Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Şubat 2018 Çarşamba

Cemre nine'den bir hikâye..Serçenin ahı-ateşten giysi



Cemre ninenin bir komşusu var, Rukiye hanım. Rukiye hanım'ın ilk eşi ölmüş ,ikinci eşi Yusuf efendi ile sokağın başındaki köşede mahfel (subay orduevi)in karşısında yer alan iki katlı cumbalı ahşap evlerinde yaşıyorlar...50-60 yıl önce bir anadolu şehrinde.

Yusuf efendinin bir atı, iki ineği var, evlerinin alt katındaki ahırda onları besliyor, sokak sakinleri ve mahalleli sütünü yoğurdunu Rukiye hanımlardan alıyor.

Hâne sakinleri bahar gelince Çayır köydeki bağlarına göçüyor, güzün şehre dönüyorlar.

* * *
Yusuf efendi, her gün evlerinin karşısındaki mahfele caddeyi geçerek uğrar, karavana yahut tabldot öğünlerinden artan ta’yîn ekmekleri çuvala, yemekleri ise onsekiz kiloluk tenekelere doldurup atıyla evine getirir.

Ta’yîn ekmek, erat/asker’ın yediği ekmek olup, askere özel yapılan somun ekmekten biraz küçük, kepek ve vitamin açısından zengin besleyici bir ekmek.

Yusuf efendi ekmek ve yemekleri bağda iken bağa, şehirde iken evine mu’tâd bir şekilde taşır.

* * *







Bir gün Rukiye hanımın hastalandığı sokakta duyulur…

Rukiye hanım, bunalmakta, tansiyonu nabızı sürekli yükselmekte, titreme nöbetleri içerisinde ızdırap çekmektedir. Öyle ki, içerlerde duramaz olur, kendini oradan oraya savurup durur, Cemre ninenin anlattığına göre...

Doktor doktor gezdirir Yusuf efendi, hanımı Rukiye’yi , çare bulunmaz.

Cemre nine hasta ziyaretini ihmal etmez, bu ziyaretlerinden birinde Rukiye hanım bir ara Cemre nineye der ki:

-Yusuf efendi alt kattaki ambara mahfelden getirdiği ta’yîn ekmekleri depoluyor, her gün hayvanlara, ineklere ve ata öğün öğün veriyor ya Cemre hanım...

Cemre nine:

-Evet…

Rukiye hanım:

-Epey bir zaman oluyor ki; Yusuf efendi ekmekler küflenmesin diye ahırın yanındaki ambarın penceresini açık bırakmış...ahıra indim ki, serçeler doluşmuşlar açık pencereden içeriye…ambar kuşlardan geçilmiyor, ekmekleri yiyorlar….Yusuf efendi’ye söylene söylene kapattım pencereyi, serçeleri bir bir yakalayıp kanatlarını kırdım, sonra da attım dışarıya.

Hayretler içinde kalan Cemre ninenin ağzından :

-Eeee Rukiye hanım…vah vah, hiç mi için sızlanmadı ! sözleri dökülür.

Rukiye hanım bu hikâyeyi anlatırken gözlerinden boncuk boncuk süzülen yaşlar sicim gibi akmaya başlar… bir yandan höyküre höyküre ağlarken bir yandan da vicdan azabından mı yoksa çektiği ağrı sızılardan mı olduğu pek anlaşılamayan ıstırab içinde kıvranmaya başlar, ve der ki:

-İşte o günden sonra bu dermansız derde düştüm.

***

Cemre nine diyorki:

-Rukiye hanım o günden sonra her gün giderek biraz daha kötüledi, bedeni kendine ateşten giysi idi, yataklara yapıştı, uzun süre can çekişti ve çok zor can verdi ...Ve başına gelenin sebebini de kendince böyle yorumlamıştı.

27 Şubat 2018 Salı

Niyazkârâne yönelişler...


Nârı nûra tercih şeytanı memnun, ruhu muztarib ve me'yûs eyler.

Ben'den firarı terk; dünyaya, nefsânî arzulara sâim olanlara kolay, meyyal olana zor gelir.

Gel ey âdemoğlu, semâya talip ol, turaba meyletme ki, o seni arza bağlar.

Firarın arzdan semâya doğru olsun.

Özün özü semâda, arzdakiler teşbihen tefekkür ufkunu açmak için...

Gönülden semi ol, gönül semâsından, semi-i mutlaktan gelen sem-i hikmet suflelerini işit...

Arzdan arşa dek teşbih ve tenzîh edilen var, sen tenzîh ile tevhîdi bul...

Surî olan ve sufliyyete ma'tûf olandan firar eyle..

Siretin sırrına, arzdan firar ile âgâh ol...

Siccinden firarın illiyuna dek gayret ile sürsün, gayreti terk edip gevşeklik gösterme; yoksa alaşağı olma kapısının anahtarını şeytana verirsin.

Hablullah seni siccinden illiyuna götürür, o ipe sımsıkı sarıl ve yüksel...

Hablullah, Kur'an'dir, aşağılardan firarını sağlayan Furkan'dır, dîn-i mübîndir, yaşayan Kur'an hz.Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mustafa'dır (s.a.v).

Gel ey âdemoğlu, bu süflî sevdalardan vazgeç, ulviyyet ummanına abdiyyetinle açıl, kulaç at.

O ki Samed'dir, sen muhtaçlığının farkında ol da, aç avuçlarını abdiyetinle, Samedanî olana arz et hâlini acziyetinle...

İşin sırrı kendinden O'na firar etmekte...niyazkârâne...!

25 Şubat 2018 Pazar

Gönül bir testi ki, dolu âb-ı hayât...

Gönül bir testi ki, dolu âb-ı hayât
Testici; ma'lûmdur ki Sâhib-ül hayât
"O" bir tezgâh kurmuş ki, işliyor gayet
Yanıldı insan, etti şaraba niyet
İçseydi ! vardı testide âb-ı hayât.

Ne testici kaldı âlemde, ne testi
Toprak toprağa, su da suya erişti
Bilemedi câhil, devlerle güreşti
Gönül kıran zâlime, bu ceza yetti 
Hepsi de aslına, rücû edip gitti
Gönül, sahibine hazırlanmış konak
Baş gözüyle bakana, bir toprak çanak
Sana süslü gelen, bize devede kulak
Hak'dan kork ey mazlumun ahını alan bunak
Gönül kapısı ki, câhile sunulan yunak

Gel ey cân, hiç durma cân kulağını aç
Koşar adım gelen var, sen at bir kulaç
Aklından gönlüne varacak bir yol aç 
Miden tok, aklın dolu, ama gönlün aç
Münbit toprağını eylemişsin kıraç

İbretlik bir hikâye: Vah vah ! Bir testiye bir adam !


Zalimin Hasmı Bizzat Hz. Allah'tır !


Erzurum'lu İbrahim Hakkı (k.s.) çocukken eğitim görmek üzere İsmâil Fakîrullah (k.s.)'a teslim edilir. İyi bir terbiye alması için çocukluğunun bir devresini hocası İsmâil Fakîrullah'ın yanında geçiren İbrahim Hakkı, bir gün eline aldığı bir testiyle çeşmeye gider, doldururken oraya gelen bir atlı:

-Çekil bakayım önümden bre çocuk !

diyerek İbrahim Hakkı'yı azarlar ve atını çeşmeye sürer. O da testisini alıp bir kenara çekilmeye uğraşırken atını mahmuzlayan adam, onu bir köşeye sıkıştırır. Testisini elinden bırakıp kendisini kurtarmak zorunda kalır İbrahim Hakkı...
Bu esnada at testinin üzerine basıp testiyi kırmıştır. Küçük İbrahim ağlayarak hocasının huzuruna gelir ve:

-Çeşmeden su alırken atını koşturarak gelen biri, beni azarlayarak atını da üzerime sürdü. Can havliyle kendimi kurtarmaya çalışırken atı testimi tepeleyip kırdı! der.

Hocası sorar:

-Testini kıran atlıya sen bir şey söyledin mi ?

-Hayır, hiçbir şey söylemedim, efendim.

-Çabuk git ve o adama bir-iki laf söyle, der.

İbrahim Hakkı gider, çeşmenin başında atını tımar etmeye başlamış olan adamın yakınına varıp bir süre bekler. Fakat bir türlü terbiyesini bozup da:

-Benim testimi niye kırdın zâlim adam ?! diyemez.

Dönüp geri gelince hocası sorar:

-Ona bir şeyler söyleyebildin mi ?

-Söyleyemedim efendim; niyetlendim, lâkin bir türlü dilimi çevirip de ağır bir söz sarf edemedim !

Hocası bağırır:

-Sana diyorum İbrahim, çabuk git ve o adama bir şeyler söyle, mukabele et ! Yoksa sonu felâket !..

İbrahim Hakkı bu defa kararlı olarak koşup çeşmenin başına gelir. Bir de bakar ki, testisini kıran adamı, kendi atı attığı çiftelerle çeşmenin havuzuna yuvarlamış, ölüsü yatmaktadır !
Koşarak gelip, hocası İsmâil Fakîrullah'a bu vahim vaziyeti anlatır.
Hocası bu hâle üzülür:

-Vah vah ! Bir testiye bir adam ! Üzüldüm buna doğrusu ! der.

Hocanın huzurundakiler bundan bir şey anlamadıklarını söyleyince, büyük velî şöyle îzah eder:

-O atlı adam, İbrahim Hakkı'ya zulmetti. Zulme uğrayan İbrahim ise tek kelimeyle olsun ona mukabelede bulunmadı, gönlü kırıldı ve zâlimi Allâh'a havâle etti.
Bu, Allâh Teâlâ'nın da gayretine dokunup zâlimi cezâlandırdı. Şayet İbrahim Hakkı onun zulmüne karşılık verip, ona bir şeyler söyleseydi, ödeşeceklerdi. Söyleyemeyince, İbrahim büsbütün mazlum oldu. Bense ödeştirmek için uğraşıyordum, maalesef muvaffak olamadım !

-Vah vah! Bir testiye bir adam !
__________
Alıntı Kaynağı: http://turkulerleerzurum.com/forum/showthread.php?p=636

24 Şubat 2018 Cumartesi

Esfel-i sâfilîn...kibrit suyu

İnsanlar arasında olmak var...

İnsan görünümlüler arasında olmak var...

İnsan ki;
en güzel surette yaratılan...
Herşeye saygılı, taşa-toprağa,
ota-çöpe
börtü-böceğe !
Ki, her şeyin O'nu tesbih etmekte olduğunun idrâkinde...
İnsan ki;
iyilik duygusu mizacı olmuş,
sevgi, şefkat ve merhamet ile dolmuş...

Sureta insan olan ki;
Yâ'ni insanımsı,
"esfel-i sâfilîn"'e atılmış,
aşağıların aşağısında...
Mayası kahretmekle yoğrulmuş,
kahpeliklerle hayat bulmuş.
insanları kullanmak adeti,
edepsizlik, arsızlık ahlâkı olmuş...
Hesap kitapsız, çıkarsız adım atmaz olmuş...

İnsan insanımsıyla bir arada...
Aynı atmosferi solumakta.
aynı dünyada oturmakta,
içindeki cifeyi göre göre
göz göze gelmekte;
yutkunup, bazen de
sınandığını bildiğinden
neyse diyebilmekte...

Karnından konuşanı duymak,
bizans oyunlarına şahit olmak.
sahte yüzler,
yalandan gülüşler,
arkasında menfaat veya tuzak sezilen ikrâmlar,
şişirilmiş iltifatlar,
menfaat için
eline şeker tutuşturulup
ön cepheye sürülen
kurşundan piyonlar,
el ovuşturan cüce devler,
ödünç akıllılar,
gönül hânesini şeytana kiralayanlar,
sabun gibi kayıverenler...

Hele bir de bilerek (yahut farkında olmayarak) kendine yazık edenleri görmek...
"Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler" (Yunus suresi,44)

İnsanımsılar mı ?
En büyük cezâya mahkumlar;
sefillerin en sefili onlar,
cehennemin en aşağı tabakasındakiler...

Kur'anın ifadesiyle;
"esfel-i sâfilîn"'e atılmış olmak...

Yâ'ni, topuna kibrit suyu !

23 Şubat 2018 Cuma

Ber-dûş ile kabağın sahibi hikâyesi...


"Ber-dûş ile Kabağın Sahibi" ibretlik  bir menkibe...bir çoğumuz bilir, bilmeyenler varsa diye alıntıyı aşağıda paylaşıyorum...

Vaktiyle Kalenderiyye yoluna mensup bir derviş, nefsle mücâdele makamının sonuna gelir. Meşrebin usûlünce bundan sonraki makam artık Kalenderîlik makamıdır.
Yâ'ni her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekten de ibâret değildir. Her türlü görünür süslerden de arınması gereklidir. Saç, sakal, bıyık, ne varsa hepsinden...
Derviş, usûle uygun olarak, soluğu berberde alır.

-Vur usturayı berber efendi, der.

Berber dervişin saçlarını ustura ile kazımaya başlar. Derviş de aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer dükkândan içeri. Doğruca dervişin yanına gider, dervişin başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak :

- Kalk bakalım kabak kafa, kalk da traşımızı olalım, diye kükrer.

Dervişlik bu ya, sövene dilsiz, vurana elsiz gerekmiş ya...
Kaideyi bozmaz derviş baba. Sesini çıkarmadan usulca kalkar yerinden.

Berber hem mahçuptur, hem de korkmuştur. O da ses çıkaramaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber traşa başlar.
Fakat küstah kabadayı traş esnasında da sürekli aşağılamaya devam eder dervişi, alaycı sataşmalar devam eder:

-Kabak aşağı, kabak yukarı...

Nihayet traş biter, kabadayı dükkândan bir hışımla çıkar. Henüz bir kaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir.

Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır.

Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir/ok karnına dalıverir.
Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür.
Görenler çığlığı basar.

Berber ise şaşkın... bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayrıihtiyari sorar dervişe:

- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?

Derviş de mahzundur, derinlere dalmış gözleriyle düşünceli bir hâlde cevap verir:

- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helâl etmiştim ancak gel gör ki bu kabağın bir de sahibi var. O gücenmiş olmalı !...
__________
Alıntı kaynağı: http://www.hikayelerimiz.com/kabagin-sahibi-ibretlik-hikaye/

Görmek mi yoksa okumak mı ? - 2


Okyanusun kıyısından bakan birisi kıyıya vuran dalgaları, köpüklerini, ufuk çizgisinde deniz ve semânın birbirine komşu mavilerini, uçan martıları görür.
Ama bir dalgıç, bir balık adam dalış yaptığında mikroskobik olmayan gözle görülebilir yüzlerce binlerce alg yosun omurgasız ve omurgalı hayvan türleri ile iç içe olur.

Eskiden dalgıç giysilerini, oksijen tüplerini kullanmayan "gavvas"lar derin bir nefes alıp dalar, zemine ulaşır, bıçağı ile istiridye kabuklarını açarak içinde inci olanlarını sepetine koyar bir kaç dakika sonra yüzeye çıkarlar.

Tefekkür ehli olan, gördüğü objeyi okuyabilen, malûmât ile yetinmeyip bilgilenmiş dânâlar, objenin hakikatine dair incileri, hikmeti Hızır'ca nefeslendirip kelâma döken ilim erbabına da bundan kinaye Gavvas denilir.

Meselâ; bir otlağa, çayırlığa bakan mandanın gözüne ilişen otlar ağız salgılarını artırır, aynı görüntüye hayvancılıkla uğraşan biri baktığında; hayvanlarını otlatıp sağacağı sütü, yoğurdu, peyniri, tereyağını, kaymağı, hatta kışlık yem ihtiyacını görür.
Aynı objektif dünyaya bakan bir düşünür için ise obje daha farklı şeylere kapı açar, ilham kaynağı olur. Hikmetin kelimelerini oluşturan harfler, hece, kelime ve cümleler olur.

Obje, yâ'ni yukarıdaki misâle konu çayırlık, her birine farklı “okuma” açılımları sunuyor.

Eşyayı görmek ile sınırlı kalmak yahut sınırı aşıp mânâyı görmek...insanda olabilecek fark !

Bir başka örnekle devam edelim;
Astronomi bilgimizle ve atom saatleri ile yılın 365 gününün her birinde gece/gündüz uzunluğu salisesine kadar bilinmektedir. 21 mart ve 21 eylül gece-gündüzün 12 saatle eşitlendiği günler.

Bu gece gündüzün eşit olduğu günler bilgisine astronomi bilmeyen, dünyanın güneş etrafındaki eliptik yörüngede döndüğünü bilmeyen "kral kelebeği" de vakıf olmalı ki; 
Kanada'dan 21 eylülde (önce değil) güneye doğru sürü halinde göçe başlar, 3000km'lik göçü minicik ve narin kanatlarıyla uçar, orada 6 ay yaşar (bu dönemde Kanada kış şartlarına teslimdir), 21 martta ise tekrar geriye Kanada'daki yaşama alanına uçarak döner. 365 günün hangi ikisinde gece-gündüz eşitleniyor bilgisini kullanarak, yâ'ni takvime göre bunu yapar.

Ayı kış uykusuna yatacağı zamanı, bir sivrisinek türü yumurtlayacağı sıcaklık derecesini bilir. 15.6 santigrad derecenin üzerine sıcaklık çıkmadan yumurtasını bırakmaz. Kışı ergin geçirecek böcek antifriz sentezleyip depolamaya sonbaharda başlar ki, kışın vücut suyu donupta ölüm gelmesin...

Bitki türlerinin kendi genetik programına göre hangi gün uzunluğunda ve iklimde yaprak açacağı, çiçekleneceği, meyve olacağı, yaprak dökeceği bellidir.

Bu misâlleri çoğaltmak mümkün.
Bitki ve hayvanlar bunu bilir/görürler, ancak mânâsından bîhaber olarak.

İnsana gelince, diğer canlıların da ölçüp biçerek şartlara göre yaşamalarının ötesinde, mânâ deryası sadece insana açıktır.
İnsan dışındaki canlılardan farkı olmayana dünya sadece haz, lezzetler, renklerden ibaret bir mekândan öte bir şey ifade etmiyor.

Pozitivizmin yaklaşımı ile dünyaya bakan ve algılayan insan, dünyayı ihtiyaçlar hiyerarşisi ile görür ve mânâlandırır.

Doğayı okumak eşyanın hakikatine ait mânâ denizine dalıp inci (hikmet) çıkaran "gavvas" lar için maddî rızık olmanın ötesinde manevî rızık sağlar...bu, hem gavvasa hem de etrafındakilere lütuftur, nûrdur, rahmettir...

Mandanın çayırlığa bakarken gördüğü ile yetinmez insan, insan mânâlandırır, insan okumayı bilir ki, okur.

Okuma öze doğrudur, özün işaret ettiği mânâyı anlama çabasıdır, anlamaktır.

"Ya Rabbi eşyanın hakikatını bana göster." diye dua etmiştir Hz. Muhammed (s.a.v.).

Bakara suresi 31.âyette rabbimiz buyuruyor;
"Sonra Adem'e (Esmâ'nın programlanışı, Esmâ bileşiminin açığa çıkışıyla yoktan var edilene) bütün Esmâ'yı (Esmâ ül Hüsnâ'sının anlamlarını açığa çıkarmayı ve kavramayı) talim etti (programladı). Sonra melâikeye: "Eğer dediğinizde ısrarlı iseniz bana (Adem'in) varlığındaki Esmâ'nın (özelliklerinin) neler olduğunu anlatın" dedi"

Arif-i billah olan zevât da: 
"Hakiki hakâik-ı eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakâikın gölgeleridir" demişlerdir.

Eşyanın hakikatine, künhüne erişebilmek, mânâ denizinde yolculuk yapabilmek insan içindir; manda "görür", insan ise gördüğünü "okur" ! 

21 Şubat 2018 Çarşamba

"Rahmet".../Nursultan Ahıskalı


Bilene, görene, duyana,
algısı açık olana,
her an rahmet sunulur...

Bazen unutmak rahmet olur,
bazen uyuyakalmak,
bazen hatırlamak...

Arada -BİR- isâbet eden
kederi kader bilmek
ya da neş'e yi...

Hatta
cühelâyı
nâkısayı
görmezden gelmektir...

Bazen de hadsize
haddini bildirmektir, Rahmet !

Hataların
fatura edilmesini algılamak,
sevâbların
bonuslarıyla karşılaşmak...

Mutlu ederken mutlu olmak,
affediciliğin
hürriyetini anlamak,
ikrâmın
bereketinde boğulmak...

Ezeli ve ebedi
"an"da seyretmek,
arştan salınan
sevda kemendine dolanmak,
kürsîdeki nâtık'a
kulak kesilmek,
âlem-i melekûtta fokurdayanın 
köpüklerini
seyre dalmak,
ilim kazması ile
hikmet cevheri çıkartmaktır;
"Rahmet"

20 Şubat 2018 Salı

Görmek mi yoksa okumak mı ? - 1

Bilimin ortaya koyduğu veriler, yeryüzü ve ölçülüp gözlemlenebilir evrendeki bütün olayların evrende cârî kanunlara tabi olduklarını, onun dışına çıkamadıklarını gösteriyor.
Bu hem inorganik madde dünyası (elementer seviye) hem de organik madde dünyası (moleküler seviye) açısından böyle.

Su 1 atmosfer basınç altında 100° C 'da kaynar. 0°C'da donar, basıncı düşürdüğünüzde kaynama derecesi de donma derecesi de değişir.

Şimdi su ile basınç arasındaki bu ilişkiyi bir çok madde için düşünebilirsiniz...

Objektif gözlemlenen şey bir bilginin/ilmin kurala uygun obje üzerinden gerçekleşmesi iken, ortaya çıkışın arkasındaki bilgi-obje arasındaki ilişkiyi etraflıca mânâlandırma işi ise sujenindir.

Obje-bilgi-suje örüntüsünün idrakinde olma hassası ise kâmil mânâda insanda gerçekleşir.

Çünkü insan kimilerinin meta diye ifade ettiği bizim birleyerek baktığımız fiziki âlemin içindeki kabiliyetlerin  neler olduğunu ve sınırlarını müdrik bir varlıktır. Fizik ve metafizik yerine obje-bilgi-objede var olan yeteneğin açığa çıkması, olarak değerlendiririz.

Bu bakış açısı obje üzerinde gözlemlenebilen veya derininde potansiyel olarak mevcut kabiliyetin, uygun şartlarda ortaya çıkmasını sağlar.

Bilimin gözlemlediği ve çeşitli aletlerle ölçtüğü objeye ait davranış verileri temel bilimler ve fizik yasaları ile açıklanabilmektedir.

Bir analiz yahut sentez işleminde reksiyona giren aynı maddeler aynı şartlarda hep aynı sonuçları verir.

Kimyasal reaksiyon kinetiği açısından okunan bir gerçek var ortada. Ancak şartları oluşturan faktörlerden birini değiştirin (mesela; sıcaklık, basınç yahut katalizör miktarı) sonuç bu yeni şartlara göre ortaya çıkacaktır.

Bu açıdan bakıldığında gözlemlenebilen obje ve objeler arasındaki elementer/bitki/hayvanlar seviyesindeki ilişki ve ortaya çıkan durum değerlendirmesi ile insanın bunu görmesi arasında bir fark var.

Suje'ye ait olan fark !

Yani "okunan" objenin içinde saklı potansiyel ilmin/bilginin kinetize olması durumunun mânâsını idrak..
1 ve 0..Var ve yok...nefy ve isbât
Elementlerin her birinin davranış karakteristiği, üzerinde hüküm süren şartlara göre bellidir.
Aynı şekilde bitkilerin ve hayvanların da..

(Devamı bir diğer yazıda gelecek...)

19 Şubat 2018 Pazartesi

Hased'in ateşi kendini yakar


Âdi'ye edebîden konuşsan n'olur
Veyl ona seviyyesi âdiyyetdendir

Seciyyesi bozuk olandan uzak dur
Vah ona ki ateşi hasedindendir
☆☆☆
Ey ilim putunu kıramayan alim
De, iblis icâzetin ne zaman verdi

Ey "kelâm-ı kibâr"ı kendinden bilen
Gör, Rabbin ahrazı da yaratıverdi

Ey Niam-ı Celil'i "sa'y"inden bilen
Gel gör ki, miskine mal-mülk verilmedi
☆☆☆
Ahsen-i takvîm olan şerre meyletmez
Hallak'a dûr olan hakikat nedir
bilmez

Ârif-i billah ki, zuhur-u hak bilir
Halk aynasından şüûnât seyredilir

18 Şubat 2018 Pazar

Kederi gideren var ki,"O"...sen değilsin

Bir telaş ki, gün be gün azalmıyor, giderek artıyor, yaşanılan her yaşın getirdiği sorumluluklar...
Sabah evden çıkarken, akşama kadar gün içinde kimlerle neler ile karşılaşacak insan, belirsiz...
Plan yapsa da insan, araya giren işler, görüşmeler.
Akşama, bir patates çuvalı gibi eve dönüş, bitik vaziyette... ve günün bitişi.

Hayat içinde yoğunluk serhoşu insan. Dünyanın yükü altında ezilen insan.
Ağırdır dünyalık serhoşu insanı taşımak, yükü ağırdır bu insanın.
Hem kendini zor taşıyan başkasını nasıl taşısınki.

Yine de razı olunandan razı olunur.
Gönülleri hoş edenin gönlüne misafir olunur.

Gönlü dünya ile yüklü olanın yükü ağırdır.
Gam yükü gönlü karanlıklara boğar.

Gamsız gönüllü mütevekkil ise, yârânın olsun, miskin ise uzak dur.
Gam kanaatsizlere, şükürsüzlere, günahkârlara yoldaş olur.

Biliriz ki; gamı/endişeyi gönüle şeytan nakış nakış işler.

"Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir (Haşr, 19.)" buyruğunun tecellisi ve zuhurudur, gam, vehim ve endişe.

Nefsin isteklerinin ardından koşan, günaha bulaşarak şeytanın kucağına düşer, şeytan da sonrasında onu gam, vehim ve endişe denizine iter.

Gam düşünceye salar insanı, ancak bu tefekkür değildir; bunalımdır, kabz halidir.

Gam kuyusundan ancak tevekkül ve tevfiz ipi ile çıkılır, akl-ı maaş ile değil.

Derdi dert olmaktan çıkarıp devâya dönüştüren, sebebin arkasındaki hikmeti, firaseti ile görür.

Tenzil yahut taltif, kâr yahut zarar, her ikisi de ilgilinin yaklaşımı ve kabulüne göre, içinde şerri de hayrı da barındırır.

Derdi dert olmaktan çıkaran, gam yükünü boşaltmaya sebep olacak şey, işte bu basirettir.
Kalem suresi, 48. ayette rabbimiz buyuruyor: "Sen, Rabbinin hükmüne sabret. Balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, (balığın karnında) kederli bir hâlde Rabbine yakarmıştı."

Enbiyâ suresi, 83. ayette: "Eyyûb'u da hatırla. Hani o Rabbine, "Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin" diye niyaz etmişti."

Niyaz, yöneliş, acizliğini idrak, huzura kabül ve af dilemek..

Ey âciz, şımarık, kendini beğenmiş ve eyvallahsız, kendine (Yaratıcısının emir-yasaklarını (!) takmayarak) zulmederken iyi bir şeyler yaptığını zanneden kişi; dünya ve dünya bulaşıkları için hırslandıkça yükünün ve endişesinin arttığını farketmeyen kişi;
kederi gideren var ki,"O"...sen değilsin..!

17 Şubat 2018 Cumartesi

Cemre Nine'nin Kalite anlayışı...


Cemre nine'yi alır komşu kadınların tertip ettiği "gün"e götürürler, ninemiz de her zamanki gibi gününde..

Hoş, beş faslından sonra, konu giderek giyime kuşama, indirime alış verişe gelir...

Hatunların aralarındaki konuşmaları pîr dikkat dinliyor nine...

Ayakkabıyı filan mağazadan, elbiseyi falan "store" dan, eşarbı filan..kalite yarıştırırlar.

Alış veriş muhabbetinin ateşi düşerken,nine lâf sırasını alır...

Kendi eteğini iki parmağı arasında ovcalayarak:

-Bizim ektiğimiz pamuktan işte, değil mi ?

-Terlik, ayakkabı bizim otlattığımız keçinin, dananın derisi işte..marka olsa ne !

-Kalite malite deyip duruyorsunuz, dedikten sonra, baş ve işaret parmaklarının arasına aldığı kaliteden ve markadan konuşan hatunlardan birinin yanağını biraz çekiştirerek;

-Bunun (insanın) kalitesi ne ?

-Bu kaliteli olsun bu, der...

Salon buz kesmiştir !

Nine konuşmasına devam ederek taşı gediğine koyar:

-Kalite dediğiniz pamuk, öküz, dana yahut keçi derisi, bunlarla övünmeyin, siz kendiniz kaliteli olun, insan kaliteli olsun, bunun kalitesini konuşun, konuşturun !

16 Şubat 2018 Cuma

Su gibi azîz olmak...

Hayat, Hayy esmasının mahlukâttaki tezâhürü...

"Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O'dur. Biz onunla (kupkuru), ölü memlekete hayat veririz. İşte siz de böylece (mezarlarınızdan) çıkarılacaksınız" (Zuhruf suresi, 11)

"İnkâr edenler (kâfirler), semaların ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz, o ikisini (birbirinden) ayırdık. Ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmazlar mı?" (Enbiyâ Suresi, 30)

Su ve hayat, biri zahir, diğeri bâtın..
Su, bâtın olan ruhun zahirde görünmesi için gerekli maddi bedenin canlı olması/kalması için rabbin bahşettiği nûrun açılımı..
Su hayatın devr-i daim motoru..
Su, girdiği kabın şeklini alan..
Su, donunca kaskatı, buharlaşınca gözden kaybolan buhar olan..
Su, yeryüzünü canlandıran..
Su,  bulut denilen buhar depolarıyla okyanuslardan karalara  rüzgârlarla taşınan..
Su, bulunduğu çölü vâhaya döndüren..

Su, şekeri, tuzu kabul edip eriten..
Su, kiri pisi gideren..
Su, abdest ile huzura alınmaya hazır hale getiren..
Su, yanıcı (hidrojen) ile yakıcı (oksijen) in nikâhının meyvesi..
Su, ateşi söndüren..
Su, protein, enzim, RNA ve DNA nın oluşması için olmazsa olmaz denilen..
Su, duygulanılınca gözden süzülen..
Su, olmadığında lokma dahi yutulamayan..
Su, vücudu zehirlerden yıkayıp arındıran..
Su, varlığı kana işlev kazandıran..
Su, meyve ve sebzenin oluşması için olmazsa olmaz..
Su, sabunu köpürten...
Su, sirkeyi seyrelten..
Su, ter olup vücudu soğutan..
Su, onbinlerce ton yükü kaldırma gücü ile taşımaya elverişli ortam sunan..
Su, mutevâzî, yüksekte kalmayı sevmeyen, gözü toprakta ve aşağılarda olan..
Su, elektrik enerjisi oluşmaya elverişli..
Su, yokluğu ölüm getiren..
Su, varlığı ile ağacı, yaprağı yeşerten; yokluğu ile kurutan..
Su, dünyanın da insanın da dörtte üçü..
Su, özgül ağırlığı +4 santigrat da en yüksek olan..kışın ağır su (+4 C) en dibe çökerek su formunda deniz canlılarına sığınak ortamı sunan..buzun yoğunluğu hafif olduğundan yüzeye çıkan..
Su, içindeki ile tatlanan tuzlanan..
Su, hâlden hâle geçen..
Su, canlıyı oluşturan üreme hücreleri için yaşama ve yol alma ortamı sunan..
Su, anne karnında yavruyu yastık gibi darbelerden koruyan..
Su, geç ısınan geç soğuyan, dünya da iklimin dengeleyicisi..
Su, gündüz ısıyı depolayıp gece salarak geceyi ılıtan..
Su, sindirim ve barsak emilimi için olmazsa olmaz olan..
Su, olmadığında solunum bile yapılamayan(oksijenin akciğerden kana karışması için nemli akciğer zarlarına ihtiyaç var)..
Su, toplumumuzda dua sebebi: su verene "su gibi azîz ol" denilmesinin vesilesi..
Su, dağıtan "Saka"lık mübarek meslek..
Su, "su sebîli" şeklinde kültürümüzde mânâsını bulmuş..
Su çeşmesi yapmak büyük sevap, sadaka-i cârîyedendir kültürümüzde..
"Su"suz köpeğe ayakkabı ile su veren fahişe affa mazhar, hadis kültüründe..
Su, Hz. Musa'ya isim veren: Musa, sudan gelen..
Su, rabbimizin hayat müteharriki, hediyesi..
Su, sütün, balın oluşma vasatı...
Su, içimizi ve dış dünyamızı kuşatan hayat hayrâtı..
Su, doğum ve ölümde ilk ve son temas ettiğimiz/yıkandığımız madde..
Su; Hayy, Kayyum, Azîz, Cebbar, Kahhâr, Rezzâk esmalarının sırlarını barındıran ..

Su, feylesof/mütefekkir/mutasavvufların vazgeçemediği..

Yunus Emre, su için hayatın ve yaratılışın özü der. Bazen damla olur bazen okyanus olur, bazen de suyun kendisidir...

“Bir dem çıkar, arş üzere bir dem iner tahte‟s-serâ 
Bir dem sanasın katredür bir dem taşar umman olur”
İlâhi olarak bestelenmiş Yunus'un bu şiirini Halil Necipoğlu'ndan dinlemek için tıklayınız...

Necip Fazıl Kısakürek'ten su üzerine hikmetli bir kaç sözden bahsetmeden geçmeyelim:

Kâinatta ne varsa suda yaşadı önce; 
Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce. 

İnsanlar habersizken yolların verâsından, 
Gökle toprak arası su şaşmaz mecrâsından. 

Su kesiksiz hareket, zikir, ahenk, şırıltı; 
Akmayan kokar diye esrarlı bir mırıltı. 

Kâh susar, kâh çırpınır, kâh ürperir, kâh çağlar; 
Su, eşyayı kemiren küfe ve pasa ağlar. 

Su bir şekil üstü ruh, kalıplarda gizlenen; 
Yerde kire battı mı, bulutta temizlenen…

Bu dünya insanlığa manevi hamam olsa; 
Her rengiyle insanlık tek renkte tamam olsa… 

Su duadır, yakarış, ayna, berraklık, saffet; 
Onun madeni gökte altınlar gibi sarfet! 

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir. 
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!

Fuzulî'nin  “Kaside der na’t-i Hazret-i Nebevi”  adlı ve "Su Kasîdesi" olarak bildiğimiz Hz. Peygamberi öven, ona duyulan sevgiyi ifade etmek için yazdığı kasidesinden bir kaç beyit...

"Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’e su"
(Su, Hz. Muhammed’in yoluna uymuş ve bu hâli ile temiz yaratılışını dünya halkına açıkça göstermiştir.)

"Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfa
Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su"
(İnsanların efendisi, seçkin inci denizi (olan Hz. Muhammet’in) mucizeleri kötülerin ateşine su serpmiştir.)

"Kılmağ içün tâze gülzâr-ı nübüvvet revnakın
Mucizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su"
(Hz. Muhammed) Peygamberlik (gül) bahçesinin parlaklığını (yeniden) tazelemek için mucizesiyle sert taştan su çıkarmıştır.)

"Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lülü-i şehvâra su"
(Seni övmenin bereketinden dolayı Fuzûlî’nin sıradan sözleri nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen su damlası gibi birer inci olmuştur.)

"Su"suz kalmamak, bidâyetten nihayete dek hidayete mazhar olabilmek duamız..

Kara topraktan yedi rengin milyonlarca tonu...

Toprağa bak!
Kara toprak...
Tohumu ek, bekle...

Sonra yeşerene bak!
Yeşil yapraklar...
Sonrasında, tohuma göre, rengâreng çiçekler.
Tohuma göre...!
Sonra; çiçeğin, meyve /sebzenin, rengine bak!
Mavi, yeşil, sarı, turuncu, mor, siyah...
Gökkuşağının yedi rengi içerisinde, binlerce-milyonlarca renk tonu.

Bitkide rengâreng olanlar işte bu kara topraktan...

Su ile, güneş ile, ve genetik kodlarına uygun olarak, enzimatik iç dinamizmin kataliz ve sentezleriyle kara toprağa ekili tohum, nerden nereye değişti...

Kara topraktan işte... deyip de geçtiğimiz !

Kiraz ağacı
Konu ile ilgili bir kaç âyet-i kerîme:
  • O, çardaklı-çardaksız olarak bahçeleri, ürünleri, çeşit çeşit hurmalıkları ve ekinleri, zeytini ve narı (her biri) birbirine benzer ve (her biri) birbirinden farklı biçimde yaratandır. Bunlar meyve verince meyvelerinden yiyin. Hasat günü de hakkını (öşürünü) verin, fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.(En'âm, 141)
  • Yeri de yaydık(yerleşimi sağlamak, hayatı kolaylaştırmak için yer kürenin toprağını, biyolojik, fiziksel, jeolojik ve kimyasal yapısını, rengini oluşturup yayarak verimli hale getirdik), ona sabit dağlar yerleştirdik ve orada ölçülü (bir biçimde) her şeyi (üretici organizmalar olan bitkiler ve diğer organizmaları) bitirdik/var ettik(yeşerttik-ürettik) .(Hicr suresi,19) 
  • Allah o su ile size; ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve her türlü meyvelerden bitirir. Elbette bunda düşünen bir kavim için bir ibret vardır.(Nahl suresi,11)
  • O, yeri sizin için döşek, göğü de bina yapan, gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarandır. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.(Bakara suresi,22)
  • Görmedin mi Allah'ın gökten indirdiği su ile yeryüzü (nasıl) yemyeşil oluyor? Gerçekten Allah çok lütufkârdır, her şeyden haberdardır.(Hac suresi,63)
  • Yeryüzüne bir bakmazlar mı! Orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirdik.(Şu'arâ suresi,7)
  • Allah, gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı. Yeryüzüne de, sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi ve orada her türlü canlıyı yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her türden güzel ve faydalı bitki bitirdik(Lokman suresi,10)
Vâkı'a suresi'nden bazı âyet-i kerîmeler; 

  • Şimdi gördünüzmü o ekdiğiniz tohumu?(63), Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? (64), Ya içtiğiniz suya ne dersiniz? (68), Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?(69),Dileseydik onu tuzlu(acı) yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?(70),Söyleyin; yaktığınız ateşin ağacını var eden sizler misiniz, yoksa onu Biz mi var ederiz?(71,72) Biz onu bir ibret ve ıssız yerlerde yaşayanlara bir yarar kaynağı kıldık.(73), O hâlde, O yüce Rabbinin adını tesbih et (yücelt).(74) 
  • Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp filizlendirendir. Ölüden diriyi çıkarır. Diriden de ölüyü çıkarandır. İşte budur Allah! Peki (O’ndan) nasıl çevriliyorsunuz?(En'âm suresi, 95)
  • O, gökten su indirendir. İşte biz onunla her türlü bitkiyi çıkarıp onlardan yeşillik meydana getirir ve o yeşil bitkilerden, üst üste binmiş taneler, -hurma ağacının tomurcuğunda da aşağıya sarkmış salkımlar- üzüm bahçeleri, zeytin ve nar çıkarırız: (Her biri) birbirine benzer ve (her biri) birbirinden farklı.Bunların meyvesine, bir meyve verdiği zaman, bir de olgunlaştığı zaman bakın. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için (Allah’ın varlığını gösteren) ibretler vardır (En'âm suresi, 99)
  • Şöyle ki: Yağmurlar yağdırdık. Sonra toprağı göz göz yardık da oradan ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. (Bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı yararlandırmak içindir.(Abese suresi, 25-32.ayetler)