Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Haziran 2022 Çarşamba

Gül kokulu dost...

 

Gül yağından sürme çeksem gözüme
Gül döksem gül kokan dostun izine
Gül kokulu dostun varsam özüne
Seyyah olsam gezsem gönül gözümle
Gülşeninde ötse karga güle ne
Gonca da bir diken de bir bilene
Sitemkârlık cahilane bahane
Mecnun derler ağlar iken gülene

26 Haziran 2022 Pazar

Kime indiyse nüzûl, inmişe benzetti onu


Mehmet Âkif’ten yola çıkalım, derki üstâd:

"Ne ağız kaldı yiğitlerde hakîkat ne burun
Kime indiyse nüzûl, inmişe benzetti onu"

Nüzûl, yâ'ni inme de denilen felç olma durumu biyolojik beden kaynaklı bir rahatsızlık durumu mâlûm-i âlîniz...

Yukarıdaki Âkif merhumun satırlarında bahsedilen Yiğit(!)lere nüzûl inmesi, umur u dehrde nüfuz sahibi iken ahbab-çavuş münasebetlere teşne, başına buyruk yiğitlerin(!) nüfuzları elden gidince bu nüzûlun onları inmişe, eşekten düşmüşe döndürmesi ile ilgili insanlık tarihindeki bir çok hikayeyi, bana hatırlatı.

Âkif'in, bir hakikâti ne kadar da güzel izhârı ve ifadesinde kast olunanlar  bugün de cari değil mi...?

İnsan ne oldum demeyecek, ben bilirim demeyecek, "ben, ben, ben" deyu burnu havalarda gezmeyecek...

Zaman var ya zaman, dördüncü boyut, öyle bir hükmünü sürdürüyorki;
Nemruda sineği musallat ediyor, 
Firavunu Kızıldenizin dibine iki büklüm göndererek boğuyor, 
Karunu hazineleriyle yedi kat yerin dibine gömüyor...

Âl-i İmrân sûresi 26. Âyette Rabbimiz buyurur:
"De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Hayır, senin elindedir. Kuşkusuz Sen Her Şeye Güç Yetiren'sin."

Zaman diliminde nasib olan, isabet eden tevafukla, emânet edilmiş umur u devlet-i âlî ile, zenginlik ile, şöhret ile, para-pul, makam-mevki, mal-mülk, boy-bos, nüfuz sahibi olmaklığı insan emanet bilecek, şımarmayacak, adîl, mütevazı ve gayretkeş olacak, iyi niyeti muhafaza ile fazlası haram olan zandan sakınacak, kibirlenirse şeytan gibi huzurdan ilelebed kovulmuşlardan olacağını unutmayacak.

Ya da; 
geçici dünya hayatının emânet edilmiş imkânları elden gidince; Âkif'in teşbihi ile, "Ne ağız ne burun bırakır nüzûl, inmişe benzetir Yiğitleri" hakikâtini hatırından çıkartmayacak ki, mefluç vaziyette dolaşanlardan olmayacak !

Âyette ne buyuruyordu Rabbimiz "...mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin..."

Güç, kudret sahibi olan, mutasarrıf olan "O" !

İnsan ne oldum diyeceğine, ne olacağım gelecekte, sonum ne olacak deyu yaşayacak !

Azîz milletin azîz evlatlarının istikbâli
içün, geleceğe iz açalım, iyiye doğruya güzele doğru ardımızdan gelen nesillere dosdoğru yol alabilecek iz bırakalım, arkamızda kapkara bir is bırakmayalım temennisiyle...

25 Haziran 2022 Cumartesi

Biniş ve şed... pabucu dama atmak ...

Binyıllara sari medeniyyetimiz bir Çınar...

Kökü mazide dalları atide, arzdan/ruyi zeminden semâya yükselmiş olan dallarından sarkan meyvelerini bugünkü nesillere ikrâm eden, muazzam bir Türk-İslam medeniyeti ve irfan kültürü ile beslenmişiz ki, bugün bu değerler ile dimdik ayaktayız, zaman zaman üzeri tozlansa da, köz ateşinin üzeri küllense de...
Medeniyyetimiz Çınarına dair bir form olan cübbe ve şed ile, bunların ma'nâsına dair bir kaç kelâm serd edelim...
Biniş(cübbe) üç meslek grubu tarafından onların meslekî durumlarını gösteren bir üniforma olup, yakasız/hakim yaka bir yapıda biçilip dikilir.

Yakasız gömlek ile kastedilen ise aslında kefendir. 
Cübbe giymek, Hakk'tan hiçbir şekilde dönmeyeceği, hukuktan taviz vermeyeceğini sembolize eder, bir ma'nâsı ile kefeni giymiş olarak kararlar almak/vermek, işleri bu hâlet ile yapmaktır.

Cübbe, adliye, ilahiyat ve ilmiye sınıfı meslek adamlarının giysisi olup, onlara törenle giydirilir, tıpkı âhî esnaf loncalarındaki şed kuşanma törenlerinde olduğu gibi...
Malûm olduğu üzere, Ahilik sisteminde; yamak, çırak, kalfa ve usta olmak üzere dört basamağın her birinde tekâmül eden adaya, her bir aşama sonunda yapılan törenlerde  ahlâkî kurallar, meslek kuralları ve ahî teşkilâtının ilkeleri dualarla hatırlatılır, törenle bir üst pozisyon ehliyeti verilir. 

Yamak olan çocuk; okur-yazarlık, dini bilgiler, görgü kuralları, ahlâk ve Ahiliğin temel ilkeleri eğitiminden geçip başarılı bulunursa çırak olur, mesleki mânâda tekâmüle devam eder de ahilik ilkeleri açısından liyakatını da ispat ederse kalfa olur. 

Kalfalık töreninde, kalfa adayının ustası, onun ahilik ilkelerine bağlılığını ifade ederek güvenini belirtir, Ahi Baba törenin sonunda kalfaya nasihat ve dua eder, böylece kalfalık onaylamış olur. 

Kalfa, bu evrede üç yıl boyunca ustasının gözetimi ve denetiminde çalışmaya devam eder, meslekteki ayrıntılar yanında öğreticilik tarafı açısından çırak yetiştirecek yetkin hâle gelince, ustalık töreni ile ona ustalık yetkisi ve dükkân açma izni verilir, bu törende Şed denilen kuşak kuşanılır.

Şed kuşanarak usta olmanın ilk şartı, ustasının onay vermesidir, değilse  usta olunamaz ve kişi dükkân açamaz.
Şed; bele bağlanan, pamuktan dokunmuş kuşak da denilen kumaş olup hem mesleki yeterlik hem de dini-ahlâki  bütünlüğü belirten Ahilik sembolüdür.

Ahi Baba’nın huzurunda hem  mesleğin ve hem de şehrin eşrafının katılımı ile gerçekleşen şed töreni ile şed kuşanan usta tuzlu su içer ve tören son bulur. 
Ahi şerbeti olarak bilinen tuzlu su; alçak gönüllü, başkalarının ayıbını görmeyen, ahilik ilkelerine bağlı kalınacağının göstergesi olarak kabul edilir.

Ahilik, 13. yüzyılda Anadolu'da bir meslek birliği olarak temelleri Ahi Evran ile atılan bir esnaf loncası tipidir. Ahilik sevilen, saygı duyulan kültür, eğitim, dini, idari, askeri ve ekonomik işbirliği teşkilatıdır. Ahi Evran ise bu işbirlikteliğinin kurucu lideridir.

Bir hikâye: “Pabucu dama atıldı”...

Ahi Evran Kayseri’ de ayakkabıcılık yapan ahi dükkânlarını gezerken hatalı ayakkabı ürettiğini gördüğü Ahi’yi uyarır. Bir süre sonraki ziyâretinde aynı Ahi’nin yine hatalı ayakkabı yapıp/sattığını tespit edince, defolu pabucu/ayakkabıyı o dükkânın damına atar. Bunun toplumsal izâhı ve mesajı şudur, bu Ahi’den bundan böyle ayakkabı alınmaya.... 
Ve bu Ahi'den artık alış veriş yapılmadığı için Ahi dükkânını kapatmak zorunda kalır.

Bu devirde pabucu dama atılacaklar sayıya gelir mi, ne dersiniz !
Yeniden hakim yakalı cübbeye dönecek olursak; bu cübbeyi giyen adliye, ilmiye ve ilahiyat sınıfı mensupları meslekleri/ihtisas sahalarında verdikleri kararlarla, insanlara va'z ettikleri ile bir sorumluluk ve vebal üslendikleri bilinci ile ve Hakk üzere davrandıkları, hukukun üstünlüğünden çıkmayacak şekilde kararlar aldıklarını, bunun dışında hiç bir mevki ve makamın hükmü altında olmadıklarını, vicdanî kanaatlerinden başka hiç bir şeye bakmadıklarını kabul ve ifade etmiş olmaktadırlar.

Adaletin tesis ve tecellisi içün olmazsa olmaz üç kuvve var, bunlar; hikmet, şecaat ve iffet.
Hikmet; obje/nesneleri olduğu gibi bilme.
Şecaat; öfke ve gazabın ıslahı ile oluşacak bir fazilet,
İffet ise; arzuların (şehvet, ihtiras...) kontrol edilmesiyle hâsıl olan bir normdur.
İşte adalet bu üç kuvvetin dengelenmesiyle tecelli eder.

Vicdani kanaat ve sorumluluğa dayalı adalet anlayışı ile Hakkı ayakta tutan cemiyetlerde huzûr aranmaz, yaşanır...

Ve can alıcı sorular !

Yakasız giymek, şekli tamam olmak yeterli miymiş ?
Her ehliyeti olanın liyakatına da bakmayacak mıyız ?
Sadece mesleki ehliyet sahibi olmak meslek icrâsı açısından yeterli miymiş ?
Kabuğu yeterli sayıyor da öze inmiyor muyuz acaba ?
Közün üzeri küllenmiş mi ?

Ehliyet-liyakatın varlığı mı, ya da birisinin olması yeterli mi sizce ?!

Toplumda bugün muzdarip olunan yozlaşmanın, huzûrsuzlukların, aşırılıkların, bencilliklerin sebebi ne acaba ?

Sebep arayaduralım biz !

Pabucu dama atmayı ihmâl etmeye devam mı, değil mi !

Pabuç pahalı mı !

Vesselâm...

24 Haziran 2022 Cuma

Usandık ya Hû !

 

Usandık ya Hû;
Muzilânı seng-i iblîs ile taşlamaktan
Usandık...
Ufağı, ortancası, irisi
Kimi kaçarken, bitiveriyor ötekisi
Amip gibiler azizim
Mitozla çoğalıyorlar sanki...
Riyâ, nifak, onlar içün sanki nargile
Ekmek su gibi onlara her hile 
Hem yanılmışlıkta yok, bile bile !

Bu bâbda Nesîmî ne hoş söyler:
"Her ne var âdemde var âdemden iste Hakk’ı sen
Olma iblîs ü şakî âdemde sırrullah var"

O iblîs ü şakîler ki;
Kapıdan kovulunca
Bacaya dadanıyorlar
Türemiyesiceler...
Bitmek bilmiyorlar
Soyları tükeniceseler.

Hele bir de
Suya sabuna dokunmayan 
Elleri, yüzleri kapkara
Vicdanı askıda
Cüzdanı kantarda
Melek maskeli iblîs ve şakîler
Arka kapı eşiğinden ayrılmazlar varki...
Ne şurdalar ne burda
Hem ordalar, hem burda
Candan ırak tutula 
Tefvîzü’l-umur eyleriz Hakka
Onları da !

Eh, tabiidir...
Hazineye
Kırk harami dadanırmış
Meyveli ağaç taşlanırmış

Ey azîzan !
Kökü mazide, dalları atide
Meyveleri semâdan
Her bireri 
Abide-i İrfân azîzan...
Ey su gibi azîz olan...
Allah'a dayan !
Tefvîzü’l-umur eyle...
Unutma;
Mekr-i ilâhidir senin payandan...

Bir güneş doğarki doğudan,
ışığının hüzmeleri 
kovar grisini, karanlık siyahı...
Ne gölgesini bırakır ne de karanlığı !

22 Haziran 2022 Çarşamba

Ya dereke, ya derece...

Adem çeker nefs elinden
Arzusuyla hevesinden
Çok beğendiği aklına
Tapınıp durur ezelden
İlâhlar mı, dizi dizi
Sis karası her birisi
Kalbi zift olur kaplarsa
Kazınsa da kalır izi
Kimi inermiş dereke
Perdesi siyah ferace
"Oku" denen iki hece
Ya bilmece, ya derece
Derecât-ı Âdem, Âli
İlliyun; rızâlık fiil
Derekât-ı adem, alîl
Ya dereke, ya derece

21 Haziran 2022 Salı

Dört mevsim ötede nev-bahar...

 

Dört mevsim ötede
Hep bahar varmış
Bahar, yaz, güz, kış
Dünyaya hasmış

Baharda neşve,
Yazda sükûn
Güzde hüzün
Kışta yas varmış

Gammış, kedermiş
Dertmiş, çileymiş
Hasretmiş, lezzetmiş
Dünyalık şeylermiş

Dört mevsim ötede
Hep nev-baharmış
Dünyalığın hepsi
Dünyada kalırmış

Ordakiler gençmiş
Otuzüçündeymiş
Takdim edilirmiş
Her neyi taşımış
Bir güfte ve Hüseyni bestesi:

20 Haziran 2022 Pazartesi

Doğu batı...salıncak...


Semâdan ipler sarkacak, doğu batı bir salıncak
İki doğu ve batının, hangisine varılacak
Nedir iki doğu batı, bilmem hangi idrak katı
Bu hikmetin tafsilâtı gidenlerin seyahatı

19 Haziran 2022 Pazar

Gâh şad eyler...gâh lütuf

Gönül makamından eser, gönülleri şâd eyler
Eser; âlem-i lâhuttan, batını zahir eyler

Dil ü candan ise gelen, kâinâtı feth eyler
Ârif olan okur O'nu, hikmetini fehm eyler

Demiş Hakkı lisânıyla: "Hakk şerleri hayr eyler"
"Mevlâ görelim neyler, ne eylerse güzel eyler"

"O"ki; Kadir-i Mutlak, Hallâku'l Alîm, Malikü'l Mülk
Gâh şad eyler, gâhi zahir, gâh lütuf, hem seyr eyler

Batından bî-haber olan, zahire bühtân eyler
Lütûfkârı kahhar bilir, hikmete isyân eyler

Demiş Hakkı lisânıyla: "Hakk şerleri hayr eyler"
"Mevlâ görelim neyler, ne eylerse güzel eyler"

17 Haziran 2022 Cuma

Dost mu dediniz ?

 

Var mı emânetçi biri etrafınızda ?
Malınızı, canınızı, sözünüzü ve sırrınızı emânet ettiğiniz biri var mı ?
Hatta sırtınızı dayayabildiğiniz biri !

Yok mu ?

Ya söz verip sözünde duran, sözleştiğinizde
en basitinden (!) görüşme saatine pür dikkat ve rikkat ile uyan !

Var mı ?

Konuştuğunda, sorduğunuza cevap verirken gözlerinize bakamadan konuşan da mı yok etrafınızda !

Neden bu üç özellik (emanete hıyânet-sözünde durmamak-yalan) önemli ?

Çünki size de dost(muş) gibi davranır ki, böylesine münafık denir; görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olanlar gibi...her sakala tarak...her rastladığına uygun maske !

Muallim Nâci böylesi içün der:
"Lakırdıları pek muhibbâne görünür, fakat muhabbetleri münâfıkâne çıkar"
Mevlânâ'nın Mesnevi (Mesnevi II/2125-2140) sinden bir hikâyede şöyle denilir:

"O aldanmış kişinin, ayının vefasına güvenmesi...

Adam uyudu, ayı sinek kovalamaktaydı. Sinek, kovulunca kalktı, fakat inadına gene kalktığı yere gelip kondu.

Ayı, o gencin yüzünden, kaç kere sineği kovdu. Fakat sinek gene derhal kalktığı yere gelip konmaktaydı.

Ayı, sineğe kızıp, gitti dağdan kocaman bir taş yakalayıp getirdi.

Sineğin gene uyuyan adamın suratına konmuş olduğunu görünce,
O koca değirmen taşını alıp, sineği ezmek için adamın suratına fırlattı.

Taş, uyuyan adamın suratını paramparça etti. Bu mesele de bütün âleme yayıldı;

Aptalın sevgisi şüphesiz ayının sevgisidir. Kini sevgidir, sevgisi kin.
Ahdi gevşek, zayıf ve bozuk.. sözü büyük, vefası artık.

Ant içse bile inanma. Eğri sözlü adam andını da bozar.

Mademki yeminsiz sözü yalan. Hilesine yeminine de inanma.

Onun nefsi beydir, aklı esir.. farzetki yüz binlerce defa Mushaf’a yemin etmiş olsun !
Mademki yeminsiz ahdi bozuyor, yemin etse onu da bozar.

Çünkü nefsi, ağır yeminle bağlanan nefis, bundan daha ziyade daralır, perişan olur.
Bu, bir esirin hâkime bağlanmasına benzer. Hâkim o bağı koparır, o bağdan kurtulur.
Kızgınlıkla o bağı, kölesinin kafasına fırlatıp atar. Nefisde o yemini, kendisine esir olan adamın suratına vurur.

Sen onun “Ahitlerinize vefa edin” hükmünden el yıka. “ Yeminlerinizi koruyun, ahitlerinizde durun” hükmünü ona söyleme.

Kiminle ahdettiğini bilen tenini iplik haline kor, o ahdin etrafında dolanır, o ahdi örer durur."

Yoksa insan böylelerini dost mu bilir, dosttan mı sayar !
Bilgeler, filozoflar, mütefekkirler de dost ve dostluk hususunda eserler kaleme almış, fikirlerini serd etmişlerdir.

Meselâ Fârâbî’ye göre iki sınıf dosttan söz edilebilir:
İlk sınıftakiler, dostluklarında samimi olan iyi niyetli dostlardır. Bunlar dostlarının erdemini geliştirir, hatalarını, kusurlarını örterler. İnsan bu nitelikteki dostlarının sayısını çoğaltmalıdır.

İkinci sınıfı teşkil edenler dost gibi görünenlerdir. Fârâbî bunlara güvenmemeyi, ancak yinede onlara iyi davranmayı öğütler; zira ileride onların sahte dostlukları gerçek dostluğa dönüşebilir, der.

İbn Miskeveyh ise dostlukla ilgili olarak; yaşlılarda menfaate, çocuklarda hazza dayalı oluşunun yaygın olduğunu, dostluklar içinde ancak hayra dayalı bulunanın uzun ömürlü olabileceğini söyler, çünkü yalnız hayır sabit karakterlidir (*)

Aristo'nun da bu hususta benzer sınıflandırması vardır.
Pir Sultan Abdal ne güzel demiş:

Seyyah olup şu âlemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkârımca okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kalbin derununa nüfuz ederek kök salmış gerçek mânâya râci olan dostluk, haz ve menfaat dostluğunun çok çok ötesindedir...

Çocukların dostluğu nekadar temiz duygularla zuhur eder, nekadar içten, samimi ve gerçektir değil mi ?

Allah için dost olanlara ve Allah dostlarına gelince...

Bunun içün insanlık tarihindeki "insan" numunelerine göz atmak yeter de artar, dostun ve dostluğun hakikâtini anlamaya, anlamak isteyene... Bir kaç misâl :

Buyrunuz âliyyü'l a'lâsından bir dost;
"Cebrâil (a.s.) Peygamber Efendimize (s.a.v) müşriklerin kendisini katletmeye geleceğini bildirerek:
"Şimdiye kadar yattığın yatağında, bu gece yatma !" der, bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali'yi çağırır:

"Yatağımda bu gece yat uyu ! Şu yeşil, geniş aba hırkamı da üzerine ört ! Korkma ! Sana hiç bir zarar erişmeyecektir." der

Mekkeli müşriklerin kendisine teslim ettikleri emânetleri de sahiplerine teslim etmek üzere Hz. Ali'ye teslim ederek Mekke'de kalmasını söyler...

Sonrası mı, tabiki Hz.Ali ucunda ölüm de olsa, harfiyyen yerine getirir.

Dost bu işte...

Bir başka misâl;

Mekke'den Medine'ye hicret etmek üzere yola çıkarlar Hz.Peygamber ve Hz. Ebûbekir...öncesinde gerekli tedbirler alınmış, hicret stratejisi belirlenmiştir...

Ve müşrikler ardlarında...

"Sevr mağarasına varılır, önce girer etrafı kolaçan eder Hz. Ebûbekir, yılan, akrep ve çıyan gibi mahlûklara karşı mağaranın deliklerini, bez örtüsünü yırtarak tıkayacak şekilde kapatır. Son delik bez yetmediği içün açık kalmıştır, o deliği de çıplak ayağı ile kapatır. Yol yorgunu olan Hz. Peygamber Hz.Ebubekir'in dizine başını dayayarak uyuyakalır, Hz. Ebubekir'in çıplak ayağı ile kapadığı delikten çıkmaya çalışan bir yılan ayağını ısırır, Hz. Peygamber uyanmasın, rahatsız etmeyeyim diye kıpırdamaz, ancak zehirin acısından göz yaşları akar, yaşlar Rasûlullah’ın üzerine damlayınca O'nu uyandırır...."

İşte Allah için dost bu...

Bir diğer deyişle dostlukta ilke ve ölçü "efrâdını câmi, ağyârini mâni" olmaktır !

Yâ'ni; Allah için dost olmak gerek, Allah'a dost olmak gerek !
Bir âyette (Ankebut sûresi,41) Rabbimiz şöyle buyurur:
"Allah 'tan başkalarını dost edinenlerin durumu kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanaksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi."

Bir hadis-i şerifte de buyrulmuştur ki: "Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır” (**).
Hasıl-ı kelâm;
Bir gerçek dost selâmı var, bir de hesabî dost(un) selâmı...

Selâm denilen kelâmı öylesine mi serdediyorlar etraftakiler... hâni; selâmet, eminlik, güzel ahlâk, erdemli yaşayış gibi değerler manzûmesinin varlığının etiketi, markası, göstergesi olan "selâm"ı bu mânâda mı veriyorlar dost bildikleriniz, yoksa selâmları hesabî selâm mı, ne buyurursunuz ?

Vesselâm...
__________
(*) Tehẕîbü’l-aḫlâḳ, s. 125-127.
(**)Buhârî, “Enbiyâʾ”, 3; Müslim, “Birr”, 159

16 Haziran 2022 Perşembe

Bahar ve güz... hazan ve hüzün !



Bir yılın mevsimlerine bakıldığında; doğada her bahar başlayan ve kış mevsimi ile sonlanıp, takip eden baharda yeniden aynı döngüyü başlatan bir devr-i daim görürüz.
Her bahar çekirdekten filize, çiçeğe, meyveye ve yeniden tohuma/çekirdeğe dönüş her yıl tekrar eder durur...

Mevsimlerin bu yıllık tekrarı ile doğadaki canlıların ve insanın doğum, gençlik, olgunluk, yaşlılık ve ölümü arasında bir paralellik gözler insan...

Baharın gelişi ile doğadaki bitkiler canlanır, rengâreng çiçekler göz alabildiğince yeşil zemini nakışlar, baharın cezbedici kokusu ve manzaranın ihtişamı, kuşları, börtü böceği neş'e ve coşkunluğa sevk eder...

İnsanın da çocukluk ve gençlik dönemi bahara benzer. Bu bahar evresi aklın, duyguların, arzu ve heveslerin gönülleri işgâl ettiği, hataların fütursuz ve hesapsızca yapıldığı, kimi zaman serkeş kimi zaman deli dolu ve düşüncesizce günü gün etme, anlık zevklerden kâm alma ve pür gaflet içinde geçirilen gençlik zamanları…

Bu gaflet hâlinden, deli dolu hesapsız dönemden sonra gelen olgunluk evresi, yaz mevsimi ile benzeşir insanlarda, bu olgunluk dönemi bir yandan meyve ve hasat zamanıdır, diğer yandan ise mesuliyetlerin üslenilerek gereklerinin yapıldığı ve sonraki nesiller için de çekirdek/tohum, yavru verme zamanı olarak geçirilir. Bu evre aynı zamanda olgunluğun getirdiği muhasebe, tefekkür ve idrâk, hakikâti anlama, manâ deryasına dalma evresi olup, şuurlu olarak sağlam durma, yere sağlam basma zamanıdır. Ancak bu evrede sahip olunan güç, kudret, bolluk ve zenginlikler aynı zamanda ihtirasları, arzu ve emelleri, kibri ve nice egoistik hâlleri kamçılayabilmeyi de potansiyel olarak içinde barındırır. 

Bu sebeplerle gaflet üzere  geçirilen yaz/olgun yaş zamanlarının ardından gelen sonbahar, ilerleyen yaşlılık evresi olarak bir hazan mevsimidir, gazellerin döküldüğü yaprak dökümü zamanıdır, sarı sarı yaprakların rüzgârların önünde sürüklendiği bu evre aynı zamanda kendiyle yüzleşme, aynaya bakma zamanıdır, belki muhasebe zamanı, belki de ah u zâr zamanıdır.

Bir yandan vakti zamanında çok değer verilen ve arzulanan,  uğruna yıllar harcanan şeyler akşam gurubu kızıllığında giderek uzayan gölgelere dönüşürler ve alacakaranlık ile kaybolur giderler. 

Ve öyle bir hazan mevsimi ki, yaprak dökümü ile etraftakiler, tanıdıklar, yaşıtlar bir bir kayan yıldızlar gibi  hayattan çekip giderler… (*) 
Sonbaharın renkleri, esen sonbahar esintileri, rüzgârlara kapılıp savrulan yapraklar, göçmen kuşların kafileler hâlindeki göçleri çok farklı his ve duyguları etkilerken bir garip hüznü de tetikler.

Sonbahar, ilkbahar ile başlayan bir devrin sona yaklaştığını her şeyiyle hatırlatır.
İlkbaharın lezzetlerinin tadı alınamaz olur hazan mevsiminde,  belki yaşanan tefekkür iklimi; gafleti, rehaveti, ihtirasları, uzun emelleri, heva heves ve arzuları bertaraf eder. 
İçinde yaşanılmış ömür olarak takdir edilmiş zaman diliminde, baharın yeşil örtüsü sarıya kızıla dönmüş,  sap ve saman olmuş (*), börtü böcekler de yok oluşa geçmişlerdir.

Artık tatlı rüyâdan uyanma zamanıdır insan için...
Sürekli bizim olduğunu, ebedi olarak içinde yaşayacağımızı sandığımız dünyâ ve içindekilerin bir bir yok oluşuna, zamanın kendisi hep taze kalarak herşeyi eskittiğine şahit oluşumuz, bu dünyada kendimizin de fani olduğu hakikâtini, idrâk edilen sonbaharda acımasızca yüzümüze haykırmaktadır !

Ve sonra doğayı kış mevsiminde beyaz bir kefen sarmalar !

Sonbaharın;  şâirlerin ve bestekârların ilham kaynağı olarak edebiyatımıza ve mûsıkîmize yansımaları vâkidir ve vücûda  getirilen eserler kültür hayatımızda hak ettiği yeri almıştır. 
Bu çerçevede, bahşedilmiş bir ikrâm olan ömr-ü azîzi izzetli yaşayamamış ve kadr ü kıymetini bilemeden heba etmişlerin hüznüne atfen yazılmış bir dörtlük ve bestesi:


Böyle mi geçecekti bir ömür hep ah u zâr
Sonbahar çabuk geldi, geçti gitti ilkbahar
Teselli etmedi hiç, ne yaz, ne de sonbahar
Sonbahar çabuk geldi, geçti gitti ilkbahar
__________
(*) "Onlara dünya hayatının örneğini ver: (Dünya hayatı), gökten indirdiğimiz yağmur gibidir ki, onun sebebiyle yeryüzünün bitkileri boy verip birbirine karışırlar. Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgârın savurduğu kuru bir çer çöpe döner. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir" (Kehf sûresi, 45)

NOT:"Allah Teâlâ, 45. âyetteki teşbih ile dünya hayatının geçiciliğini, ibret nazarıyla bakan insanın, bir bitkide dahi kendi hayatının başlama, gelişme ve tükenip son bulma safhalarını açık bir şekilde görebileceğini belirttikten sonra, insana yaraşanın, dünyanın geçici zinetlerine aldanmak yerine, kısa süren dünya hayatında yapacağı iyi işlerle ebedî saadete erişmek olduğuna 46. âyette işaret etmektedir." (Diyanet Vakfı meali notu)

12 Haziran 2022 Pazar

Te'vîle ne gerek...


Ehl-i dil ve irfân olan kâmil, rûh-i âlemdir
Te'vîle ne gerek, ma'nâ-yı mezkûra râcidir.
Vaz'oldu rûh-i ebi'l beşer felek-i kamerde
Te’vîle ne gerek, ma'nâ-yı mezkûra râcidir.

9 Haziran 2022 Perşembe

Olmaz onda mihr ü vefâ...

 

Her kimin dolup taşsa, ambarı zevahir
Zahirde zengin olup da, batınında ola fakir
Bir de medh ü senâyla ola kim mütekebbir
Öğütür un ufak eder elbet bir gün bir kabir

Her kim ilim deryâsında, irfanda ola mâhir,
Her mecâliste hem ola muteber ve hem muktedir
Vücûdu ola arzda mukîm, gönlü ola hem semâda
Şûle-i ziyâdâr ola hem evvelde hem âhir

Anlar mı nüsha-i furkânı acep şol ehl-i zahir
Olur muymuş onda bir de mihr ü vefâ müzahir
Bukağıyla gezip duranlar var, lisânları pür zehir
Yaşayalar ömrübillâh hem mübtezel ve câhil

Olsa fenn-i siyâsada her kimki hem pek mâhir
Semâdan bîhaber olsa, arzda olsa zevahir
Durmayı bilmez işler hem çok günah-ı kebâhir
Zahiri temam olsa da, batında müflis ilâ ahir...

Ziyâdâr olsa da zahir, batında zulmet-âlud
Dünyalıklı, ukbada olabilir mi velûd
Kıymetdâr dünyalığa yokmuş orda tedâvül
Zulmet-i ebkemiyse  nâr-ı cehime bir ûd

7 Haziran 2022 Salı

Ateş-i âşka köz gerek...

Niyâzî-i Mısrî üstâd ne hoş söyler:
"Bir göz ki anın olmaya ibret nazarında
Ol sâhibinin düşmanıdır baş üzerinde"
Ateş-i âşka köz gerek
Ozan olana söz gerek
Bir gönüle talib gerek
Görmeye firâset gerek 
Dünyada sebepler gerek
Ukbaya hasbîlik gerek
Sırat neymiş bilmek gerek
Âdemler garezsiz gerek
Münkire çok ibret gerek
Müflise tam izân gerek
Mücrimlere mizan gerek
Müminler ihlâslı gerek
Yol şartların bilmek gerek
Azığı tedarik gerek
Muradına ermek içün
Yola revan olmak gerek
Yaşa ki göresin derler
Gör başına gelir neler
Bir gün gelir akar seller
Gün olurki rahmet eyler
Sebepler aleni gerek
Hakikâtler sırlı gerek
Anlamaya irfân gerek
Cühelâya idrak gerek !

4 Haziran 2022 Cumartesi

Gazne Hükümdârı Sultan Mahmud ve Mesnevi'den Bir Hikâye..


Mahmud Gaznevî veya Gazneli Mahmud (M.S. 971 - 1030), 998-1030 yılları arasında hükümdarlık yapmış, kırkbeş senesini savaş meydanlarında geçirmiş ve Sultan ünvanını kullanan ilk Türk hükümdar olup, Türk-İslâm dünyasının yetiştirdiği en büyük hükümdarlardan biri olarak da tarihe kayıt düşmüş bir cengâver...

Adaleti, kumandanlık kabiliyeti, ileri görüşlü olması ve parlak zekâsı ile tanınan Hindistan fatihi Sultan, yirmiye yakın hint seferinde mağlubiyet yüzü görmemiştir.

İlim adamları ve irfân sahiplerine, fazıllara sahip çıkmıştır. Kalbinin mutmain olması adına mes'eleleri danışmanları, vezirleri ve âlimler ile istişâre ederek kararlar alan Sultan Mahmud, ilim ve irfândan nasibi olan insanlarla birarada olması hasebiyle de aldığı kararlarda hep isabetli olmuştur.
"Gazneli Mahmud’un menkıbevi hayatı hakkında literatürlerde bahsedilen birçok rivayet vardır ki, bunlardan birisi de şudur:

Bir gün Gazneli bir vatandaş Sultan Mahmud’a gelerek zalim biri hakkında şikâyetçi olur ve sultana:
-“Geceleri zalim bir insan beni döverek evimden çıkarır ve mahremimle aynı yatakta yatar, beni bu durumdan kurtarın” der.

Bu durumdan çok rahatsız olan Gazneli Mahmud, müştekiye:
-“Saldırgan adam evine gelince sessiz bir şekilde sarayıma gelerek beni haberdar et” der.

Saldırgan, şikâyetçi adamın evine girince o, derhal Gazneli Mahmud’a haber verir, Gazneli Mahmud da şikâyetçi adamın evine giderek bahsi geçen saldırganı bizzatihi görür ve önce hızla mumu söndürür ve hemen sonrasında da saldırganı katleder. Ardından secdeye kapanır ve bir bardak su içer.

Durumu bir kenardan izlemekte olan şikâyetçi adam Gazneli Mahmud’a bu davranışının sebebini sorar:

-“Mumu söndürmemin sebebi saldırgan insanın yüzünü görmek istemediğim içindir. Belki yakınımdan biri olur da adaletime gölge düşürebilirdi. Secdeye gitmemin sebebi öldürülen saldırganın herhangi bir akrabam olmadığı, dolayısıyla onun günahına ortak olmadığım için Rabbime şükretmemdendir. Su içmemin sebebi ise senin bana bu haberi getirdiğinden beri bir yudum suyun ve bir lokma ekmeğin dahi boğazımdan geçmediğindendir” der. "(1)
Gazne devletinde onun hükümdarlığı esnasında altın taşıyan kervanlara, açıkta kalan mala mülke hiç kimse kem gözle bile bakamaz, dokunamaz...

"Sultan Mahmud döneminde iki-üçyüz eşek yükü altın, Hindistan şehirlerinden getirilip aslanların geçemediği ormanlıklardan geçirilerek iki-üç gün çöllerde bırakılır, mükarlar (katır ve eşek sahipleri) şehire gidermiş. (Açıkta sahipsizmiş gibi duran o) Çuvallara ve sandıklara bakmaya hiç kimsenin cesareti olmazmış. Sultan Mahmud, hâkim olduğu şehirler ve memleketlerin pazarlarına “geceleyin bütün sarraflar, bezzazlar (kumaş satanlar) ve dükkân sahipleri dükkânlarının kapılarını kilitlemesinler. Bunların dükkânlarından her ne çalınırsa karşılığı benim hazinemden verilsin” diye de car çektirmiştir (ilan ettirmek). Onun döneminde bir tek kıl bile çalınmamıştır."(2)
Mevlânâ Celaleddinî Rumî'nin Mesnevisinde (3)'de yer alan Gazneli Sultan Mahmud'a dair bir hikâyeyi nakledelim:

Gazne hükümdârı Sultan Mahmut bir gece tebdili kıyâfet ederek şehri dolaşırken bir grup hırsıza rastlar.

Hırsızlar:
-Arkadaş sen kimsin, gecenin bu vakti bu ten­hâ yerlerde ne arıyorsun ? deyince Sultan Mahmud:
-Ben de sizler gibi hırsızın biriyim, diye cevap ver­ir. Hırsızlar onu aralarına buyur ederler.
İçlerinden biri:
-Dostlar, madem bir araya geldik, herkes ne hüneri varsa, elinden ne geliyorsa anlatsın, der.

Bu­nun üzerine hırsızlardan biri ayağa kalkar:
-Ben, köpek havladı mı ne dediğini anlarım.
Öbür­leri gülüşerek:
-Bu mârifet ancak iki metelik eder.
Diğer biri söz alır:
-Benim bütün mârifetim gözlerimdedir gecenin zifiri karanlığında kimi görsem onu gündüz de tanırım.
Bir diğeri:
-Benim hünerim kolumun gücüdür. Onunla istedi­ğim duvarı delerim.
Başka biri:
-Benim mârifetim burnumdadır, toprağı koklayarak nerde hangi hazîne saklı hemen anlarım.

Hırsızlar böylece mârifetlerini sayıp döktükten son­ra Sultan Mahmud'a döner:
-Ey yeni dost söyle bakalım senin ne gibi bir mâri­fetin var?
Sultan Mahmut:
-Benim hünerim sakalımdadır. Onu şöyle bir oynat­tım mı suçluları cezadan, idamlıkları darağacından kur­tarırım.

Bunu duyan hırsızlar:
-En büyük mârifet senin, en çok buna ihtiyaç duyarız; onun için sen bizim reisimiz olmalısın. Bundan sonra sen ne dersen biz onu yapacağız. Hepimiz emrindeyiz!

Sultan Mahmut:
-Mâdem reisiniz benim kalkın gidip pâdişahın hazînesini soyalım, der.

Hırsızlar hiç itiraz etmeden kalkıp sarayın yolunu tutarlar. Saraya yaklaştıklarında bir köpek havlamaya başlar.
Köpek sesinden anlayan telâşla öne fırlar:
-Yahu durun bu köpek: "Pâdişah sizinle berâberdir" diyor.
Diğer hırsızlar:
-Saçmalama yürü işimize bakalım.

Kokudan anlayan toprağı koklayarak hazînenin yerini tespit eder. Delik delme mârifeti olanı, duvarı delerek hazîneye bir yol açar. Hepsi birlikte hazîneye girip taşıyabildikleri kadar altını ve mücevheri alıp çıkarlar. Saklandıkları yere gelirler.

Sultan Mahmut saklandıkları yerin gizli yolunu öğrendikten sonra sessizce oradan ayrılır, sara­ya döner.

Ertesi sabah askerlerini göndererek hırsızları ininde bastırıp yakalatır.

Ellerini bağlayarak hâkimin huzuruna çıkartılırlar. Suçları sabit olduğundan hepsi cezâlandırılır. Cezâları infaz edilmek üze­re saray meydanına getirilirler. Hepsi korkudan titremektedir.

Geceleyin kimi görürsem gündüz onu görünce mutlaka tanırım, diyen hırsız, pâdişahı tahtında görünce hemen tanır ve arkadaşlarına:
-Bu gece bizimle arkadaşlık eden adam tahtta oturu­yor, der.
Hırsızları infaz yerine doğru götürürlerken Sultan Mahmut, onlara şöyle seslenir:

-Herkes mârifetini gösterdi şimdi sıra bende, diye­rek, bir baş işareti ile onları cezâdan kurtarır.

Sultan Mahmud'un bir devlet adamı olarak bir kez hata yapanı affettiği, ikinci kez hatayı tekrarlayanı asla affetmediği hatta cezalandırdığı yazılır kaynaklarda.
Gazneli Mahmud'un babası Sebug Tegin'in Pendnâmesinde ifade edilmiş olan nаsihаtlerini, Sultan hükümdarlığı müddetinde dikkate alarak yaşamıştır. Bu nasihatlardan bazıları şöyle:
Âdil ol ! Halktan haberdar ol ! Devletine zarar verene iş verme, eğlenceye, lezzet ve şehvete meyilli olmа, yollаrın güvenliğini sağla, suçlulаrın sorgulаnmаsındа hаssаs dаvrаn, kibirden, kendini beğenmişlikten uzаk dur, tecrübeli kimselerle devlet mes'eleleri hаkkındа istişаrede bulun, isrаf etme ve bütün hаzineyi sаvurmа, bаhşişi hаkkıylа ve vаktiyle ver,  geveze ve gereksiz söz söyleyenleri huzurundа tutma ve sözlerine iltifаt etme... pаdişаhın sırlаrını dаhа çok geveze ve şаkаcı insаnlаr dışаrı çıkarır..."   

Halife Ömer b. Abdülaziz’in ardından, en âdil Sultan olarak kabul edilen  Gazneli Mahmud, adalet anlayışında ahbab, akraba, yakın ve  dosta bakmamış, adaleti, devletin bekâsı ve milletin huzur ve refahını en üstte tutmuştur.
Şâir Nâbî der:
"Taklîd erişirdi rütbe-i tahkîka 
Cevherde adîl olaydı yâkūta akîk"

Ve Pir Sultan Abdal der:
"Gitti âdil beyler kalan avamdır"

Karagöz Gazeli:
"Gel ey zâhid kenâr-ı bezm-i irfandan makāl anla
Hakîkattir sözü âriflerin gûş et meâl anla"

Ve Ziya Paşa der:
"Bir yerde ki yok nağmeni takdir edecek guş 
Tazyi-i nefes eyleme tebdil-i makam et"

Vesselâm...
___________
(1) SUTAD, Nisan 2019; (45): 353-369
(2)Gazneli Sultan Mahmud’un Karakteri, Çeviren: Ahmad HESAMİPOUR, Tarih Okulu İlkbahar 2009, Sayı III, 133-137 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/144955
(3)Mesnevî, cilt. VI, beyitler: 2816-ve devamı.

2 Haziran 2022 Perşembe

Ele verir talkını kendi yutar salkımı...

 

İnsan bu !
Ya ahlâk-ı hasene üzere yaşar, yahut ahlâk-ı zemîme...

Ya ihtiraslarını hâl etmiş, nefretinin kökünü kazımış, sahib olduğu imkânları âlemin ihyâ ve inşâsına seferber etmiş, bulunduğu makamı ve mevkiyi Hakkın kullarının hâcetgâhı bilmiş; ya da son derecede muhteris, kindar, cimri, hasis, bencil, kibirli ve mevki düşkünü olarak ömrünü herc ü merc etmiş...
Her kimki ömr-i tavile sahiptir, onun hayrı artar...hele de ömrübillâh din ü devlet, vatan ve millet uğruna hizmetkâr ise muktezayı rızâdır, derler...

Amma ve lâkin, bunun tahakkuku içün fıtrata mugayyir değil, münasip bir ömür sürmeklik arzusunda olmak, gereğini yapmak gerektir !

Çünki, insanlığının, varlık sebebinin farkına varanın muktezây-ı fıtratı mutlak mânâda budur...

Bu bâbda İhyâ efendi hatifi Ahmed'in lisânından demeli:
"Muhibb-i sâdık odur muktezâ-yı hâl üzre
Yâ sarf-ı mâl ede ahbâbına yâ bezl-i vücûd"
ve yine der,
"Haydi bakayım, kalemi eline al da muktezâ-yı adâleti îfâ et"

Tecrübe ile sabittir ki, lâf ile değil hâl ile nush en tesirlisidir...
Ve dahi, demek kolaydır, yapmak ise değil !

Misâlen ifade etmek gerekirse; adâleti dile pelesenk etmek kolaydır da, adîl bir şekilde tasarrufât öyle değil...

Ahlâkın lakırtısı kulağa hoş gelir de, güzel ahlâkı her hâl ü kârda hâl edinmiş olmak öyle değil...

Hani ne derler:
"Ele verir talkını, kendi yutar salkımı"
Ahlâk-ı hasene, güzel ahlâk sahibi "insan"ların yetişmesi her devrin en mühim eğitim mes'elesi olmuştur, olmalı...bunun neticesi olarak, mahalle bekçisinde aranan vasıfların, nâmûs, vicdan, ahlâk ve mesleki yeterlilik gibi umdelerin, diğer mesleklerde; esnâfta, adliye, ilmiye, terbiye, mülkiye, maliye, askeriyede de olması arzu edilir ilâ ahir...ve eğer bu vasıflar aranmazsa, bunlara haiz insan yetiştirilmez de ehliyet ve liyakattan sarf-ı nazar edilirse, neticesi ne olur, düşünmesi bile ürkütüyor !

Bu durumda; ahlâk fukarâsı, lâubâli şahsiyyetlerin çoğunluk olduğu böylesi toplumlarda yozlaşma hızlanır, erdemli duruş ve davranış beklenemez ve bu safdillikten kurtulamayan toplumların, çürümesi ve kokuşması ise çok hızlı gerçekleşir.

Toplumun her kesiminde daha çok güzel ahlâklı "insan" görebilmek niyâzı ile...

1 Haziran 2022 Çarşamba

Vicdan, akıl ve insan...


İşlerini şeffaf ve dürüst yapmayanlar ürkek olur, göz göze gelmekten çekinirler.
Eğriler, mecbur kalınca huzûra çıkmaya, bu onlara zulüm gibi gelir... hoşlanmazlar bu zelil duruma düşmekten...
Açık olacak insan, karnından konuşmayacak, hesâbî olmayacak, aksine hasbî olacak...
Dışardan bakınca içi görülecek, içi başka dışı başka olmayacak, adam olacak adam !
Dünyanın üç kuruşluk hesabını yapmayacak, meteliğin ardı sıra koşarak nefes harcamayacak...
Allah'dan gayrıya eğilmeyecek, imân dolu serhaddinde küfre, yamukluğa, yalpaya karşı dimdik duracak...
Sebepleri ilâh edinmeyecek, vesileleri putlaştırmayacak...
İnsanın hakikâtinde elini vicdanına koymak var...aklını nefs ve şeytana, olur olmaz arzulara kiraya vermemek var...hırs gözlüğü ile bakmamak var...adalet terazisini elden bırakmamak var... haddini bilmek var... nefsin esareti altında olmamak var !
Sadelik, saflık, temizlik ve edeb yaraşır insana... riyâ, münafıklık, edebi terk ve haddini aşmak, yağcılık, eğri büğrülük yaraşmaz...
Huzur ve huşu üzere, vicdanî duruş ile mahlûka hizmetkâr olmak ise insana has...
İnsan geldiğimiz bu dünyada, insanlığımızı kaybetmemek gayreti ve niyâzı ile !