arınmadır..." (Mikelanj)
"Akıl, mekânı tamir eder; gönül ise, zamanı..." (İhsân Fazlıoğlu)
"Dünya malına tapıyorsun; şehvet ve şöhret peşinde koşuyorsun; istediğini alamayınca da üzülüyorsun, içine düştüğün acıklı hali anla da aslının aslına doğru gel !" (Mevlânâ)
"Şöhret bir uyuşturucudur. Ona esir olursunuz, ama bunu kabul etmek istemezsiniz."(H. Coben)
"Hayatta basit insanlar şöhret veya menfaat, filozoflarsa hakikat peşindedirler."(Pythagoras)
"Bütün işi tırtıl yapar ama şöhreti kelebek kazanır."(George Carlin)
"Yeryüzünde nice bilinmeyen vardır ki, gökyüzünde şöhret sahibidirler." (Hz Ömer)
Hadis-i şeriflerde buyrulur: “İki aç kurdun bir koyun sürüsüne dalıp verdiği zarar, mal ve şöhret hırsına kapılan kişinin dinine verdiği zarardan daha fazla değildir.”

28 Temmuz 2023 Cuma

Bir şiir bir beste: Eğer bir gün dönersen...


Eğer bir gün dönersen,
Kapıyı çalmadan gel,
Sevdiğini söyleyip,
Kalbimi kırmadan gel.

Ümitsizce beklerim,
Beyhûde emeklerim,
Hasretini çekerim,
Yüzünü yıkmadan gel.

Gönlümde saklıyorum,
Aşkımı bil diyorum,
Sahilde bekliyorum,
Yollarda kalmadan gel.

Sevdiğimi biliyor,
Neden hala gelmiyor,
Yıllar akıp gidiyor,
Ömrümüz bitmeden gel.
                  Fevzi Şahingöz

27 Temmuz 2023 Perşembe

Prof. Dr. Erol Güngör derki...

Çağdaş eğitim sistemlerinde belirli bir dönem, bireylerin bilgi ve becerilerle donatılmaları yeterli görülmüş, bireylere verilmesi gereken değerler ve ahlâk eğitimi göz ardı edilmiştir. 

Dünyada yaşanan sosyokültürel yozlaşmalardan sonra, değerler eğitimi gündeme gelmeye başlamış, ülkemizde de 2000’li yıllardan sonra değerler eğitimine ayrı bir önem verilmeye başlanmıştır. 

Oysa Erol Güngör, değerler ve ahlâk eğitiminin önemini 1970’li yıllarda vurgulamıştır. 

Güngör (1995), eğitim sistemimizde genel amaçlar arasında dile getirilen çağdaş medeniyete ulaşma hedefinin sadece maddi bir kalkınma meselesi olarak görülmemesi gerektiğini; çağdaş medeniyetin aslında insanın manevi gelişimini ifade ettiğini belirtmektedir. 

Ona göre, birisine medeni ya da medeniyetsiz yakıştırması, o kişinin maddi durumu ile ilgili değil, tamamen ahlâki durumu ile ilgilidir. 

Bu nedenle, bir toplumun çağdaş medeniyetler seviyesine çıkabilmesi, maddi kalkınmanın yanında, bireylere vereceği ahlâk terbiyesi ile sağlayacağı manevî kalkınmayla mümkün olacaktır...
__________
Kaynak: İpek, C., "Erol Güngör’ün Değer Tasnifi ve Psikolojik Ahlak Kuramları", Cumhuriyet Dönemi Milli Düşünce Sistematiğinde Erol Güngör SEMPOZYUMU Kitabı sf:52, 26 Nisan 2018, Kırşehir.

26 Temmuz 2023 Çarşamba

Satma kendini !

Kadir Mevlam seni övmüş yaratmış

Kıymetin bil ateşlere atma kendini

Kul olan efendilik taslamaz, tac ile

Altınlara gümüşlere satma kendini

25 Temmuz 2023 Salı

Bir şiir bir beste: Sen yoluna ben yoluma...


Söz:Can Pektemur
Beste:Suat Kıyak

hastamıyım, yastamıyım, umursamadın
şu perişan halimi sen, hiç anlamadın
aklın onda, şunda, bunda
şimdi anladım
sen yoluna, ben yoluma, işler yoluna

dün şöyleydin, bugün böyle
kaldıramadım
her gün başka şey söyledin
kavrayamadım
sen hep nazda, ben niyazda
anlaşamayız
biz iki ayrı dünyayız
kavuşamayız

24 Temmuz 2023 Pazartesi

Kediler şahsiyet sahibidir !

 

Kedi şahsiyet sahibi bir canlıdır. Her kedinin de kendine has bir şahsiyete sahip olduğunu kedi sahipleri iyi bilirler. 

Gerçi karakter olarak her biri diğerinden farklıdır. Her kedi başlı başına ayrı bir âlemdir. 

Kafasına koyduğunu mutlaka yapar,  asla davasından taviz vermez, eyvallahı da 
yoktur !

Gelelim insanlık âlemine...

Öyle şahsiyetli insanlar varki, dosdoğru, dümdüz, yediğinden yenir, içtiğinden içilir, lokması helâl, kem söze lâl...çizgisi olan, kırmızı çizgilerinden taviz vermeyen  kişiliklerdir.

Kimi insanlar da varki kediler kadar bile şahsiyetli olamamış, şahsiyet oluşturamamışlardır...

Böylesi yanar döner, bir gün şurda bir gün burda, dün ateşli  savunucusu olduğuna bugün muhalif, tükürdüğünü yalamaktan utanmaz rüzgâr gülü karakterlilerin, belki de demeliki karaktersizlerin toplumdaki kirleticiliklerini her yerde görmek mümkün !

Meğer böylesi şahsiyetsizlerin para-pul-çul ve koltuk kulluğunu, hatta kula kulluğunu,erdem terazisit artmaya yetmiyormuş !

Böylelerine söylenecek tek söz var:

Kedi kadar bile şahsiyet sahibi olamadınız, ey yörük sırtından kurban kesip ni'met ve pay dağıtanlar, yazıklar olsun size ve sizi adam saymaya devam edenlere, hatta itibar edenlere !

Ve bir soru: 

Dün burnu havada dolaşanlar ile avane ve şürekâlarının sonrasında selâma muhtaç olduklarını görmeyeniniz var mı ?

23 Temmuz 2023 Pazar

Bir şiir bir beste:Albümleri yakmadan git...

Ey canan hasretle, kavrulduğun an
Hasretin bendini, yıkmadan git
Gözlerin maziyle, yaşardığı an
Eski albümleri yakmadan git.

Ayrılık ateşi kor olduğunda
Yürek yangınıyla, yakmadan git.
Duvarlar üstüne yürüdüğü an
Can gibi kafesten, çıkmadan git.

(Şair-bestekâr Cemalettin Turan'ın bestelenmiş şiirine nazire...)

21 Temmuz 2023 Cuma

Hipertermi/sıcak çarpması, küresel ısınma ve insanın sıcağa dayanma sınırları...

İnsan vücut sıcaklığı; hareketlilik, ortamın hava sıcaklık derecesi ve dış etkenlere bağlı olarak değişiklik gösterir.

İnsanın da içinde yer aldığı homoiotherm organizmalarda, canlılık işlevlerinin sürdürebilirliği açısından organizmanın içsel dinamikler ile ayarladığı ideal bir vücut sıcaklık değeri vardır.

Organizmalarda bütün metebolik aktiviteler ve biyokimyasal reaksiyonlar iste bu optimum vücut  sıcaklığına bağlı olarak yürütülür.

İnsanlarda bu içsel sıcaklık derecesi 37 derecedir. Vücut sıcaklığımız beynimizdeki  termostat gibi çalışan termoregülatör görevini üslenmiş hipotalamus tarafından kontrol edilir, ayarlanır ve sabit tutulmaya çalışılır. 

Bu seviyede sabitlemek için, ısıtma veya soğutma için her daim vücuttaki bütün reseptörlerden gelen verilere göre gerekli tedbirler alınır. 

Eğer vücut iç ısısı 37 derecenin üzerine çıkmışsa, kan dolaşım sistemi bu ısıyı derinin yüzeyi altındaki kılcal damar sistemi ağına daha fazla maruz bırakarak, ve/veya terleme yoluyla, suyun sıvı durumdan gaz/buhar durumuna geçerken oluşan soğutucu tesirinden faydalanarak, vücut ısısı düşürülmeye çalışılır.

İnsan vücudunda toplamda 2 - 4 milyon kadar ter bezi bulunuyor. Ortalama saatte 3, günde 10 lt. ter salgılama kapasitesine sahipler.
Aşırı sıcak havalarda hava akımı ve esintinin olduğu bir yerde insan bir saatte 1.5 litre ter atar, hava akımı olmayan  bir yerde ise saatte 4 litreye kadar terleyebilmektedir. Azami terleme ile insan saatte 4 kilo kaybedebilir.

Terleme yolu ile suyun yanında çok miktarda sodyum klorür,  az da olsa üre, laktik asit ve potasyum iyonları da atılır. Terlemenin yüksek olduğu durumlarda terde üre konsantrasyonu kan plazmasındakinden iki misli, laktik asit dört misli ve potasyum 1.2 misli daha fazladır.
Dünya yüzeyinde şimdiye kadar kaydedilen en yüksek sıcaklık 56.7°C’dir. Bu sıcaklık 10 Temmuz 1913’te, ABD, California’daki Death Valley’de ölçülmüştür. Yüz on yıl sonra bile hala Dünya’da  bu sıcaklık seviyesi ölçülmedi.

Ancak küresel ısınma, sera gazları ve karbondioksit emisyonunun (sanayi üretimi, fosil yakıtların kullanımındaki aşırılıklar vb. sebeplerle) artışına ülkeler yanaşmadıkları için, dünyanın ortalama sıcaklığı artmaya devam etmekte, bu da iklim krizi, su ve gıda krizi olarak insanlığı daha çok etkilemeye devam edecektir. Ve belki su ve gıda savaşlarının başlamasını tetikleyecek, aynı zamanda krizin daha fazla hissedildiği coğrafyalardan kütlesel göçü hızlandıracaktır.

Bütün canlı organizmaları etkileyen sıcaklık değerlerindeki artış insan vücudunda da koma ve ölümle neticelenen bie sonuca yol açar.

Yukarıda bahsetmiştik insan vücut sıcaklığının hipotalamus tarafından fizyolojik tedbirler ile kontrol edilmeye ve sabit tutulmaya çalışıldığını...ancak bunun da bir sınırı olduğunu biliyoruz !

Hava sıcaklığı ile havadaki nem oranı  arasındaki ilgi ise bu hususta çok önemli...

Nemli bir havada ne kadar terlerseniz terleyin, serinlediğinizi hissedemezsiniz, çünkü vücuttan attığınız ter buharlaşamamaktadır.

Vücudu soğutan ter buharlaşan terdir.
Oda dıcaklığı derecesi sayılan olan 22.7 - 24.4 dereceler arası insan vücudu için konfor sıcaklık değerleridir.

Yüksek nem düzeyinde ölçülen hava sıcaklığı yaş termometre değeri olarak hesaplanır, bunun için sınır değer olarak kabul edilen 35 santigrad derecedir.

Eğer dış ortamdaki hava sıcaklığı 38,9 derece ve bağıl nem %77 ise, yaş termometre 35 dereceyi gösterir. Bu sıcaklığa maruz kalmak ani bir ölüme neden olmazsa da bir kaç saat içinde vücudumuzda sorunlar ortaya çıkmaya başlar.

Aşağıdaki tabloda bağıl nem yüzdesi ile hava sıcaklığı arasındaki ilişki ve hissedilen sıcaklıklar verilmiştir...mes'elâ, 35 derece hava sıcaklığında havadaki nem yüzde 5 olduğunda 32 derece hissedilirken, nem yüzde 70 olunca 50 derece hissedilir.

Kaynak: www.mhm.gov.tr

Ve eğer yaş termometre sıcaklığı insan vücut sıcaklığının (37derece) üzerine çıkarsa, vücudunuzun çalışması gereken soğutma sistemi çalışmaz. 

Nem yani havanın sahip olduğu su buharı miktarı, aşırı vücut ısısının ter yoluyla atılmasını zorlaştırır. 

Bu noktadan sonra da vücudumuz hipertermi yani halk arasında bilinen adı ile sıcak çarpması oluşmaya başlar. 

Hipertermi durumunda insan vücudunun normal şartlar altında başedebileceği mekanizmaların yetersiz kalması demektir, artık vücut sıcaklığı dengeleme mekanizması istikrarı sağlayamamakta ve aşırı iç sıcaklığı kontrol altına alınamamaktadır. 

Hipertermi durumunda vücut sıcaklığı 40 derecenin üstünde ölçülür ve bu değer insan hayatına ciddi zarar verebilecek bir durumdur, acilen tedavi gerektirir. 

Bu evredeki semptomlar genellikle; baş ağrısı, afallama ve aşırı derece yorgunluk hissi şeklinde olup, hipertermi durumunda aşırı terleme sonucunda ciddi bir su kaybı da yaşandığından kuru ve kırmızı renkli bir cilt ile karşılaşılır.

Bu durumda kaybedilen su oranın tekrar kazanılması ve kişinin soğutulması acilen gerekir.
Vücut sıcaklığının değişimi ve etkilerine bakılacak olursa:
44 °C "Büyük olasılık ile ölüm ile sonuçlanması beklenmektedir, fakat literatürde 46,5°C sahip olup kurtulan bireyler de mevcuttur."
43 °C "Normal şartlar altında ölüm olması beklenmektedir, ciddi beyin hasarı gözlemlenir, dolaşım ve solunum sistemleri çökmesi gözlemlenir."
42 °C "Hastanın rengi solgun, kırmızıya dönülmesi görülür. Kan basıncının çok yüksek ya da çok düşük olması gözlemlenebilir, nabzı yükselir."
41 °C "Tıbbı müdahale edilmesi gerekmektedir, nefes alamama, şiddetli baş ağrısı, bayılma, su kaybı ve aşırı terleme gözükür."
40 °C "Ölümcül olma eşiğidir, şiddetli baş ağrısı, bayılma, su kaybı ve aşırı terleme gözükür."
39 °C "Yüksek seviyede terleme, yüksek nabız, nefes almakta zorluk çekme görülür.  Epilepsi hastalarında konvülziyon gözükme ihtimali yüksektir."
38 °C "Kendini sıcak hissetme, terleme, susama, açlık hissi, rahatsızlık hissi 
gözükmektedir."

Yüksek nem ve aşırı sıcakların ortalama süresinin giderek artmış olması dünyadaki bütün canlılar için artık ciddi bir risk oluşturmaktadır...

Hem, dünyayı mahvetmeye devam eden insanoğlunun öyle uzay kolonisi, jüpitere gidecek uzay araçları da yok, yaşayacabileceği başka bir gezegeni de...

Aklınızın ve vücudunuzun serin olduğu 
günler temennisiyle...
__________
Kaynak:
https://tr.m.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nsan_v%C3%BCcut_s%C4%B1cakl%C4%B1%C4%9F%C4%B1
https://www.matematiksel.org/insan-vucudunun-dayanabilecegi-en-yuksek-sicaklik-nedir/

20 Temmuz 2023 Perşembe

Allah'ım neydi günahım...

Soru: Kendinin hakkını veriyor musun ?

İnsan, bir çok donanım ile yeryüzünde yaşarken, emanetçisi olduğu ni'metlerin; bedeninin, ruhunun, aklının, hayal ve tefekkür sisteminin, duyularının (göz, kulak, ağız, tad ve his) hakkını adil olarak veriyor mu, onları yerli yerince kullanarak !?

Yoksa gereksiz ve lüzumsuz bir şekilde bu donanımları kullanarak isrâf mı ediyor ?

Mes'elâ; öğrenci öğrenmek ve çalışmak hususunda yeterince donanımlarını kullanıyor ve vaktini kıymetlendiriyor mu ?

Mes'elâ; fikir işçisi, akademisyen vaktini ve bilgisini yeterince araştırma, tefekkür ve eğitim-öğretime ayırıyor mu ?

Mes'elâ; anne-baba çocuklarının kişisel gelişimi için en az kendisine ayırdığı kadar vakit ayırıyor mu ?

Mes'elâ; işçi, patron, memur, amir, bürokrat, siyasetçi, eğitimci, doktor, mühendis, rençber....

Ne umuyorsun diye sorulsa kişiye, umduğu nâmütenahi, sonsuz...

Ne yaptın peki umduklarını bulmak için diye sorulsa,  bir sürü lâf kalabalığı...

Şikâyet mi, en kolayı ve âlâsından edilir...teneke dolu değil de boş ise, sadece tıngırdar !

Sonra da; Allah'ım neydi günahım diye mızıklanmalar, sğlamalar...!

Önce aklını, ruhunu, vakit olarak tahsisli ömrünü,  el-ayak, göz-kulak ve kelâmı fıtrata uygun kullanacak, onları yerli yerince ve hakkını vererek kullanacak insan, sonrasında zuhurata tabi olacak...

Önce kendinin ve vaktin hakkını ver ki, talep ettiğin zaten seni bulur...

Nasip gayrete aşıktır, fıtrî donanımlarını kullanmayan ve hakkını vermeyen, gafilin ve tembelin bulacağı ise; kavurucu ateş, bir taş yastık, bir tahta kaşıktır, eğer nasibinde varsa ...

Bir türkümüz de "Kendim ettim kendim buldum" der ya hani !

Nisâ sûresinde şöyle buyrulur: “Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi nefsindendir.” (Nisâ, 79).

Abdülhak Hâmit der:

“Her işin bir vakt-i merhûnu vardır.”
 "Yoktan bizi var eden bu fıtrat
Vardan da yok etse haktır elbet"

Vesselâm...

19 Temmuz 2023 Çarşamba

Aç semâya ellerini...


hayret ki ne hayret
akıntıya karşı çekilir mi hiç kürek
herkes kaderini yaşayacak nihayet

sakın ha sakın
etme nigâh, bakma kem
hoş bakmaya devam et,
kerim ol da kerem et

etme zuhurattan şikâyet
kös kös oturup durmaktasın nihayet
kalk ayağa, hareket et
varmış derler harekette bereket

gafleti terk et
agâh ol da 
aklına sığmaz düzeni seyret
saflık yaraşır sana
arınmaya niyet et

aç semâya ellerini
cem-i cümle içün 
yalvar yakar, 
niyâza dur da, dua et

hakikattir elbet
ömür bir gün sonlanacak nihayet
kopacaktır kıyamet

üç kuruşluk menfaat için mi ?
bir ömür bunca gayret !
öteki âlem içün var mı gayret ?
en azından hayır et !

18 Temmuz 2023 Salı

Etme felekten şekvâ...

Sakın ha ! Atma taş, feleğin kubbesine
Vakti vaktin sahibine mi edersin şikâyet
İstersin devran dönsün senin keyfine göre
"O" kendi bildiğince işin işler nihayet
Ey hiçlik kapısına benliğiyle varan kul
Hiçliğin kapısından sen ben ile geçilmez
Bir gün bekâya göçülür, be hey fâni olan kul
Varlığın terk etmeden asla hiçlik bulunmaz

16 Temmuz 2023 Pazar

İki kapılı bu handa gölgeler gibidir hayat...

Düşün ! Bir gün gelecek, toprağı altındaki bir iskeletten ibaret olacaksın ! 

Hz. Mevlânâ derki: “Her şey gelip geçici ey gönül. Bak, az önce aldığın nefes bile geldi geçti. Sen Bâkî olana razı ol”.Kimler geldi kimler geçti şu dünya sahnesinden...

“Hayat gelip geçen bir gölgedir ” diyen William Shakespeare de bu dünyadan, tıpkı dediği gibi geçmiş...

Ya da bızkırın tezenesi abdal Neşet Ertaş'ın 
"Ah, yalan dünyada, yalan dünyada, yalandan yüzüme gülen dünyada" türküsünde vurgulanmış olan "yalan dünya" den gelinip geçilmekte...
Hayat; kumsalda yürürken bırakılan bir ayak izi sanki, bir dalga ile silinen...

Ya da su üzerine yansıyan bir resim, rüzgarın silikleştirdiği...

İnsan ya arı duru bir su ki,  berrak mı berrak, billur gibi, ya da zamanla bulanıklaşmış bir su...

İnsan bu hayata berrak arı duru su olarak başlar, pür u pâk, tertemiz...kaynaktaki pınarın suyu gibi...

Hayat nehri aktıkça, zamanla berrak ve duruluğu giderek azalır, bulanıklık başlar...
 
Biliriz ki, dünya ve dünyalıklar birer kirletici/ bulandırıcı hükmünde olabilirler...

Bir lokmacık çamur, bir damlacık mürekkep bile yeter onu  bulandırmaya...

O bulanık suyu; çamurun çökelmesi için bekleyerek, filtreden süzerek arındırmak da var sonunda, yahut bulanık kalmak da...

Yaşanan şeyler içinde arıtıcılar olduğu gibi bulandırıcılar da olur zirâ, işte onlar zihni, hafızayı, dolayısı ile ruhu da bulandırır…

Ruh bulanıklığının giderilmesi için tortu olup çökelmiş hatıralarla yüzleşmek, muhasebeleşmek, eksi bakiyenin üzerini çizerek o defteri atmak lazımdır, tıpkı mideyi bulandıran şeyi istifra ederek çıkarıp ondan kurtulunduğu gibi...böylece gereksiz, bulandırıcı yükler, zaman nehrine terk edilir…

Ne demişti Aşık Veysel dünya için "İki kapılı bir han"...Bu türküyü Barış Manço ve Cem Karaca da seslendirmişler:
Aşık Veysel'in tabiri ile "İki kapılı bir handa" gidiyorken, her bir anda yaşanılanları arkamızda bırakıyorken, her şey yaşanıp geçiyor ve biz de onların yanından geçiyorken, aklımız mı  vazgeçemiyor fâni olanlardan yoksa gönlümüz mü ?

Necip Fâzıl der:
"Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir;
Mezarda geçer akçe neyse onu biriktir!.."

Evet, ukba için geçer akçe ve geçmez akçe mes'elesi mühim, çünkü zaman hep ileri akan, geri dönülemez bir ırmak...insan o ırmakta bir ömür yüzen bir mahluk...fani olan, geçici olanlarla yüklenmeden, bulanmadan, kirlenmeden gelip geçmek ise en büyük marifet !

Fuzûlî derki:
"Ey Fuzûlî devlet-i bâkî fenâdandır bana
 Kim fenâdır eyleyen maksûduma vâsıl beni"

Hz.Peygamber buyurur:
“Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim”
 
Gölgeler gibidir hayat, güneş batınca gölge zeval bulur. Bu dünya bir gölgelikten ibaret imiş demekki !

Şarkıya konu olmuş "Gölgesinde mevsimler boyu..." oturulan ağaçlar ne çok insana gölgelik olmuş, ne çok sohbete kulak kabartmışlardır değil mi ?
Bu istifade edilen gölgelik; kimi için ağaç gölgesidir...kimileri de güç/güçlü gölgesi, yahut köşk/rezidans/mevki/ makam/şan-şöhret/varlık vs. gölgesinde bir zaman oyalanmaktadır kanaatimce !

Dün gölgelikte oturan o gölgeler bugün belki de güneşleri battığı için zeval bulmuş, hâk ile yeksan olmuşlardır, kim bilir !

Hicâz makamında bir Yusuf Nalkesen bestesi: Gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz...İsmail Olgay seslendiriyor

İki kapılı bu handa gölgeler gibidir hayat...

Âyetlerde buyrulurki;
"Hayır, hayır! Siz çarçabuk geçen dünyayı seviyorsunuz ve ahireti bırakıyorsunuz." (Kıyâmet sûresi, 20-21)

"Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız!" (Necm sûresi, 61)

"Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın!" (Fâtır sûresi, 5)

O halde insan çarçabuk tükenecek dünya denilen gölge ve gölgeliğin farkında olarak; bir âyette (Bakara sûresi, 201) buyrulduğu gibi dua edenlerden olmalı:
"Onlardan, “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru” diyenler de vardır."

Vesselâm...

15 Temmuz 2023 Cumartesi

Bir gönüle girdin mi ?

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır

Okumaktan mani ne
Kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir

Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eri Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir

Dört kitabın manisi
Bellidir bir elifte
Sen elif dersin hoca
Manisi ne demektir

Yunus Emre der hoca
Gerekse var bin hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir
Soruldu:
-Hangi gönüle girmeli ?
Denildi ki: 
-İçinde "Hakk"tan gayrısı yok olan bir gönül !

14 Temmuz 2023 Cuma

Bir türkü:Kütahya'nın pınarları...

 

Kütahya'nın pınarları akışır, akışır
Devriyeler kol kol olmuş bakışır, bakışır
Devriyeler kol kol olmuş bakışır, bakışır
Asalı'ya çuha şalvar yakışır, yakışır

Aman aman Vehbi öyle böyle olur mu?
Ah ben ölürsem dünya sana kalır mı?

Salın gelip musallaya dayandı
Kar beyaz Vehbi'm al kanlara boyandı
Kar beyaz Vehbi'm al kanlara boyandı
Seni vuran oğlan nasıl dayandı?

Aman aman Vehbi öyle böyle olur mu?
Ah ben ölürsem dünya sana kalır mı?

13 Temmuz 2023 Perşembe

Bayrağım, süzül nazlı nazlı gönderde...


Ne korku var ne keder dalgalandığın yerde
Huzur ve mutlulukla yaşıyoruz gölgende
Dostlara bir güvercin düşmanın kartalısın
Türkün şanlı tarihi hep gölgende yazılsın

Kıskanır namertler adın dillerde
Doğudan batıya yer üzerinde
Süzül nazlı nazlı yüce gönderde
Göklerin rahmeti var hep üzerinde

Şerefsin, tarihsin, şanlı bayrağım
Maziden atiye süzül bayrağım
Yıldızın hilalden hiç ayrılmasın
Masmavi göklerin süsü bayrağım

Neşemiz kederimiz hep gölgende yaşansın
Soyumuz hep türesin boylarımız boylansın
Minarelerimizde ezanlar hiç susmasın
İstiklâlin simgeleri yüreklere kazınsın

Kıskanır namertler adın dillerde
Doğudan batıya yer üzerinde
Süzül nazlı nazlı yüce gönderde
Göklerin rahmeti her dem üstünde

Şerefsin, tarihsin, şanlı bayrağım
Maziden atiye süzül bayrağım
Yıldızın hilalden hiç ayrılmasın
Masmavi göklerin süsü bayrağım

12 Temmuz 2023 Çarşamba

Şikayet kültürü ve şükürsüzlük...

Hayatı şikayetle, beğenmezlikle ve eleştirmekle mi geçiriyoruz, ne dersiniz ?

Herkes kendi günlüğünü tutup da bir karıştırsa geriye doğru...

Genci yaşlısı, küçüğü büyüğü, zengini fakiri, üstteki alttaki, kadını erkeği yekdiğerini acaba ne kadar şikayetle, beğenmezlikle ve eleştirmekle ömür geçirmiş/geçiriyor ?

Yahut bir gündelik misâl: hava durumundan şikayetler...yaz gelir çok sıcak, kış gelir çok soğuk, bulutlanır güneş istenir, yağmur yağar şikayet yağmaz şikayet...

Etmiyor muyuz ?

Çoğumuzun iç sesinin evet dediğini, ancak bunu dillendiremediğini sanıyorum.

Çünkü şikayet etmek, yapılanı beğenmemek, eleştirmek çok kolay. Hani mızmız çocuklar vardır, ne yapsanız susturamazsınız, ne istediğini anlayamazsınız bir türlü, hatta kendi bile ne için mızmızlandığını bilmez.. 

Toplumda profesöründen  okur-yazar olmayanına, yüksek eğitimlisinden ilk mektep mezununa kadar her kesimde yerli yersiz şikayet, eleştiri, beğenmezlik öylesine yaygınki...

Acaba bunun altında şükürsüzlük, sabırsızlık, kanaatkâr olmamak; çekememezlik, kıskançlık, nefret ve/veya kibir mi var ?

Ne dersiniz ?

Peki soru şu:

Şikayet ettiğiniz, beğenmediğiniz, eleştirdiğiniz şeyi düzeltmek, ihyâ, imar ve inşâ etmek üzere sorumluluk almaya talib oldunuz mu ? 

Zor mu geliyor yoksa yükün altına girmek, sorumluluk almak?

Ya da yeteneksiz olduğunuzu mu düşünüyorsunuz ?

Daha iyi bir fikriniz var mı ?

Gerçekten daha iyi bir iş yapmak istiyor musunuz ?

Zamanınızı dedi-koduya, ortaya konulanı eleştirmeye, neticelerinden şikayet etmeye harcayacağınıza,  beğenmediğiniz işe talip olarak, yahut iş yapana yardımcı olarak,  gayret ile onu inşâ, imâr ve ihyâ etmeye, faydalı olmaya harcasanız...ya da böyle bir niyetiniz var mı ?

Yapılana; iyi, hayırlı ve güzel şeylere tahripkâr yaklaşmayınız... tahammülünüzü yoklayınız, hazımsızlığınızın sebebini irdeleyiniz !

Hatırdan çıkarmamalı ki, sürekli her şeyden şikayet etmek, bir çok olumsuz duygunun da tetikleyicisidir,  meselâ şikayet ardından çaresizliği, karamsarlığı, umutsuzluğu getirir ve bütün bunlar kişinin tüm hayatını ve ilişkilerini etkiler...
Narsist, obsessif ve paranoid kişilerde herşeyden şikayet hastalıklılık derecesindedir.

Yapılacaksa yapıcı tenkit yapılmalıdır...gerek çevrenin ve hatta dünyanın, gerekse toplumsal hayatın daha iyiye evrilmesi için yapıcı ve iyi niyetli olmak önemlidir, çünkü her zaman iyinin daha iyisi de vardır...

Tenkid de olmalıdır amma iyi niyet ile...çünkü akıl akıldan, fikir fikirden üstün olabilir.

İşte bu yüzden bizim medeniyyetimizde şura, istişare çok kıymetlidir.

Şurası unutulmamalıdır: Çözümün parçası olmayanlar, sorunun parçası olurlar.

Şikâyet değil şükür ehli, mazeret ve bahaneler ardına sığınarak tenkid eden değil çözüm üretebilen; kendisiyle barışık, şahsiyetli, cesur ve arı duru kâmil insanlar hayatın merkezine yardımlaşmayı, üretmeyi, inşâ, imâr ve ihyâ etmeyi, güzel ahlâkı, muhabbet ve hürmeti koyarlar...şikayeti, nefreti, tenkidi, hoşgörüsüzlüğü, kıskançlığı, çekememezliği özlerinden kovarlar.
Bakınız Yüce Buyruk ne der:
"Hani rabbiniz, ‘Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!’ diye bildirmişti." (İbrâhîm sûresi, 7)

”Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.” (Nisâ sûresi, 79)

Ne der Erzurumlu İbrahim Hakkı:
Deme şu niçin şöyle
Yerincedir o öyle
Bak sonunu seyreyle
Mevlâ görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler.

Takdir edilene itiraz, vesvese ve vehmi hususunda pek dikkatli olmak gerek !

Kuddusi divânından bir beyitle noktalayalım:

"Kadrini uşşak-ı Hakkın bilmeyip ta'n eyleyen
Bed-kelam u bed-lika u bed-nefes hayvana yuf'

Vesselâm...

11 Temmuz 2023 Salı

Şeâmet Tellalı...


Hamâkat, şeâmet ve belâhata dair bir kaç kelâm:
Ahmet Hâşim der:
"... baykuş ve karga şeâmetin, merkep hamâkatın, domuz pisliğin, kaz belâhatin timsâli..." !

"....Öküzler bu haberi işittiklerinde belâhatleri iktizâsınca bu derdin çâresini yine kurttan sual ederler" (Ziyâ Paşa).

"Belâhat öyle bir havadır ki içinde yaşayan onun vücûdunu hissetmez bile" (Reşat N. Güntekin).

"Muhâli temennî, hamâkattir derler" (Ebüzziyâ Tevfik).

10 Temmuz 2023 Pazartesi

Bektaşi fıkraları... geçim cambazlığı ve ekonomi oyunu...

HER ŞEY ALLAH'TAN
Bektaşi'nin biri her gün kasabada 'Her şey Allah'tan', 'Her şey Allah'tan' diye mırıldanarak dolaşır dururmuş. Bir gün kasabanın serseri delikanlılarından biri, yine böyle mırıldanarak dolaşmakta olan Bektaşi'ye arkasından sessizce yaklaşmış, ensesine okkalı bir şaplak atmış. Canı fena halde yanan Bektaşi'nin pür hiddet dönüp kendisine ters ters baktığını görünce;
-Öyle ne bakıyorsun baba erenler, hani her şey Allah'tandı.
-Tabii, her şey Allah'tan da, ben hangi deyyusu aracı ettiğine bakıyorum, demiş Bektaşi...

BİR DE SENİN KULUNA BAK
Bektaşi Baba İstanbul'da gezinirken, padişahın sarayı olduğunu zannettiği görkemli bir binanın yakınından geçmekte idi. Binanın önünde şatafatlı bir fayton durmakta idi. Binadan sırmalı elbiseleri olan adam çıkınca, muhafızlar selama durdu. Adam faytona binerken, Bektaşi meraklandı ve muhafızlardan birinin yanına sokularak sordu.
-Faytona binen padişah mıdır?
-Hayır padişahın bir kuludur. Cevabını aldı.
Bektaşi, tepeden tırnağa önce faytondaki adama baktı. Ardından da kendi haline baktıktan sınra, ellerine açarak:
-Tanrım, bir padişahın kuluna bak! Sonra, bir de senin kuluna bak! diye söylendi.

KABAHAT TARLAYI GÖSTERENDE
Köylüler yağmur duasına çıkıyormuş, Bektaşi'ye 'sen de gel' demişler. Baba Erenler kalabalığa katılmış, yolda küçük tarlasının yanından geçerken elindeki sopayı tarlaya dikmiş, göğe bakarak:
-Bizimki de burası, demiş.
Duadan sonra bir yağmur bir yağmur; ortalığı seller basmış. Bektaşi'nin tarlasında ne varsa sular almış götürmüş. Bu manzarayı gören Bektaşi, ellerini yukarı kaldırmış:
-Ya Hû, kabahat sende değil, bu tarlayı sana gösterende, demiş...

SIRAT KÖPRÜSÜ
Bektaşi kafayı çekmiş ayakları birbirine dolana dolana, sağa sola yalpalayarak giderken Bektaşi'yi gören bir komşusu dayanamayıp laf atmış:
-Hey baba erenler, bu halle sırat köprüsünü nasıl geçersin?
Bektaşi istifini bozmadan komşusuna cevap vermiş:
-Sanki karşı tarafta mor sümbüllü bağlarım var da!

KAYIK KÜÇÜK
Bektaşi kiraladığı kayık ile Eminönü’nden Üsküdar’a giderken, deniz dalgalanmaya, kayık sallanmaya başlar. Dalgaların, büyük bir fırtınanın başlangıcı olduğunu sezen Bektaşi’nin telaşlandığını gören kayıkçı:
-Ne korkuyorsun yolcu? Korkma. Allah büyüktür! diye Bektaşi’yi sakinleştirmek ister.
Kayıkçının bu sözüne içerleyen Bektaşi şu cevabı verir:
-Allah büyüktür amma, kayık küçük!

ALLAH'IN KELÂMI
Bir mecliste Kuran’ı Kerim'den söz açılıp, sohbet koyulaşmıştır.
Kuran'ı Kerim’in eşsizliğinden ve olağanüstülüğünden bahsedilirken, odanın bir köşesinde kendi halinde çubuğunu içmekte olan bir Bektaşi söze karışır:
-Evet, Allah’ın kelamı cidden eşsizdir. Amma, yazısı biraz karışıktır!... der.
Dinleyenlerden biri hayret ve biraz da hiddetle sorar:
-Karışık mıdır? Nerden biliyorsun?
Bektaşi sakin bir tavırla cevap verir:
-Alnımın yazısından!

İNEĞİ DE KURBANA SAYMAZSAM!
Bektaşi bulgurunu kaynatıp, kuruması için sermiş, bir yandan karıştırırken bir yandan da dua edermiş:
-Allah'ım bulgurlarım kurumadan yağmur yağdırma!
Bulgurlar tam kurumaya yüz tutmuşken yağan yağmur, Bektaşi’nin bulgur sergisini su içinde koymuş. Bu zor durumunun üzerinden bir hafta geçmeden, ineğini de ahırda ölü bulan Bektaşi, üst üste gelen kötü olayları kabullenmekte zorlanmış.
Ramazan ayının geldiğini fırsat bilen Bektaşi oruç tutmaya niyet etmiş ve Ramazanın ilk günü, iftara beş dakika kala sigarasını yakmış. Sigarasından içine çektiği dumanı büyük bir keyifle üfleyerek:
-Ölen ineği de kurbana saymazsam !

FAKİRE CAN GELDİ
Oruç tutan Bektaşi çok fena susamış. Gürül gürül akan çeşmeyi görünce de dayanamayıp ağzını dayayarak kana kana çeşmeden su içmiş. Bu sırada oradan geçen komşusu seslenmiş:
-Aman baba erenler ne yaptın? Oruç gitti!
Bektaşi, ağzının iki yanından süzülen sular bağrına doğru inerken cevap vermiş :
-Oruç gitti ama fakire de can geldi!

9 Temmuz 2023 Pazar

Hz.Ali'nin cömertlik hikâyesi ve bir verip elli alması !...

Hz Ali Hz.Peygamberden aldığı terbiye neticesinde, hiçbir zaman dünyaya meyletmedi.

Efendimiz (s.a.v): “Allah, bir kuluna hayır murâd ettiğinde onu insanların ihtiyaçlarını karşılama yolunda istihdâm eder.” buyurmuştu.
 
Hz. Ali bu müjdeye nâil olabilme heyecanı içinde şöyle buyurmuştu:
İki nîmet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum. Birincisi, bir adamın ihtiyacını karşılayacağımı sanarak bana gelmesi, bütün samimiyetiyle benden yardım istemesidir. Diğeri de, o kimsenin arzusunu Allâh’ın benim vasıtamla yerine getirmesi yahut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın işini görmeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sahip olmaya tercih ederim.”
Bir gün Hz. Ali, eşi Fâtımatü’z-Zehrâ’ya:
–Çok acıktım, evde yiyecek bir şey var mı?, diye sordu.
 
Hz.Fâtıma, evde yiyecek bir şey bulunmadığını, yalnız altı akçelerinin olduğunu söyledi. Hz. Ali bu altı akçeyle yiyecek almak üzere çarşının yolunu tuttu. 

Yolda giderken birinin, bir Müslümanın yakasına yapışmış:
–Ya hakkımı ver ya da yürü mahkemeye gidelim !, dediğini duydu.
 
Borçlu adam biraz mühlet istiyorsa da alacaklı müsâade etmiyordu. Adamların çekişmelerini gören Hz. Ali:
–Münâkaşanız kaç para içindir ?, diye sordu.
–Altı akçe için, cevâbını alınca, kendisinin de muhtaç olduğu o altı akçeyi vererek, borçluyu sıkıntıdan kurtardı.
 
Ardından Hazret-i Fâtıma’ya ne cevap vereceğini düşünmeye başladı. Sonunda; "Nasıl olsa Fâtıma, kadınların seyyidesi, Resûlullâh’ın kızıdır, anlayış gösterir" diyerek evine döndü.

Hz. Ali yaşadıklarını Fâtıma vâlidemize anlattı. O da:
–Çok iyi yapmışsın, el-hamdülillâh, bir Müslümanı hapisten kurtarmışsın. Hak Teâlâ bize kâfîdir, buyurdu. Fakat biraz da mahzun oldu.
 
Hz. Ali, onun üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da açlıktan ağladığını görünce gönlünde bir kırıklık hissederek dışarı çıktı. "Bâri Rasûlullâh’a gideyim de O’nun mübârek yüzünü seyrederek üzüntümü unutayım", diye düşündü. 
Bu düşünceyle yürürken, elinde besili bir deve olan bir kimseye rastladı.
O şahıs Hz. Ali’ye:
–Bu deveyi satıyorum, alır mısın?, diye sordu.
 
Hz. Ali parasının olmadığını söylediyse de adam veresiye olarak deveyi yüz akçeye sattı.
 
Hz. Ali, elinde deve ile biraz uzaklaşmıştı ki, yolda rastladığı başka bir adam:
–Bu deveyi bana üç yüz akçeye satar mısın ?, diye sordu.
 
Hz. Ali kabul etti ve deveyi o şahsa sattı. Üç yüz akçeyi peşin alınca da çarşıdan yiyecek bir şeyler alıp evine götürdü. Hazret-i Fâtıma’ya, olup biteni anlattı. Yemeklerini yiyip Allâh’a hamd ü senâlar ettiler.

Daha sonra Hz. Ali, evinden çıkıp Peygamber Efendimiz’in yanına gitti.

Efendimiz (s.a.v):
–Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın biliyor musun, buyurunca:
–Allah ve Rasulü bilir, dedi. Peygamber Efendimiz:
–Sana deveyi satan, Cebrâil; satın alan da İsrâfil idi. Deve de cennet develerinden idi. O Müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak Teâlâ dünyada bire elli verdi. Âhirette vereceğinin hesabını ise kendisinden başka kimse bilmez.” buyurdu.
İbn-i Abbâs (r.a)’dan bir rivâyet:
"Ali bir gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı sulamıştı. 
Sabah olunca ücreti olan arpayı alarak evine geldi. Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi ve yemek istedi. Onlar da pişen yemeği olduğu gibi yoksula verdiler. 
Sonra arpanın ikinci üçte birini öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu sefer bir yetim gelip bir şeyler istedi. Bu yemeği de o yetime verdiler ve arpadan kalan son üçte biri öğütüp tekrar yemek yaptılar.
Yemek piştiğinde müşriklerden bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler. 

Diğer bir rivâyete göre, üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve esire vererek su ile iftar ettiler."

İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:
"Kendileri de muhtâc oldukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve: «Biz size bunu sırf Allâh rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allah da onları o günün felâketinden muhâfaza eder, yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr verir.” (İnsân sûresi, 8-11)
__________
Alıntı kaynağı:Hz. Ali nasıl bir insandı ?

7 Temmuz 2023 Cuma

Cemre nine ölülerine okur da okur...

Uzun zaman oldu, Cemre ninenin aksiyonlarını yazmayalı...

Cemre nine artık 90'ına merdiven dayamış, kendinden küçük kardeşlerini bir bir öte âleme uğurluyor...

İnsan hâli, Cemre ninenin de bagaj tepeleme iyi kötü hatıralarla dolu... son yıllarda da kimi zaman kardeşleri ile hep didişerek bugünlere kadar gelmiş...

Niye didişmiş, çünkü Cemre nine hep haklı, ötekiler haksız, nine herşeyin en iyisini âlâsını bilir, ötekiler bilmez; ninenin vites kutusu bozuk, usturası da hep yan cebinde...

Nine vitesten atınca ise iki yol var hışmından kurtulmak için...

Ya susacaksın, ya sıvışacaksın !

Nine evinin önündeki bahçeye iner, elinde 99luk, gâh tespih çeker gâhi okur, evinin karşısında evi olan kardeşi de bahçesine çıkınca nine ona duyacağı sesle paket paket göndermeler yapar mes'elâ...

Kardeşler on keresinde susarlar da birinde cevap verirlerse vaveyla kopar...

Başa dönersek, kardeşlerini öteye uğurlamış Cemre nine yakın zamanlarda...

Kardeşi vefat edince gelini ile oğlunu arar Cemre nine, vasiyetimdir der:

"Ben ölünce mezarımı betondan yapıp üzerine beton kapak kapatmayın. Mezarım toprak olsun üzerine de tahta koyduktan sonra toprak atın ki mezarıma gelen ziyaretçileri duyayım. Bir de, ben küçük bir kadınım kıyamet kopunca herkes mahşer yerine giderken ben beton kapağı kaldırıp mahşer yerine gidemem, mezarımda kalırım..."

Cum'a günleri nine kabristana gider kardeşlerinin mezarı başına oturur; onlara hem okur, hem söyleşir, hem de söylenir...yakınlarda, arefe günü kabristana gitmiştir yine...

Kardeşlerinin mezarlarının başında önce Yasin okur ve ardından onlara duyuracağı yüksek sesle mezarlarına seslenir:

"Aha da geldim sana da Yasin okudum...Bu dünyada bana saldırıp duruyordun, bak sana gine de ben Yasin okudum işte, orda utan biraz utan..."

Böyle yaptığını anlatınca oğlu sorar:

"Cevap vermediler mi ?"

Nine:

"Yok anam yok, cevap mevap yok !"

Bu hikâyeyi duyunca Mehmet Âkif Ersoy'un aşağıdaki satırlarını hatırladım:

"Ey dipdiri meyyit! 
İki el bir baş içindir
Davransana!…
Eller de senin baş da senindir
His yok, hareket yok, acı yok... 
Leş mi kesildin? 
Hayret veriyorsun bana... 
Sen böyle değildin."

Bu dünyada fazilet ile rezalet arasında ince bir zar var... bir an  bile birinden diğerine kaymak içün yeterli bir zaman dilimi !

Dünyada iken imkan ve fırsat buldukça tekebbür kisvesine bürünen, kendini ululama/yüceltme hususu her hâllerinde görülenlerdeki bu durum aslında ve hakikatinde küfrün remzidir, işaretidir...Dışı inançlı gibi görülen bu içi kafirlere; kabir ehlinin "ölü" hâllerinden yola çıkarak, haydi ey kendini ululayan, ey kibirli/kafir "davransana, leş mi kesildin?" derken bir gün suskun, eli ayağı, başı kulağı iş görmez cesed olacağı hakikatini unutmadan yaşamayı, Mehmet Âkif bu satırlar ile öğütlüyor gibi değil mi?

Fazilet ile rezalet, inanç ile inkâr, iman ile küfür zıtlıklarından birinin tercihi insana kalmış...

Ey insan, ölüm de kabir de senin kapını çalacak olan hakikatler !

6 Temmuz 2023 Perşembe

Ateş çamurundan göğün maviliğine...

Dünya denilen cazibe yurdunun; inişi var yokuşu var, dağı var ovası var, denizi karası var, sıcağı soğuğu var...

İnsanın dünya hayatı da tıpkı dünyası gibi,  bir tahterevalli...bir ömre sığmıştır âlâsı ednası, bir dem olur başı bulutlara erer insanın, bir dem gelir kör kuyularda debelenir...

İnsan alacak kendini önüne ve diyecekki:

Ey aciz yaratık !
Deki:
Güç ve kudreti bağışlayan, gözüme görme yetisi, aklıma firaset ve gönlüme basiret ışığı, bedenime kuvvet, elimle ayağıma güç veren olmasaydı hâlim nice olurdu acaba !

Ey kul, Yaratıcına kul olduğunu unutup efendilik taslamayasın sakın ha !

Haddini bil ! Yoksa:

Aslan iken bir gün takatsiz kalırsın da fareler kemirir seni !

Fil iken ebabil kuşlarına yenilirsin !

Bil ki;
Her türlü üstünlük Allah katındandır, ikrâmdır, oradan arza ulaşır, sana da nasibin kadarı erişir...

O ki; saltanat sahibi, tahtını kimseyle paylaşmaz, şeyleri bir hâlden diğer bir hâle sokar...

Gören de kör de, görüşüne göre az ya da çok olageleni, tecellileri idrakleri kadarıyla okur ya da yaşar...

Hâlden hâle tecelli tezgâhı tahterevalli gibi sırayla, nöbetleşe bir yukarı bir aşağı salınır durur...

Ey akıllı (!)

Sakın ha sakın!

Yukarıya çıktığında, saltanat sırası sana geldiğinde sevindirik olma, şımarma, "neymişim ben" deme; kibirlenme, gurura kapılma, sakın ha sakın, saltanat ve imkânın kudretiyle ile yapacağın tasarruflar seni ateşe sürükleyen bir vesile olmasın !

Değilse !
Doğuşuna ve gelişine mutlu olup davul zurna ile karşılayanlar, bekçiliğine talip olduğun emanete hiyanet edersen eğer, işte o vakit, tâ kabre gidene kadar kuyruğuna teneke bağlarlar...kabir hayatında olacakları ise sen düşün...

Saltanatı ve hayatı bir emanet bil, zamanı geldiğinde huzur-u kalp ile şükrederek emâneti sahibine teslim et...


İnsanlık tarihine bakılırsa dersler hep aynı, devirler değişse de...

Değişimin kaçınılmaz olduğu gerçeği hayatın özünde var, ya iyiye ve güzele, ya kötü ve çirkine; ya gök yüzündeki maviliğin sonsuzluğuna, ya yerin yedi kat dibindeki ateş çamuru lavlara doğru...

Cennete de cehenneme de çıkan yol senin içinden geçer...huzura ve huzursuzlığa da...

Mes'ele kendin ile yüzleşmek, arınmak...
Bunun için de varlık ile yokluğu müsavi bilmek, birlemek gerek !

Ne der Yunus:
"Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim"

Dünya sarhoşluğundan son nefesi verip uyanınca "eyvah" demek de var; dünyadan emin vasfı ile geçip giderek "eyvallah" demek de...!

5 Temmuz 2023 Çarşamba

Yılancı ile ejderha hikâyesi...

Mevlânâ'nın Mesnevi'sinden bir hikaye:

Yılancının donmuş bir ejderhayı ölü sanarak iple bağlayıp Bağdat’a getirmesi...

Eski vakaları bilip söyleyenden bir hikâye dinle de bu üstü örtülü sırdan bir koku al.

Bir yılancı, afsunlarla yılan tutmak üzere dağlara yüz tuttu.

Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı, nihayet aradığını bulur.

İki elini de aramadan çekme. Arama, yolda en iyi bir kılavuzdur.

Topal olsan, sakat olsan bile, uyuklar gibi halde, hattâ edepsizcesine de olsa ona doğru kımıldan, onu ara.

Gâh lâfla, gâh susarak, gâh şuraya, buraya boynunu uzatarak, o padişahın kokusunu almaya çalış.

Yakup, oğullarına “Yusuf’un kokusunu haddinden fazla arayın” dedi.

Siz de her duygunuzu istidatlı bir hâle getirin de her yanda adamakıllı onu araştırın.

Allah, “Tanrı lûtfundan meyus olmayın, ümit kesmeyin” dedi. Çocuğunu kaybetmiş Yakup gibi sen de bucak bucak yürü.

Onu ağzınızla sorup soruşturun. Dört yana kulak verip onu araştırın!

Nereden bir güzel koku alırsanız koklayın. Ne taraftan o âşinanın kokusunu alırsanız o tarafa yürüyün!

Nerede bir kişiden lûtuf görürsen o adama mukayyet ol… belki o lûtfun aslına yol bulursun, olur ya!

Bütün bu hoşluklar, ulu bir denizdendir. Sen cüzü bırak da külle dön.

Halkın savaşları hep güzellik içindir, hep iyilik içindir. Fakat yoksulluk azığı yok mu, asıl saadet nişanesi odur.

Halkın kızışları sulh içindir ama rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır, zahmetle rahata ulaşılır.

Her sille, okşamak içindir... Her şikâyet, insana şükretmeyi andırır.

Ey kerem sahibi, cüzden kül kokusunu al…ey hakîm, zıttan zıddı istidlâl et!

Doğrusu savaşlar, barışa sebep olur. Yılancı da kim için yılan aradı.

İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için gam yiyip durur.

O da o karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı.

Derken bir dağda iri bir ölmüş yılan gördü. Şekli bile gönlünü dehşetle dolduruyordu.

Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü.

Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için yılan tutar. İşte sana halkın bilgisizliği!

İnsan, bir dağa benzer, dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana hayran olur?

Yoksul âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi, fazilet makamından gelip bu noksan âlemine düşüverdi.

İnsan kendisini ucuz sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti!

Yüz binlerce yılan ve dağ, ona hayranken o, niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?

Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için Bağdat’a geldi.

Birkaç para elde etmek için o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi.

“Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektim” diyordu.

O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti. Ejderha diriydi.

Kıştan, soğuktan donmuştu. Diriydi ama ölü gibi görünüyordu.

Âlem de donmuştur da adı cemad olmuştur. Üstadım, camit, donmuş demektir.

Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör.

Musa’nın elinde asâ, yılan oldu ya… bütün âlemi de buna kıyas et.

Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl bir cisim haline getirir? Bütün toprakları da bilgi ve anlayış sahibi bilmek gerek.

Bunların hepsi de bu âleme göre ölü, fakat hakikat âleminde diridir. Burada susup duruyorlar ama orada söylemekteler.

Onları hakikat âleminden bize yolladılar mı işte asâ, bize ejderha kesilir.

Dağlar, sese gelir, Davut’la beraber ırlar, ilâhi okur, demir bile avucunda mum gibi yumuşar.

Rüzgâr, Süleyman’ı yüklenir, taşır; deniz Musa ile konuşur.

Ay, Ahmet’in işaretini emrini anlar, fermanına uyar; ateş, İbrahim’e ağustos gülü olur…

Toprak, Karun’u yılan gibi sömürür, yutar; Hannâne direği akla, fikre sahip olur...

Taş, Ahmet’e selâm verir; Dağ Yahya’ya haber yollar…

Hepsi de bunlara “ Biz size karşı duyar, görürüz… sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup durmaktayız” derler.

Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cematların canına, sırrına nasıl mahrem olursunuz ki?

Cematlardan can âlemine gidin de âlemin cüzülerinin ahengini duyun!

O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsınız da tevil vesveselerine kapılmazsınız.

Can âleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun.

“Tespihten maksat, nasıl olur da zâhirî tespih olur? Bu tespihte bulunan bu cansız şeyleri görmek de sapıklıktan başka bir şey değil.

Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Tanrı’yı tespih eder.

Sana Tanrı’yı tespih etmeyi hatırlıyor ya… işte bu tespihe delil olmaları, onları tespih etmesi demektir” dersin.

İtizal ehlinin tevili budur işte. Hâl nuruna sahip olmayan kişinin işi budur.

İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancıdır.

Bu sözün sonu gelmez… 

Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke, Bağdat’a kadar geldi, o maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için.

Yılanı Şat kıyısına koydu.Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu,

“Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret bir şey. Nasıl da avlamış?” diye,

Yüz binlerce ahmak adam toplandı, ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar.

Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu.

Halk, iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun diyordu.

Yüz binlerce herzevekil toplandı, halka oldular. Bir ayak, bin ayak üstüne geldi!

Kalabalıktan erkeğin kadından haberi yoktu. Halkla ileri gelenler birbirlerine girmiş âdeta kıyametten bir alâmet olmuştu.

Yılancı, yılanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk, parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu.

Ejderha, zemheriden donmuştu. Yüzlerce kilimin, kebenin altındaydı.

Yılancı, ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle bağlamıştı.

Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, Irak güneşi, yılanın üstüne vurmuştu.

Güneş onu epeyce ısıtınca âzasından soğuk ahlât sıyrılıp gitmişti.

O müddet zarfında ölü bir halde bulunan ejderha dirildi, kımıldamaya başladı.

Ölü yılanın kımıldadığını görünce halkın hayreti birken yüz bin oldu.

Şaşkınlıklarından naralar atarak hep birden kaçışmaya koyuldular.

Ejderha, halkın gürültüsünden çatır, çatır bağlarını koparmaya başladı. İplerin her biri bir yana düştü.

İplerini koparıp kilimin altından sıyrıldı. Bir de ne görsünler, aslan gibi kükreyen çirkin, mefret bir ejderha!

Kaçarken halk birbirini çiğnedi, birçok kişiler ayak altında kalıp öldüler, ölülerden yüzlerce yığın oldu.

Yılancı, ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim diye korkusundan yerinde katılıp kaldı.

O kör koyun kurdu uyandırdı. Cahil, Azrail’in yanına kendi ayağıyla gitti.

Ejderha o ahmağı bir lokma ediverdi. Haccac’a kan dökmekten kolay ne var,

Sonra da bir direğe sarılıp kendisini sıktı, karnında herifin kemiklerini çatır, çatır kırdı.

Senin nefsinde bir ejderhadır. O, nereden öldü ki? Dertten, eline fırsat düşmediğinden dondu, yoksa!

Firavun’un eline geçenler, onun da eline geçse neler yapmaz! Irmak bile, Firavun’un emriyle akardı.

Onun eline de böyle bir kudret düşse hemen firavunluğa başlar, yüzlerce Musa’nın da yolunu vurur, yüzlerce Harun’un da!

O ejderha, yoksulluk elinde bir kurtcağız kesilir. Mevki ve mal yüzünden bir sivrisinek büyür, çaylaklaşır!

Ejderhayı ayrılık karı içinde tut, sakın onu Irak güneşinin altına getirme.

Ejderhan donmuş bir halde iken selâmettesin fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun.

Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona pek acıma, o iyilik edilecek kişi değildir.

Üstüne şehvet güneşi vurdu mu o geberesice hemen yarasa gibi kanatlarını çırpmaya, uçmaya başlar.

Ercesine onu savaşa çek, babayiğitçe onunla vuruş… Tanrı, sana vuslatıyla karşılık versin!

Hulâsa o adam ejderhayı getirip de o korkunç şey, sıcak havada kendine gelince,

O fitneleri meydana çıkardı. Hattâ azizim, söylediklerimizin yüz kat üstününü yaptı!

Sen ona zahmet, eziyet vermeden uslu, rahat ve vefakâr bir halde tutmayı mı umuyorsun?

Bu, her aşağılık kişiye nasip mi olur? Ejderhayı öldürmeye bir Musa gerek.

Yüz binlerce halk onun tedbiriyle mağlûp oldu, ejderhasından yılıp kaçtı, ölüp gitti!

__________
Kaynak: MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
(985-1065.beyitler)

4 Temmuz 2023 Salı

Mesnevi'den hikâye:Bakkal dükkanında papağanın gül yağını dökmesi


Bir bakkalla onun bir papağanı vardı. Güzel sesli, yeşil renkli, konuşkan bir papağandı.

Dükkânda, oraya bekçilik eder, bütün tacirlerle şakalaşırdı.

İnsanlara hitap etmede [insan gibi] konuşkandı. Papağan gibi ötmede de ustaydı.

Dükkânın bir yanından sıçrayıp öte yanına kaçtı; gülyağı şişelerini döktü.

Efendisi evden çıkageldi; dükkânında, efendiler gibi huzur içinde oturdu.

Gördü ki dükkân yağa batmış, elbisesi de yağ içinde. Başına vurdu, bu vuruş yüzünden papağan kel oldu.

Papağan birkaç gün söz söylemez oldu; bakkal pişmanlıktan ah çekti.

Sakalını yoluyor: 

Yazık! Nimet güneşim bulut altına girdi, diyordu.

O tatlı dillinin başına vurduğumda, üç gün üç gece şaşkın, üzgün, ümitsizce dükkânında oturduktan sonra kuşu yine dile gelsin diye her yoksula hediyeler veriyordu. Olur da dile gelir diye, o kuşa her çeşit olmadık şeyler gösteriyordu.

[O sırada oradan] başı, tasın ve leğenin arkası gibi saçsız, çıplak kafalı bir Cavlaki geçiyordu.

Papağan birdenbire dile geldi, akıllılar gibi dervişe bağırıp: Hey, filan, dedi.

Nasıl oldu da kel oldun, keller arasına katıldın? Yoksa sen de mi şişeden yağ döktün?

Onun bu kıyasına halkın güleceği geldi. Çünkü o hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.

Yazı(dilinde)da şîr (aslan) şîr (süt)’e benzese bile, sen temiz kişilerin işini kendinle kıyaslama.

Bütün dünya bu yüzden yoldan çıktı; 

Hak abdallarından pek az kişi haberdar oldu.

Peygamberlerle eşitliğe/denkliğe kalkıştılar; velileri de kendileri gibi sandılar. İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uykuya ve yemeğe bağımlıyız, onlar da, dediler.

Körlükleri yüzünden, arada sonsuz bir fark olduğunu bilmediler.

İki çeşit arı aynı yerden yedi; ama bununki zehir oldu, ötekininki bal. İki çeşit ceylan ot yiyip su içti; birinden fışkı meydana geldi ötekinden halis misk. İki çeşit kamış aynı kaynaktan su içti; birisi boş, öteki şekerle dolu.

Böyle birbirine benzeyen yüz binlerce şeye bak da aradaki yetmiş yıllık yol farkını gör.

Bu yer, ondan pislik çıkar; o yer, tastamam Hak nuru olur.

Bu yer, tümüyle cimrilik ve haset doğar; o yer, tümüyle bir ve tek olan Allah’ın nuru doğar.

Burası tertemiz topraktır, orası çorak ve kötü. Bu tertemiz melektir, o Şeytan ve canavar.

Her iki şeklin birbirine benzemesi mümkündür; acı su da tatlı su da berraktır.

Bunu zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul. Tatlı suyu acı sudan o ayırır.

[Zevk sahibi olmayan] büyüyü, mucize ile kıyaslayıp her ikisinin de esasının gözbağcılığı olduğunu sanır.

Musa ile mücadele eden büyücüler, [ellerine] onun asası gibi bir asa aldılar.

Bu asa ile o asa arasında derin bir fark var; bu işle o iş arasında hayret verici bir yol var.

Bu işin arkasında Allah’ın laneti var; o işe karşılık vefa olarak Allah’ın rahmeti var.

Kâfirler muhalefet etmede maymun tabiatlıdırlar. Huy, göğsün içinde bir âfettir.

İnsan her ne yapsa, maymun da her zaman insandan gördüğünü yapar.

Ben de onun gibi yaptım sanır. O muhalif suratlı aradaki farkı nereden bilecek?

Bu, emirden dolayı, o, muhalefeti yüzünden yapar; muhaliflerin başlarına toprak saç.

O münafık, emre uyanla beraber, muhalefet için uyup namaza durur; yakarmak için değil.

Müminler namazda, oruçta, hacda, zekâtta münafıkla birlikte kazanıp kaybetmektedirler.

Müminler için sonunda kazanç vardır, münafığa ise âhirette mat olma.

Her ikisi de bir oyunun başında, her ikisi de birlikte, ama biri Mervli biri Reyli.

Her biri kendi durağına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.

Onu mümin diye çağırırlarsa, canı hoşlanır. Münafık derlerse öfkelenir, ateş kesilir.

Onun adının sevimliliği kendi zatı yüzündendir; bunun adının sevimsizliği âfetleri yüzündendir.

Mim, vav, mim ve nun [harflerinde] bir şeref yoktur. Mümin sözü ancak tanımlama içindir...

Ona münafık dersen, bu aşağılık ad, içini akrep gibi sokar.

Bu ad, cehennemden türemediyse niçin onda cehennem tadı var?

O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı kaptan değildir.

Harf kaba benzer, ondaki anlam ise su gibidir. Anlam denizi ise “Ümmü’l-Kitâb”ı katında bulundurandır.

Dünyada acı deniz de vardır tatlı deniz de. Aralarında bir perde/engel vardır, birbirine karışmazlar.

Ne var ki bu iki deniz tek bir kaynaktan akarlar; sen bu ikisinden de geç, kaynağına kadar git.

Kalp altınla halis altının ayarını mihenge vurmadıkça [değerini] göz kararıyla bilemezsin.

Allah kimin canına mihenk koyduysa, kesin olanı şüpheli olandan o ayırt edebilir.

Bir canlının ağzına bir çöp kaçacak olsa, ancak onu çıkardığında rahatlar.

Binlerce lokma içinde ufacık bir çöp çıkacak olsa, canlının duygusu bunu hemen algılar.

Dünya duygusu, bu dünyanın merdivenidir; din duygusu ise göğün merdiveni.

Bu duygunun sağlığını tabipten arayın; o duygunun sağlığını ise sevgiliden isteyin.

Bu duygunun sağlığı, bedenin sağlamlığından; o duygunun sağlığı ise bedenin yıkılmasından [geçer].

Can yolu, bedeni yıkar; bu yıkıştan sonra onu [yeniden] imar eder.

Evi, altın definesi için harap etmiştir; sonra o define ile evi daha bayındır hale getirir.

Suyu kesmiş, yatağını temizlemiş, ondan sonra ırmağa içilecek su akıtmıştır.

Deriyi yarmış, okun ucunu çıkarmış, ondan sonra orada taze deri bitmiştir.

Kaleyi yıkmış, kâfirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.

Neliksiz [Allah’ın] işini kim nitelendirebilir? Bunları bana sadece zaruret söyletiyor.

Bazen böyle görünür, bazen de bunun zıddı; din işi hayranlıktan başka bir şey değildir.

Ama sırtı ona dönük olan hayran değil, aksine sevgiliye dalmış, onunla sarhoş olmuş hayrandır bu.

Birisinin yüzü sevgiliye dönüktür; birisinin yüzü ise zaten sevgilinin yüzüdür.

Her birinin yüzüne bak, hatırında tut; ola ki hizmetten ötürü yüzleri tanır hale gelirsin.

Değil mi ki nice insan yüzlü Şeytan vardır; öyleyse her ele el vermek yakışık almaz.

Çünkü kuş avcısı, kuşu aldatmak için [onun sesine benzeyen] bir ıslık çalar.

O kuş, kendi cinsinin sesini işitince havadan iner, tuzağı ve iğneyi bulur.

Aşağılık adam, doğru kişinin üzerine afsun okumak için dervişlerin sözlerini çalar.

Erlerin işi aydınlık ve sıcaklıktır. 

Aşağılıkların işi ise hile ve utanmazlıktır.

Dilenmek için yünden aslan yapar, Ebu Museylim’e Ahmet lakabı verirler.

Ebu Müseylim’in lakabı “kezzâb”, Muhammed’in ise “ulü’l-elbab” olarak kaldı.

O Hak şarabının sonunda halis misk vardır; [sıradan] şarabın sonunda ise pis koku ve azap..

__________

Kaynak: Derya Örs, Hicabi Kırlangıç, 2015, "Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî/Mesnevî-i Manevi" 1.Defter (247-323.beyitler)

2 Temmuz 2023 Pazar

Mâniler:..bostan...akıllı...deli...


mihman eyledik mâniyi
hem serd eyledik fâniyi
üç günlük zevk âleminde
unutma dedik "Bâkî"yi
bayram eder bayram eder
hacca gider bayram eder
nefsini kurban edemez
sığırı yer bayram eder
bostanlıkta hıyarlar var
kavunu var karpuzu var
bostandan karga kovmaya
bostanlarda korkuluk var
duvarı var duvarı var
bahçaların duvarı var
kalabalıklar içinde
insanı var, davarı var
cepkene bak cep kene bak
cepkendeki cep kene bak
kefene cep diken mi var
sen yapışan keneye bak
ırağı var yakını var
ırağı yakın eden var
kırağıdan su çıkarıp
öküzü adam eden var
yaramaz var yaramaz var
yaram azmış diyenler var
yaralıya merhem olmaz
yaram azmış diyenler var
insanlar var insanlar var
"insan" gibi insanlar var
iblise pabuç giydirmez
şeytanlaşmış insanlar var
kazandasın kazandasın
dünya denen kazandasın
bu dünyada pişmez isen
cehennemin kazandasın
yandım deme yandım deme
yanar dönersin görene
özrün kabahatden büyük
tövbenden dönersin yine
hülyalar var rüyâlar var
rüyada sultan olan var
taht hayali kuranların
içinde ne çok herzeler var
bu âlemde hepsinden var
zalim de var mazlum da var
taht sahibi nemrudları
tahtından eden sinek var
sebebi var sebebi var
herşeyin bir sebebi var
akıllıya ırak duran
delilerin sebebi var
akıllı var akıllı var
aklını put yapmışlar var
tapınanın aklını çöp
sayıp süpüren deli var
aklı havada gezen var
aklı havanda ezen var
gel geç aklını çok seven
akıllı divaneler var
hesabî var hesabî var
her kulun çok hesabı var
şeytan da çok hesap yapar
Allah'ın da hesabı var
mihnet yurdu imiş dünyâ
ukbâ atabe-i ulyâ
kâ’be-i ulyâ gönülmüş
dünya ölmüşe bir rüyâ
ne çok kelâm yazdık ne çok
"OKU'yan yok düşünen yok
her bir harfi nükte imiş
hikmet yaydan çıkmış bir ok