Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Ağustos 2024 Pazar

Manifesto...


Bugün itibarı ile 550.000 kez blog sayfamıza girilmiş temmuz 2017'den bu yana, yani blog yazıları yazmaya başlayalı...1530 yazı yayınlamışız, bu yazılanlardan basılıp ücretsiz dağıttığımız 7 kitap ve henüz yayınlanmamış 2 kitap...şükürler olsun...

İnanmadığımız ve sadece kuru lâflarını ettiğimiz yazıları yazmadık, yazmayız...

Edebiyatı sırf san'at yapmış olmak içün yapanlardan, hiç olmadık...kendimizi göstermek gibi bir niyetten bile Allah'a sığınırız...

Kaleme alınan hikâyeler, şiirler, felsefik yaklaşımlar, divan edebiyatından beyitler, hikmetli sözler ve diğerleri, millî ve mânevî erozyona uğramış toprakların erozyonunu -bir nebzecik bile olsa- önleyecek tohumlar olsun arzusundayız...

Fabrika ayarlarından, fıtrattan az ya da çok uzaklaşmış insana, geçici dünya ve dünyalıklarla bozulmamasını, kötüyü reddedip iyiyi kabul etmesini hatırlatmayı sorumluluk sayıyoruz...

Gayemiz düşündürmek, görülmek istenmeyeni, üzerinden atlanıp geçileni, etrafından dolaşmaları, halı altına süpürülen tozları göz önüne sermektir...

Sanal âlemde yaşayanlara hakikât âlemini hatırlatmaktır...

Medeni ve muasır olmak gayesine matuf toplum olmak yoluna, tedris ettiğimiz ilim, san'at ve tecrübelerimiz ile bir taş döşeyebilirsek kendimizi bahtiyar addederiz.

Cehâlet karanlığını ve avamiliği kovmak içün eldeki mumu yakmamak gibi bir bencilliğimiz olamaz...

"İnsan"a yakışanı/yakışmayanı, huzurun menbâını, huzursuzluğun mecrâsını hatırlatmayı önemsiyoruz...

Uyanık geçinenlere projektör tutuyor, gözlemlediğimiz çürümüşlükleri misâllendirmeye çalışıyor, hamakât ehlini aklını kullanmaya davet ediyoruz...

Bal kavanozu emanetçilerine parmaklarını yalamamayı, mutfağı denetlemek ve temiz tutmak yerine vitrin dizmenin bumerang etkisi yapabileceğini, herşeyin bir gün ortaya döküleceğini ve hesabının verileceğini, bedelinin ödeneceğini...insan(!)lara "mış" gibi yapmamaları gerektiğini, dosdoğru olmalarını hatırlatıyoruz...

Vicdanın; insanın içindeki iç sesin, Allah'tan gelen ses olduğunu ifâde ediyoruz...

Ve;

Müşterisiz meta ve iltifat edilmeyen malın/sözün zâyi olduğunun farkındayız...bilmeyenin mazur, bilenin ise mesul olduğunun şuurundayız !

Biz davet demindeyiz, icabet eden eder etmeyen etmez diyelim, tebliğ bizden takdir ve hidayet "O"ndan !

Hüseyin Siret bey gibi bir ömür sürüp son demlerinde hakikatle yüzleşenlerin, "Bir sevdadan ötekine", dünyalık arzular ardınca ömrü tüketenlerin, kendilerini geç de olsa bulmasını şu şarkı ne de güzel anlatır:

Beste: Şükrü Tunar
Güfte: Hüseyin Siret Özsever
Makâm: Hüseynî
Geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyâr oldum bugün
Ak pak olmuş saçlarımla bî-karâr oldum bugün
Bir muhabbet neş'esiyle ilkbahâr oldum bugün
Ben huzurunda yer öptüm, tacidâr oldum bugün

İnsan olarak doğduğumuz dünyadan insanlığımızı koruyarak -şeytanın ve nefsin adımlarını takip etmeden- insanca gidebilmektir maksadımız...

Vakitleriniz hayr, ömrünüz azîz ve mübârek, ilminiz ve irfânınız bereketli, eliniz kârda, gönül gülşeniniz yâr(Allah)da, sıhhatiniz metin ve kavi, haneniz şen, ocağınız bereketli, işleriniz âsân ola inşâ'Allah...

Vesselâm...

24 Ağustos 2024 Cumartesi

Hatır, katır, satır...

 

kırk yıl hatırı varmış
derlerdi eskiler
bir fincan kahve içün,
tam tamına kırk yıl...
şimdilerdeyse hatırı
işi bitirene kadarmış...
sebebi mi ?
çünkü bu devirde adettenmiş
işi düşmeyince
kahve ısmarlanmazmış...

sonrası mı ?
yok öyle hatır matır
ya görmezden gelinir
ya selâm sabah kesilir
ya kırk katır ya kırk satır !
şükret ki,
tercihi,
en azından
sana bırakılmış...!

22 Ağustos 2024 Perşembe

İşte meydan, işte insan...

 

işte meydan, işte insan
işte han, işte insan
işte sofra, işte insan 
işte tafra, işte insan
işte yatak, işte insan
işte batak, işte insan
işte miyar, işte insan
işte çıkar, işte insan
işte izan, işte insan
işte mizan, işte insan
işte kazan, işte insan
işte sazan, işte insan
işte lisân, işte insan 
işte iman, işte insan 
işte ikân, işte insan
işte ihsan, işte insan
işte dünya, işte insan
işte rüyâ, işte insan
içde nasıl, içde insan
içde imiş, asıl "İNSAN"

21 Ağustos 2024 Çarşamba

"Keşke, keşke..."ler !

 

Hayat öğretmenini iyi dinle, yoksa "keşke, keşke..."ler kulağında çınlar..

Hayat okulundan mezun olurken "iyiki..." lerin çok, "keşke..."lerin az olsun ya da en iyisi keşkeler hiç olmasın karnende !

En azından keşkelerin, şeytanın yanlış cevap olarak sana verdiği kopya olduğunu anla ve unutma ki tekrara kalmayasın !

Ve en önemlisi hayat okulundan öyle ya da böyle mezun olup diploma almadan gitme...

Diplomasızların ötedeki hâlini anlatmaya gerek yok sanırım, bu kadarını, eğer aklın başka yerlerde değildiyse hayat okulunda duymuşsundur değil mi ?

20 Ağustos 2024 Salı

Bal arısı ve sinek...


Arıları ve sinekleri ağzı açık bir şişeye koymuşlar. Şişenin taban tarafını ışığa doğru, açık olan ağız kısmını da karanlığa doğru yerleştirmişler. 

Arıların hepsi ışık olan tarafa doğru ilerlemiş, fakat şişenin tabanı kapalı olduğu için arılar dışarı çıkamamış, ancak bir an olsun geri dönüp karanlık tarafa da yönelmemişler. Önlerindeki cam engeli aşabilmek ve ışığa ulaşabilmek için mücadeleye devam etmişler. 

Sinekler ise şişenin ağzına doğru yönelmiş ve açık olan ağızdan dışarı çıkıp karanlıkta kaybolmuşlar.
Arıyı kovalamak istediğinizde kaçmaz sizinle savaşır. Öleceğini bile bile iğnesini kullanarak savaşır ve diğer arılar için kendini feda eder. 

Ama sinekler sıkışınca, riski görünce karanlığa doğru sıvışan, ziyafet sofrası görünce davet edilmeden yanaşan, başkaları üzerinden geçinen uyanık bedavacılardır. Sinekler için sadece kendileri önemli ve değerlidir. Nerede yiyecek varsa, nerede rahat yaşayacaklarsa, nerede çıkarları söz konusu ise, nasıl hak etmeden çok kazanacaklarsa oraya yönelirler. 

İnsanoğlu arasında bal arısı gibi olan da var sinek gibisi olan da. Biri aydınlığa erişmeye çabalar öteki karanlığa...biri fedakâr, cesur, üretken ve paylaşımcı, öteki hazırcı, hırsız, korsan, beleşçi ve ödlek...

Vesselâm...

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Masal: Yaşlılık, tecrübe ve bilgelik...


Ege bilgesi değerli yazar Prof.Dr. Şadan Gökovalı'nın anlattığı masaldan(*) çıkaracağımız pay, büyük filozof Immanuel Kant'tan gelsin:
“Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır, ama görüş açınız genişler…”

★★★

Bir varmış, bir yokmuş.

Memleketin birinde bir töre varmış.
Her şey töreye uygun yapılırmış.
Buna göre; elden ayaktan çekilip üretim dışı kalmış yaşlılar, ücra bir köşede ölmeye bırakılıyormuş!..
Töreye uymayanlar ise ceza olarak yaşamdan koparılıyormuş!..
Uygulama öylesine katıymış ki, buna karşı çıkmak kimsenin aklının ucundan bile geçmiyormuş.
★★★
Bu ülkede bilge bir adam ve onun babasını çok seven bir oğlu varmış.
Adam belirli yaşı aşınca, oğlu onu sırtlayıp, ormanın derinliklerinde bir yere getirip bırakmış.
Tam dönecekken “Baba şimdi nasıl geri döneceğim, ormandan çıkışı nasıl bulacağım” diye sormuş.
Babası “Oğlum” demiş. “Sen beni sırtında taşırken, ağaçlardan kuru dalları koparıp, geçtiğimiz yerlere bıraktım. Onları izleyerek yolunu kolayca bulursun!..”
★★★

Oğul içinden “Bu adama kötülük yapılır mı” diye geçirerek koyulduğu yolculukta kuru dallar sayesinde kolayca evine ulaşmış.
Babasının ormanda açlık ve susuzluktan ölmesine gönlü razı gelmediğinden, töreye, yasaya aldırmaksızın yiyecek içecek götürmeye başlamış!..
★★★
Günler günleri kovalarken, oğul her gidişinde, babasını ülkede olup bitenlerden haberdar ediyormuş.
Bir gün tellallar yollara dökülüp “Her kim tokmaksız davul çalmayı başarırsa, hükümdarımız onu vezir yapacak” diye bağırmaya başlamışlar.
Oğul bunu babasına iletince yaşlı adam “Bundan kolay ne var oğlum” demiş. “Davulun içine arı doldur, hükümdarın huzuruna çıkınca, davulu yuvarla, yeter!..”
Oğul da bunu yapmış ve vezirliği kapmış!..
Doğal olarak bunu babasından öğrendiğini de kimseye söylememiş!
★★★
Günler geçmiş, devran dönmüş, tellallar yine yollara koyulup “Her kim külden urgan yapmayı becerirse, padişahımız ona sadrazamlık verecek” diye duyurmuşlar.
Tabii oğul yine babasına koşmuş. Bilge, “Oğlum! Urganı taşa koyar üzerine gazyağı döküp tutuşturursun. Al sana külden urgan!..” demiş.
Böylece oğul sadrazamlık mührünü bu kez de kimseye kaptırmamış!..
★★★
Bir süre sonra yeni bir duyuru yapılmış:
“Her kim kağıtta ateş taşırsa, hükümdarımız kızını ona verecek!.
Koca ülkede hiç kimse çözüm bulamayınca oğul, soluğu babasının yanında almış.
Bilge ona da çözüm bulmuş:
“Çok kolay oğlum! Kağıttan bir fener yapar, içinde de mum yakarsın. Al sana kağıt içinde yanan ateş!..”
Oğul bu sınavı da başarıyla geçince padişah “Sen bunları kendi aklınla çözemezsin. Sırrını açıklarsan, hem kızımla evlendireceğim, hem de hiçbir ceza vermeyeceğim” demiş.
Babasını çok seven kadirbilir oğul da her şeyi açıkça anlatmış.
Padişah dikkatle dinledikten sonra “Demek ki yaşlılarımızın beden güçlerinden değilse bile, akıl ve deneyimlerinden yararlanabilirmişiz” diyerek, töreyi kaldırmış!..
__________
(*)Alıntı kaynağı: https://www.bilemedikleriniz.com/oku-Yaslilik

18 Ağustos 2024 Pazar

Bir şey hiç bir şey...

insan
hiç bir şeydi evvelde
sonra bir ana-babalı dünyalı oldu
kendini bir şey sandı
ev bark, çoluk çocuk, rütbe mevki...

şeyler çoğalınca
daha çok bir şey olduğunu sandı...

kendi bir şeyini ve sahip olduğunu sandığı şeyleri yanına alamadan terk-i dünya eyledi...

işte o bir şey var ya
oysa
atık sudandı
ve
hiç bir şeydi aslında, anlayamadı !
Not: Mes'ele, Vacibü'i Vücud'a arif olmakmış meğer...

16 Ağustos 2024 Cuma

Kendini zümrüd-ü ankâ zanneden sefil...


"Kâf-ı ikbâlde ankâ iken, âh !
Avlıyor şimdi sinek, parası yok "
                                     -Saffet'den-

Kâf-ı ikbâl zirvesine hasbe'l kader çıkmış,
beytü'l mala mutasarrıf olmuş, burnu da kâf dağındaki eşhâs kendini millete hizmet makamında değil de zümrüd-ü ankâ zannederse...

Böylesine demeli ki; bre sefil, bre zevk ü sefâya dalıp hazinenin sırtından eyyam-ı saltanatın keyfi ile ser hoş ve dahi ne oldum delisi, bre sonradan görme... esvab bol gelüp de şeytanın değirmenine su taşımaya mı başladın yoksa, aklını başına al da fizanda bulma kendini !

Değilse fizan çöllerinde işsiz kalır da buram buram kokan yaban hayvanların leşi  üzerine konan sinekleri avlamayı iş edinmekten başka yol bulamazsın kendine...sonra aklına bir fikir gelir belki...sinekten yağ çıkartmak...!

Hem reklâmı da iyi biliyorsan dünya sana koskocaman bir pazar...

Amma bir şeyi atlamışsan eğer, saltanatın zevk ü sefasını sürerken ve reklamıyla uğraşırken, sinekten yağ çıkartmayı öğrenmeyi ihmal etmişsen işin zor, bizden söylemesi...

Bunun içün de bilgi lazım, ilim olmadan yağ çıkartmayı becerebilen birini bilim dünyası henüz duymadı...

"kâf-ı ikbâlde ankâ" (!) olduğu zehabına kapılan müstakbel sinek avcılarının; "İNSAN"ın mânâsını, ilmin ve bilginin kıymetini,  sapı samanı ve daneyi idrak etmelerini beklemek muhal tabi... 
Belki ve ancak, iktidarsızlık itibarsızlık ve imkansızlığın ne olduğunu tecrübe ederek hayatı anlayacaklar... diye umalım !

3 Ağustos 2024 Cumartesi

Meczuplar, "naz ve niyâz makamı"...


Cezbe; çekme, cezbetme, celbetme anlamına gelir. Meczub da; çekilen, cezb edilen, celb edilen demektir.

Meczuplara 'deli' denilse de onlar deli değildir, aklını terkiye atmış olanlardır.

Derler ki, Yüce Allah, bazı kullarını, rahmâniyyet harmanlarında evirip çevirerek, savurup kavurarak kendisine öyle bir çeker ki, bu çekme ve çekilme ile o kulda garib şeyler zuhur eder, buna akıl sır ermez. Zuhur eden garib şeyleri hiç bir dünyalık akıl tartamaz,  meczublardaki bu esip savurma hali, onlardan iradenin alınmış olmasından kaynaklanır....işte bu yüzden "Meczuba palanga vurulamaz !"

Meczublar bulundukları mahalle rahmeti, bereketi, uğuru, güzelliği, kazaların defi için bir vesile olarak bilinirler,

Yine meczuplar sırlı insanlar olarak bilinirler, öyle ki onların asıl kişilikleri, kimlikleri diplerdedir, onlara üstünkörü bakanlar bu taraflarını göremez...

“Meczup”lar Anadolu’da, halk arasında alelade bir hayat yaşamayan ve bu hâlleriyle insanlara ayna vazifesi görerek ibret alınacak kişiler şeklinde tanınırlar.

Meczuplardan kimisi çok iyi giyinir, kimisi kılığına kıyafetine hiç dikkat etmez; kimisinin ağzı bozuktur, kimisi hiç konuşmaz yahut sadece birkaç kelime konuşur. 

Urfa’da yıllarca meczupların fotoğrafını çeken Mahmut Okkaş meczupları, “naz makamı”nda olanlar diye tanımlar.

Onlara sıfatlarına binâen takılan isimler bile manidardır, meselâ:

Deliçokaklıyok Mehmet Usta, Lailaheillallah Abdi, Adamol Mehmed Efendi, Çöp Atlamaz Baba, Nenesi Dede Sultan, Horoz Dede , Sefer Dede, Sümüklü Dede, Saçlı Mehmed Efendi, Yetmiş Kuruş Dede, Pazar Ola Mehmed Ağa, Ayarcı Mustafa Efendi, Kelbi Hasan Baba, Elfi Kadın, Kadı Delisi, Dalkavuk Osman Efendi, Taslak Efendi ...

Bir kaç meczup hikâyesi, buyrunuz:

Eyüp semtine yerleşmiş Balıkçı baba rivâyete göre yaz ve kış üstünde aba, başında keçe külâh, yalınayak tekkeden çıkar, iskeleye iner ve tanıdığı bir balıkçının kayığına binerek bir tek balık tuttuktan sonra karaya çıkarmış. Balıkçı ise, onun ayağındaki bereket sebebiyle o gün kayığını silme balıkla doldururmuş.  Balıkçı Baba 1742 senesinde İstanbul’da vefat etmiş olup kabri Eyüp’deki Hâtûniye Dergâhı hazîresinin üst kısmındadır.

Horoz Mehmed Dede,  Sultân II. Mehmed Hân ve ordusu ile Konstantiniyye şehrine gelirken, her saat başı horoz gibi çırpınarak öter ve“ Kalkın…Ey gâfiller!..” dermiş. Bu nedenle askerler kendisine Horoz Baba demişler. İstanbul’un en eski meczuplarındandır. Hoca Ahmed Yesevî’nin mürîdlerinden olup, Hacı Bektaş-ı Velî ile birlikte Horasan’dan gelip, Sultan II. Mehmed ile birlikte Konstantiniyye’nin fethinde bulunmuş ni’me’l-ceyş’dendir (mutlu asker). Kabri, Unkapanı Yavuz Er Sinan Camii hazîresindedir.

Evliyâ Çelebi’ye göre Kapânî Deli Sefer Dede, Unkapanı’nda Ekmekçi Ali Çelebi’nin fırını, çok şiddetli yandığı zamanlarda; içine girer ve rahat bir uyku çekermiş. Bir gün oradan çıkıp binlerce kişi ile vedalaşarak Unkapanı’ndan kendisini denize bırakıp kayıplara karışmış. Sefer Dede yedi yıldan sonra Cezayir’den Kara Hoca ve Ali Peçenoğlu kalyonları ile İstanbul’a gelerek Unkapanı’na yerleşmiş. Deli Sefer Dede’nin kabri Unkapanı’nda olup kayıptır.

Meşhur seyyah Evliya Çelebi’nin görüp tanıdığı meczuplardan biri olan Sümüklü Dede, vaktiyle Fâtih’te Etmeydanı’nda yaşarmış. Bu civarda kimin üstüne sümkürürse, sümkürdüğü kişinin işi düz gidermiş. Kimin üstünde tükürürse, onunki de ters gidermiş.

İstanbul'da Cağaloğlu’nun meşhur kitapçılarından Abdullah Işıklar’ın başından geçen bir hadise:
Meczup Aydın, ramazan günü iftara saatler kala, elinde bir salatalıkla Cağaloğlu’nda bağırarak insanları meydana toplar. Kalabalık toplandıktan sonra salatalıktan ısırıp bağırmaya başlar: 
“Orucunuzu yiyin ama haram yemeyin.”
 
Delisinden Velisine... kitabının yazarı Yusuf Karakaya benzer bir hadiseden bahseder: Meczubun biri sürekli kâğıt yırtmaktadır. Çevresindeki kişiler ona, israf oluyor dediklerinde onlara:
“Tapu dağıtıyorum, tapu dağıtıyorum.” şeklinde cevap vermektedir.
“Boş kâğıttan tapu olur mu?” diyenlere:
“Boş dünyaya boş tapu.” der...

Bir diğer meczubun hikâyesi:
Adam Ol Mehmed Efendi; tanısın, tanımasın her gördüğü şahsa “Adam ol!” diye hitap eden bir meczup olup, kimseden bir yardım talep etmezmiş. Rivayete göre bir gün Sadrazam Keçecizade Fuad Bey (1814-1868) Beykoz’da vapura binmek için bekliyormuş. Bu esnada Adam Ol Mehmed Efendi iskelede belirmiş. Sadrazam Fuad Bey, Adam Ol’un Parasızlıktan vapura binemediği için orada beklediğini anlamış. Fakat, kimseden bir şey kabul etmeyip, reddettiği için ona yardım edememiş. Sadrazam Fuad Bey, Adam ol Mehmed Efendiyi orada bırakarak, vapurla Eminönü’ne ulaşmış. Tam iskeleye adım atıyormuş ki karşısında Adam Ol Mehmed Efendi’yi görmüş. Şaşkınlıktan ne yapacağını ne diyeceğini bilememiş.. Şaşkın şaşkın bakarken, kendisine gülümseyerek yaklaşmış Adam Ol mehmed Efendi.. Her zamanki gibi şöyle seslenmiş: “Adam Ol, Adam !”

Çöp Atlamaz Baba'ya atfen bir hikâye ise şöyle:   "Çöp Atlamaz Baba"lık el verir gibi kişiden kişiye geçiyor. 1800'lü yıllarda Mehmed Atıf Efendi kayığa binecekken bir meczup görür. Meczup rastladığı tüm çöpleri ama tüm çöpleri toplar. Atıf Efendi'nin kayığı hareket edecekken de koşup gelir ve kayığa dokunarak üç kere, "Hâlimi sana verdim," der. Kayık karşı tarafa ulaşınca Atıf Efendi kayıktan indiği gibi ansızın ve istemsizce gördüğü tüm çöpleri toplamaya başlar. O günden sonra o da Çöp Atlamaz Baba olur....

Harabat ehli içerisinde nice hazineler gizlidir ki, her birinin iştigâl alanı farklıdır...kimi dünyaya tapanlara dünyanın boş kağıttan tapusunu dağıtır, kimisi kimilerine çöpleri toplatırlar,  hatta bazısı "boğazı vapursuz geçirirler adam olana!", değil mi ?

Hâsılı meczuplar topluma ayna tutar, ibretlik sözler ve davranışlar ile onları ikâz ederler, bu yüzden onların ne söylediklerini dikkatle takip edip ibret almak gerekir...

2 Ağustos 2024 Cuma

Tecrübe !


Hayatın yokuşlarını, patikalarını yaşayarak öğreneceğine, yaşayandan ve yaşlanandan hem hayatı, hem otobanını, düz yolunu sor ki, boşuna yorulmayasın, eziyet çekmeyesin !

Tecrübe etmeden/edeceğine tecrübeliye sor !

Çiftliğinde öten çok horoz vardır, onları çiftlikten yaban ellere gidince gör bakalım, ötüyor mu, ötüşü değişmiş mi, tavuklaşmışlar mı ?

Yiğitlik gurbete düşünce belli olur. 

Ne demiş ozan: "bir yiğit gurbete gitse, gör başına neler gelir".

Şu insanoğlunun tarihini oku da düşün ! Dünya gurbetine insan düştü düşeli, neler neler gelmiş başına...

İmanını da tecrübe et, taklidi mi, tahkiki mi?

Tahkikî (tecrübi) iman sahibi lâfını ettiğini yaşantısına uygular...lâfta mı kalpte mi?

Adam, Allah'tan korkarım der amma kul hakkı yer, çalar, yalan söyler, Allah birdir der sonra O'nun yerine kullarını koyar ortak koşar kullarına avuç açar yalvarır...olmaz, olmadı !

Vel hâsıl tecrübe mühim...

28 Temmuz 2024 Pazar

Hayatın kenarı köşesindekiler: Deliler, meczuplar...


"Ne taaccüp ediyorsun buna dünya derler Duyulan herzelere onda nihayet yoktur. Yerin altında öküz var mı dedi bir meczup Onu bilmem dedim, fakat üstünde pek çoktur."
                                                    Ferit Kam

"Akıl insanı terk ederse deli, insan aklı terk ederse meczup olurmuş...” demişler !

"Olup bitene basiret gözüyle bakan, sonuçlarını daha baştan görür de bunlardan yararlanmayı ve zararlarından da korunmayı bilir."

Hayatın içinde; hayat süren kâm alanlar var, bir de hayatın kenarında köşesinde kıyısında olup, olan biteni seyredenler var...tren son istasyona varıp trenden inenin birinci mevkide olanıyla üçüncü mevkide geleninin mevkisine bakılmayacak !

İnsanoğlu dedikleri türün içerisinde neler var neler...Veliler, deliler, ne idüğü belirsizler, akiller, sakiller, vekiller, herzevekiller âle'd-devam...

Şu deliler var ya, işte onlar toplumun vicdanlı(!) olup da çıkarı içün ses çıkaramayanların vicdanının sesi sadası olurlar çoğu zaman...

Anadolu irfanında "rical-i gayb" denir delilere, yani gaybî adamlar...hatta delilerin yeryüzünde bir tür metafizik vazifeli oldukları, Hakk'ın insanlar arasındaki delilerin her birine farklı vazifeler verdiği Hakk'ın memurları olarak da görülür ve bu özel insanların halkın arasında ya delilikle ya da sarhoşlukla örtünmüş olarak dolaştıkları düşünülür.

Tıpkı Harabi Baba'nın dediği gibi, "Ehline helâldir, na-ehle haram", dolayısı ile aslında hermetik olan irfan ve hikmetin, tecelligâh olan delilerde böylesi örtülerle gizlenmiş olduğuna inanılır.

Deli ve meczup kelimeleri ile vasıflanmış insanlardan meczuplar, "Hakk'ın Kendisi'ne çektiği kişilerdir". Meclup; celbedilmiş, çekilmiş, yakınlaştırılmış manasına gelen bir kelime... Onlar içün şöyle denir, "Hakk'ın gayret kubbesinde gizlediği ve delilik kisvesiyle halkın arasına salıverdiği kişilerdir"....Yine onlar, "delilik az akılla olmaz" sözünü haklı çıkaranlardır. Bu bağlamda meczuplar, aklı aşkın olan, hatta aklı da kuşatan bir tür "kalb-i akla" sahip olan ve bu aklı da azamî derecede kullananlardır.

Bunlar, Hakk'tan gayrıya eyv'Allah'ı olmayan, müesses sistemin nosyonlarını reddeden, klişeleri parçalayan, sıradanlığa müdahale eden şahsiyyetlerdir. İnsanları silkeler, sarsar, uyarırlar, onlar çıkarcı akıl sahiplerini paramparça eden abide şahsiyyetlerdir aslında, münafığa, riyakâra meydan okurlar, maskelerini indiriverirler alim'Allah.

Şu aklını çok seven ukâla avam, üstün gördüğü ve çok beğendiği aklının ermediğine "deli işte" der geçer yine de...

Anadolu'da bir inanç vardır, "delisi olmayan yerin merhameti, ataleti ve imanı olmaz" diye...
Hakikaten öyle, deliden, bulunduğu yerin yalancısını, üçkağıtçısını, dürüstünü, o beldenin gerçek yüzünü öğrenebilirsiniz.
 
İşte bunun farkında olan toplumlar her zaman etraflarında dolaşan deli ve meczupları sahiplenirler...

Anadolu'da delinin bir anlamda Veli olduğuna da inanılır.(*) 

Yine irfan ehli, meczubun gaybı kurcalayan çilingir olduğunu bilir. Kolektif bilinçdışının en ilginç besleyicileri delilerdir, derler. 
Çünkü;
Deli sözünü sakınmaz.
Kimseyi umursamaz.
Aklın bağ olduğunu bilmiştir.
Özgürdür.
Bilinçaltından çekinmez, onu her an dışavurabilme hürriyetinin tadını alabildiğine çıkarmaktadır.
Şehirlerin ahalisi delilerinin veya meczublarının tatlı pervasızlıklarını her zaman hayranlıkla izler. Hatta kimileri, bir deli gelse de en küstah anımızda gerçeği yüzümüze, hesapsız kitapsız haykırsa, birisi bize bazen ayna tutsa keşke, diye arzular.

İrfân ehli bilir ki; Söz Hak'tır... Bakan da O'dur, yıkan da O'dur, yapan da O'dur...
 
Deli ve meczupların hem hakikat ajanı hem de şehrin bereketini artıran kişiler olduğuna da inanılır anadoluda, bu yüzden deliler çok sevilir, meczuplara ihtimam gösterilir. 

İşte bir kısa hikaye: "vergi dairesine para yatırmaya giden bir esnafın karşısına bir meczup ansızın çıkar, esnafın cebindeki para kadarını ister, meczubun talebindeki hikmeti bilen şahıs, çıkarıp o parayı verir, bir saat sonra o paranın iki katı başka bir kaynaktan o esnafa ulaşır."

Denilir ki, meczubun gönlünü yıkmak, Allah'ın evini yıkmaktır....Yine denilir ki, deliler toplumların sansürsüz yüzleridir. Normal olarak konuşulamayan, görmezlikten gelinen şeyleri "deli" dediklerimiz ortaya çekinmeden koyarlar. Toplum onları alaya alır, ancak
alaya alma refleksleri "söylediklerini ciddiye almayın" şeklindeki gerçeğin üstünü örtme davranışıdır diye düşünülür...
Delilere toplumda kutsiyet de atfedilir ve bu yüzden onlardan çekinilir... Aman bunlardan uzak duralım, "bunların dilinin kemiği yok, korkuları da yok, aman iyi geçinelim de bizim ayıbımızı da ortaya sermesin"... 

"Mes'elâ Kars'ta "Kaşe Temo" diye biri varmış. Dükkânlar açılır açılmaz hemen gidip "kaşe kaşe" deyip dükkân sahibinin kaşesini ister alır ve yüzünün çeşitli yerlerine bastırır, ona göre de bahşiş alırmış. Uzun süre uğraştıktan sonra Temo ile dost olan biri sormuş: 
"Bu kaşeyi niçin bastırıyorsun" 
Temo: "Sırdır ama sen vatansever bir adama benziyorsun söyleyeyim. Ben maliyede çalışan gizli müfettişim. Bu puştlar ticaret yapıyor fatura kesmiyorlar. Ben ilk siftah kaşeyi bastırınca mecbur kalıyorlar akşama kadar fatura kesmeye."

"Harabat ehline hor bakma zâkir
Definelere malik viraneler var"
                Erzurumlu İbrahim Hakkı

Ehli derki:
“Cümle mevcûdât zâkir, kâinât dergâhdır”

Dünyalık akıllarına mukayyet ve esir olmayanlara muhabbetle !

Vesselâm...
__________
(*)(https://www.aksam.com.tr/cumartesi/deliler-ve-meczuplar-sehrin-gulleri/haber-1067343)

27 Temmuz 2024 Cumartesi

Şapkadan tavşan çıkarmak, göz boyamak...


Bu devir gönüle değil göze hitap etme devri.

Zaten gönülde ne ateş-i aşk var, ne nur-u hüda kalmış...üstünü kül kaplamış, ateşin kıvılcımı dahi kalmamış.

Akıl ise gönülden bîhaber, göz ile beslenen, gözün gönderdiği görüntü ile iktifa eden ve onaylayan 600gramlık et külçesine dönmüş.

Gerçi göz (tıpkı kulak gibi), dış dünyadan bilgiyi içe aktaran en önemli organdır, ve davranışı oluşturduğu algı ile belirler.

İşte bu sebeple göze hitap reklamcıların, toplum mühendislerinin, PR çalışmalarının, propagandistlerin, algı oluşturma çabasında olanların hedef organıdır.

Herşeyin ve herkesin özen gösterdiği tek şey öncelikle görünüş ve dış yapı...iç ise ihmâl edilmiş...akl-ı selim sayesinde zuhur eden zevk-i selimin yerini, estetikten yoksun olan "göz zevki" dedikleri (nasıl bir zevkse) ruhsuz ve egoya hitap eden hedonist/hazcı bakış açısı almış...

Yâni dışı mamur olsun da varsın içi harap kalsın mevzuu...

Toplum, birbirlerinin veya dışarıdan bakanların gözüne, göstermek istediğini sokma çabasında iken, içerisini pislik (maddi-manevi) götürse de, kimsenin aklına, dönüp içe bakmak gelmiyor artık.

Bugün buna bir de teknoloji ilave olmuş ki, herkesin elinde göz boyamak içün her türlü malzeme var. Çek, fotoşopla, paylaş sosyal medyada, imkân elinin altında ise üstelik web sayfasında... tabi bu arada milletin emeğini kendi başarısı gibi gösterenleri ve müesseselerin imkânlarını şahsi reklâmı içün kullananları söylememe gerek yok sanırım.
 
Göz boyayan da gözü boyanan da aynı sürünün elemanı olunca algıda seçiciliğin lüzumu da kalmıyor.

Bir yazar diyor ki;
"İbadet mekânlarımız camiler bile bu göze hitap eden, ruh yerine gözü koyan anlayıştan etkilenmiştir. Sade bir ortamda ibadet makbul değilmişçesine mescitlere tezyinat (süsleme) yapılmaktadır.
Gözleri boyamaya Mushaflar bile katılmıştır. Kur’an ne için indi, ne için onu alıp okuyoruz gibi endişelerin yerini, neresinde hangi süs ilavesi var merakı almıştır. Ruha hitap eden Kur’an, günümüzde gözü tatmin etmeden ruha ulaşamamaktadır, mesele budur"

Bürokrasiden bilim camiasına, bilim adamı görünümlü kimi zevata, manavdan tuhafiye mağazasına kadar mevzu artık göze hitap ve reklama kurban edilmiş neredeyse...
Şeytanı melek, kötüyü iyi, yalanı doğru, gübreyi gül suyu, sateni ipek, namussuzu namuslu göstermek içün yoğun bir gayreti her yerde görüyoruz artık.

Çünkü hırs, çıkar, makam sevdası, gösteriş, şatafat, arzu ve hevesler öylesine kamçılıyor ki bugünkü insanı, bu gayeye hizmet eden her yol mübah onlar içün...sözüyle gözü boyayıp (çirkefleşmiş) özü gizleme ustalığı toplumun her kesiminde göze çarpıyor...

Kalp gözüyle görebilen, firaset ve basiret ehli insanlardan müteşekkil bir medeniyetin mensupları, bugün gözden başka bir şeyle göremeyen, aklını gözüne teslim etmiş, gönlünü kırk kilit ardına hapsetmiş bir tüketiciye dönüşmüş maa't-teessüf.

Bu devirde artık asıl görülmesi gereken değil de gösterilmek istenen görülüyor. 
Pis ve pisliğin bile cazibedar ve albenili hâlde sunulduğu bu iletişim çağı insanları gözünden avlıyor, esir alıp yönetiyor yönlendiriyor.

Göz boyamayı san'at haline getirmiş hokkabazlara, sihirbazlara bugün her kesimde rastlıyoruz, ve bugünküler artık medyatik vasıtaları, interneti ve sosyal medyayı, web sayfalarını göz boyamak içün yoğun kullanıyorlar.

İş sihirbazın şapkadan tavşan çıkartma evresini geçmiştir, domuz çıkartma aşamasına gelmiştir...
Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurmaktadır:
"Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar."

Kitab-ı Kerim'de buyrulur:
“Sizi yanımızda değerli kılacak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır. Ancak imân edip güzel ve hayırlı işler yapanların durumu başkadır. Onlara yaptıklarının kat kat fazlasıyla mükâfat verilecektir” (Sebe’ sûresi, 37)

Ancak, boya dökülüp pas görülünce, foya kazınınca, testideki dışa sızınca ki, sızıyor sızar, takke düşüp kel görününce ki görünüyor, o zaman ne yapacaksın ey göz boyama ustası medya soytarısı !

24 Temmuz 2024 Çarşamba

Hikaye: Keser döner sap döner...Boş ambarda peynir ekmek aramak...

Devir Hz. Süleyman'ın babası Hz. Davut devri...

Uluorta, her yerde dolaşıp duran biri:
“Yârabbi! Bana zahmetsiz ve eziyetsiz bol rızık ve servet ver” diye dua etmektedir.

Bir süre sonra halk adamla alay etmeye ve:
“Rızık çalışarak elde edilir, bu adam deli mi, yoksa sarhoş mu ki böyle dua edip duruyor? Allah’ın peygamberi Hz. Davut bile rızkını elde etmek için çalışıp çabalıyor. Bu adam şaşırmış olmalı” 
diye söylenmeye başlarlar.

Adam, halkın alay etmesine, kınamasına aldırmadan aynı minval üzere duasına devam etmektedir. Durum bu olunca, halk arasında: “Boş ambarda peynir ekmek arıyor” diye meşhur olur.

Bir gün bir seher vakti evinde dua ederken bir öküz gelir, kilitli kapıyı boynuz darbesiyle kırar içeriye dalar. Adam, öküzü keser ve yer...

Bir müddet sonra öküzün sahibi bunu haber alır, adama çıkışır: 
“Bre ahmak, bre tembel, bre kötü insan! Senin olmayan bir öküzü nasıl kesip yersin?”

Mes'eleyi çözmek ve vuzuha kavuşturmak içün Hz. Davut’un yanına giderler. Öküzün sahibi:
“Bu adamdan davacıyım. Öküzümü haksız yere kesip yedi. Hakkımı ondan al!”

Hz. Davut:
“Bu dava hakkındaki hükmü benden hemen istemeyin, kararımı yarın vereceğim”

Bunun üzerine davacı ve oraya toplanan halk dağılır. Hz. Davut bir kenara çekilerek bu işin hakikatini kendisine bildirmesi için Allah’a yalvarır.

Karar zamanı öküzün sahibi ve şikayetçi olduğu adam Hz. Davut’un huzuruna gelirler, halk da işin sonunu merak ettiği için gelmiştir.

Hz. Davut öküzün sahibine:
“Gel sen bu öküzü bu Müslüman kardeşine bağışla” der.

Öküz sahibi: 
“Ey Davut! Bu nasıl bir adalettir! Benim hakkımı gasp etmek sana yakışır mı? Ey ahali! Şahit olun, Davut bile benim hakkımı zayi ediyor” der

Hz. Davut: 
“Buna razı olman senin için daha hayırlıdır. Sızlanmayı bırak da, gel buna razı ol!” der.

Adam sesini daha da yükseltmeye, daha çok bağırıp feryat etmeye başlayınca, Hz. Davut: 
“Bütün mallarının yarısını da, öküzünü kesip yiyen bu adama bağışlaman lâzım” der.

Bunu duyan adam deliye dönmüş halk da söylenmeye başlamıştır.

Hz. Davut: 
“Eğer razı olsaydın, bu senin için çok hayırlı olurdu” der.
Ve halka öküzün sahibini göstererek: 
“Bu adamı yakalayın, çünkü bu bir katildir. Ve suçlu diye karşıma getirdiği şu adamın babasını falan zamanda falan yerde filan ağacın altında öldürdü, başını keserek bıçakla birlikte şehir dışında falan yerdeki ağacın altına gömdü. Yürüyün, oraya gidelim” der.

Hz. Davut’un bahsettiği ağacın altına geldiklerinde, Hz. Davut: 
“Şurayı kazın” diye işaret eder.

Gösterilen yeri kazılınca öküzü kesen adamın babasını  başını ve  bıçağı bulurlar, bıçağın üstünde de katilin ismi vardır.

Hz. Davut öküzün sahibinin, öküzü kesen adamın babasının kölesi olduğunu, efendisini öldürüp bütün mallarını aldığını söyleyerek katili cezalandırdı.
Dedesi üzüm koruğu çalıp yiyenin torununun dişi kamaşır demiş ehl-i irfan...
Hülasa:
"Gün olur, döner keser döner sap
Dökülür ortaya hem bir bir tutulan hesap"

7 Temmuz 2024 Pazar

Lotus (Mutluluk) çiçeği ve san'ata dair...

Mutluluk; köke ve besleyen damarların sağlıklı olmasına bağlıdır...hırslı, haset ve açgözlü insan ne huzurlu ne de mutludur...

Mutluluk çiçeğinin (Lotus: Nilüfer) derinlerdeki kökünden aldığı besin yaprağının altındaki muazzam damarları sayesinde su yüzeyine yayılmış yaprağını besler, nilüfer bu sayede rengârenk çiçeklerini ikrâm eder gören gözlere...

Kökün ve damarların önemini ne güzel anlatır Lotus insana...aynı zamanda huzuru ve mutluluğu...

İnsanlık da tıpkı Lotus gibi, ya da olmalı...

Kültür kökleri; tarihi tecrübe, bilgeliğe dayalı filozofi, ilim, irfan, san'at, edebiyat, mûsıkî, mimarî vb. damarları yoluyla beslediği insanda estetiği, zevk-i selimi hasıl eder ki, bunun neticesi olarak medeni insan inşâ ve ihyâ olur !

Köklerinden beslenmeyen, hatta köksüz, kültür damarları kesilmiş toplumların ne oldukları, nereye savrulduklarını söylemeye gerek var mı ?

O insansılar çiçeksiz, meyvesiz, ruhsuz, estetik yoksunu, kaba-saba, göz zevkini bozan, çirkin ve yoz bütleri ile idare ededursunlar...

İrfân ehli bak ne demiş:

"Tâk-ı ebrûsuna baksak n’ola yârin sôfî
 Sâniin eylediği sun’u temâşa ederiz.
(Rûhî-i Bağdâdî). 

"Vecde gel, vahdete dal, âlem-i kesretten uzak
Yalınız sânii gör; san’atı, masnûu bırak" (Mehmet Âkif Ersoy).

Allah "Sâni-i hakîkî” “Sâni-i kâinat” dır. Lotus çiçeğindeki san'ata bakıp da görmez mi insan ?

Huzurunuz daim, mutluluğunuz baki olsun...

6 Temmuz 2024 Cumartesi

Bir çocuk gelin hikâyesi: Kimseye etmem şikâyet şarkısı


İhsan Raif 1877 yılında Köse Mehmed Raif Paşa'nın kızı olarak dünyaya geldi. İhsan Raif hayalleri büyük bir kız çocuğu olarak büyüdü. Gönlünü daha eğitim hayatının başında olmasına rağmen edebiyata kaptırmıştı. Aşk şiirleri yazan, aşka inanan İhsan Raif; Fransız edebiyatına da ayrı bir ilgi duyuyordu. Geleceği parlaktı, ailesinin maddi imkanları da hayallerine kavuşabilmesi için ona destekçiydi. Günümüzdeki adı İstanbul Şişli Kaymakamlığı olsa da İhsan Raif zamanında Taş Konak olarak bilinen bu evde günlerini geçirirken kendi kendine şiirler yazıyordu. Lütfen bu şiirleri amatör şiirler olarak değerlendirme sevgili okur. Hece ölçüsüne uygun, sade ve aşk dolu şiirleri vardı İhsan Raif'in. Ta ki gelecek hayallerinin yok olduğu o güne kadar...

İhsan Raif, ablası Belkıs ile olacaklardan habersiz oyun oynarken odaya daha önce hiç tanımadığı bir adam girdi. Adam kendisini kaçırmaya çalışınca da feryadı bastı. Yabancı adamın bu girişimi başarısız olmuştu ama bu adamın kim olduğu ve daha 14 yaşındaki bir kızdan ne istediği bilinmiyordu. Adamın amacı daha sonra anlaşıldı. Yabancı adam reji memuru Mehmet Ali Bey'den başkası değildi. Evin küçük kızına kafayı takmış ve evdeki hizmetçilerin yardımıyla İhsan Raif'i kaçırmaya çalışmıştı. Girişim başarısız oldu. Babası Mehmed Raif Paşa çıkan dedikodular üzerine  Mehmet Ali ile zorla evlendirecektir... İhsan Raif babasına çok yalvardı ama nafile, O anları şöyle dile getirir: "Babamın terazisinin şaştığını hiç görmemiştim. Onu Hazret-i Ömer adaletinin timsali bilirdim. Benim istikbalimi tartarken adil olmadı o terazi. Mehmet Ali’yle nikâhlanmaktan başka çıkar yolum kalmadı. Günlerce gözyaşı döktüm, haftalarca yalvardım. 'Babacığım masumum, bana kıyma, derslerimi tamamlayayım, yaşım küçük, beni yakma!' diye dizlerine kapandım. 'Beni sevdiğim biriyle evlendir, telli duvaklı gelin et…' dedim. Dinlemedi."

Bu andan sonra İhsan Raif'i çok zorlu bir hayat bekliyordu. Hayatını geçirdiği İstanbul'dan, ailesinden, hayallerinden canından çok sevdiği babası yüzünden koparılıyordu. Kendisini kaçırmaya çalışan bir adama mahkum bir hayat sürmesi için... 
İzmir'e sürgün edilmeden önce, kendi evinde geçirdiği son günlerde günümüzde bile çoğumuzun bildiği, hikayesini bilmediğimiz zamanlarda bile yüreğimizin titremesine sebep olan o satırları kaleme aldı:

Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime
Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime
Titrerim mücrim (suçlu) gibi, baktıkça istikbalime
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet (karanlık perdesi) çekilmiş, korkarım ikbalime
Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime…


14 yaşında bir kız çocuğu, istikbalinden korkar bir hale geldi. Hayatının bu noktasında İzmir'e sürgünü gerçekleştirildi. 14 yaşında çocuk gelin, 15 yaşında daha kendi çocukken anne oldu. Dile kolay 14 yılı kendi deyimiyle 'çapkınlıklarıyla kendisini hayattan bezdiren hayırsız' bir adamla geçirdi. 27 yaşında kendisine boşanma izni çıktı ve 27 yaşında 3 çocuk annesi olarak kendi topraklarına, İstanbul'a dönebildi. 

İkinci evliliği bir gün sürer. Zorla elini öptürmek isteyen ikinci eşinden hemen boşanır.

İlk ve tek büyük aşkı, entelektüel, yazar-çizer Şahabettin Süleyman ile 1914'de üçüncü evliliğini yapar. Yahya Kemal’den Ahmet Haşim’e, Ruşen Eşref’ten Fazıl Ahmet’e entelektüel bir çevresi vardır. Şair olarak kabul, ilgi ve takdir görür.

“Fecr-i Âti”ci eşi Şahabettin Süleyman’ın 1921 yılında bir Avrupa seyahatinde ispanyol gribinden beklenmedik şekilde ölmesi tekrar karanlığa gömülmesine yol açsa da yas döneminde yanında duran bir Fransız’la (Bell) dördüncü evliliğini yapar. Bell, İhsan Raif Hanım’a aşkından dinini değiştirse de pek hoş karşılanmaz son evliliği.

Milli Mücadele’nin ateşli destekçilerinden İhsan Raif Hanım, 49 yıllık yaşantısına 19 yapıt, büyük bir aşk ve bolca acı sığdırdı. 1926 yılında Paris'te geçirdiği bir apandist ameliyatı sırasında hayata gözlerini yumdu.

İşte o şiir ve bestesi:

Kimseye etmem şikayet
Makam: Nihâvend
Usül: Curcuna
Bestekâr: Kemani Serkis Efendi
Güftekâr: İhsan Raif Hanım

2 Temmuz 2024 Salı

Hayde, vira Bismillah...

Sordular:
-Pusulanız, usturlabınız, haritanız yanınızda mı ?
-Rotanızı belirlediniz mi ?
-Olmanız gereken güzergâhta mısınız ?
-Koordinatınızdan sapmanız söz konusu mu ?
....
Şöyle bir yokladım kendimi,
verecek cevabım yoktu,
rotamı belirlememişim,
meğer hedefim de yokmuş,
rasgele ve avare yaşıyor muşum !

Ömrümün bir kısmını da iştiha ile yemiş, tüketmişim...
...
Ve ahd ettim geç olsa da...
Dünya hayatını dosdoğru yaşamak ve nihai hedefe güzergâhtan sapmadan adam gibi varmak içün kendime çeki düzen vermeliydim...

Talebim olmadan geldiğim hayatımın yeme, içme ve arzuların tatmininden öte bir anlamı olmalıydı...zamanı yavaşlatmak veya yeniden kurma kudretim de yoktu, yaşlanmayı durdurabilmek kudretim de !

Bundan böyle; çeldirici ve oyalayıcılara prim vermeyecek, rüzgâr gülü olmayacak, benden beklenileni sarf-ı nazar etmeden ve hedeften taviz vermeden hayat yolunda yürüyecektim !

"Hayde, vira Bismillah..."

1 Temmuz 2024 Pazartesi

Sosyal etiket, hakikat ve "İnsan"...

"Sosyal etiket zayıf karakterlilerde güç algısı oluşturan bir etkendir...bu kişilerde güç algısına hızlıca adaptasyon otoriter davranışların açığa çıkmasına vesile olur ve neticede ortaya güç zehirlenmesi çıkar..."

Aslında otorite kaynaklı güç zehirlenmesi genellikle kitap yüklü merkeplere, elbisesi bol gelenlere, sonradan görmelere has bir duruştur.
Gündüz aydınlığının büyütecinde her şey ayan beyan meydanda iken kuma başını gömen deve kuşu gibi olan bugünkü insanlık, kum içindeki göz gözü görmez zifiri karanlıkta kendini kimsenin görmediğini zanneder...

Halbuki hakikat üryan, hakikat aleni, hakikat ayan-beyan ortalıkta...

Bugün insanlık çoğunlukla fitne fücur ile hem hâl...
Gidişatın ahirini görse de gözlerinin feri, gönüllerinin kandili uyumuş gibi, ya da görmezden gelip neme lazımcı davranmakta.

Zulüm ateşi mazlumları kavururken, güç zehirlenmesi ile serhoş adamların gözlerini çıkar hesapları perdelemişken, gelecek nesillere bırakılacak yangın yeri dünyanın, yaygınlaşmış ahlâksızlıkların günahının hesabını nasıl verecek bugünkü refah toplumu ve medeni(!) insanlar...
Onlarla aynı çağda bulunmanın vebali hepimizin değil mi...?

Mavi küre denilen mavi ve yeşilin hakim olduğu dünyadan bugün kan ve pislik damlamakta âleme...

Bunun asıl sebebi okuduğunu ve bildiğini zannedip dünyayı yönetme erkini elinde bulunduran sekülarist azınlık...bunlar yaratılışın mânâ ve hikmetine vakıf olamamış güyâ aydınlar... aydın maskeleri ardındaki egoyu, şeytanı, canavarı, zifiri karanlığı bir görseniz !
Yeri göğü okumuşluğunu kimseye beyan eylemeyen ehl-i hikmet yine de amâlara baston olmaktan, görmezden gelenlere nodul dürtmekten geri kalmamayı fârizadan saydıkları içün, ârifane seyretmekle iktifa etmek varken, gidişatın vebalini üslenmek istemiyor, ikaz etmeye devam ediyorlar...
Halbuki "İnsan"...
Batılın muhalifi; hırsızın, arsızın, ahlâksızın, haksızın ve zalimin, yalancı ve münafığın hasmı; hak, hukuk ve hakikatın müdafii olur... Gurebanın, yolcunun, yolda kalanın ve yolunu kaybedenin elinden tutanı ve musâhibidir...

Aça aşı, dertliye devayı, çıplağa esvabı infâk edendir...

"İnsan", Rezzâk, Samed, Kadir ve Malikü'l-mülk olan Mabud'un haricindeki masivaya zerre içün bile olsa eğilip bükülmeden azîz bir ömür sürdürebilmekle müşerref ve "Eşref-i Mahlûkat" ve "Ahsen-i Takvîm" üzere yaratıldığına arif olandır.
"İnsan" hastır ve ona bu yakışır !
bir ömür boyu sahici insan aramış durmuşum
mağripten maşrika kadar meğer boşa dolanmışım
mamur olan yerlere göz atıp dururken
viranelerde sırlıymış sahici insan, geç anlamışım

Ne yazıkki insanoğlu bugünden yarını, akşamdan sabahı iple çekiyor, küçükken çarçabuk büyümeyi arzuluyor...ömrünü iştah ile tüketirken hazırlığını yapmadığı ölüme bir adım daha yaklaştığının ise farkında değil gibi, ihtiras denizinde kulaç atarken yaşıyorum zannediyor !

Vesselâm...

30 Haziran 2024 Pazar

Balık hafızalılar ve "PR"...

"PR kelimesi 'public relations'ın baş harflerinden oluşur. Türkçede piar şeklinde telaffuz edilir, karşılığı halka ilişkilerdir. PR(Halkla ilişkiler) medya, basın, mobil uygulamalar ve sosyal medya aracılığıyla insanların zihninde, marka ya da kişi ile ilgili olumlu düşünceler yaratma sanatıdır."

Özellikle kendisini topluma kabul ettirme ve şirin gösterme, sempati kazanma, taraftar bulma amacıyla narsist eğilimli kimi liderler ve liderliğe soyunanların da başvurduğu bir yöntemdir.

Ancak kalabalıklar balık hafızalı, sürü ahlâkı da cari olunca, bu durum ekmediği yerden biçmek isteyen muhterislerin iştahını kabarmakta...

Biliyoruz ki balık hafızalılar alıktır, görünenin cazibesine kapılır, oltadaki yeme çabucak gelir, zokayı yutar...

Saflar ipteki cambazı alkışlamaya devam ederken, koyunlar süt yapağı vermeye razı olarak otlak otlak gezer, azıcık uyanık olanlarını ise talip oldukları kırıntıları toplama vazifesi çok mutlu eder. Tabi bu arada en büyük lokmayı, alıklardan, sürüden geçinen PR'cı yutmaya devam eder.

PR demişken eski Hollanda Başbakanı Mark Rutte geldi aklıma. Adamı bütün dünya bisiklete binmesi ile bisikleti ile işe gidip gelmesi ile tanıdı, insanlar "helal olsun adama, başbakan ama bisikletle işe gidip geliyor" dediler.
Tabi buna bir de bisiklete tahsisli yollar gerektiğini söylemeye gerek yok sanırım.

Sadece hollandalılar değil bütün dünya hatta biz bile bisiklet süren başbakana alkış tuttuk...

Peki sonra ?
Bisikletle sürekli mi gidip geliyormuş ? 
Haberin devamını hiç duydunuz mu?

Sanırım reklâm yapıldı, sempati kazanıldı, dünyaca tanındı, alkışlandı...ve sonrasında bisiklet yolları bisiklete hasret kaldı belki !
Peki; siyah renkli, çakarlı, üst segment donanımlı makam aracı ile vızır vızır sağa sola gidip gelen, korumaları, çantacıları, özel kalemi, sekreterleri ile, kendisi lüküs hayat süren, ballı kaymağı yiyen bu tip kişilerin sefa sürme haberlerini de yapan oluyor mu ? 

Ben duymamış olabilirim, duyanınız oldu mu?
Eminim ki, bisikletli başbakan ve benzerleri PR çalışmalarını başka şekillerde devam ettirmiş, sürekli kendilerini gündemde tutmayı başarmak içün ellerinden geleni yapmaya, el altındaki imkânları şahsi hesap ve çıkarları, karizma ve ikbâller, içün kullanmaya devam etmişlerdir.

Bize de, PR'ın farkına varamamış balık hafızalı alıklara, sürü olmaya razı olanlara selâm olsun deyip geçmek düşer !

Bizden söylemesi; vitrine konulana, size gösterilene bakakalırken, arka planını, sahneleyenin gerçek niyetini ve PR çalışması olup olmadığını anlamaya çalışın, ipuçlarını takip edin...o zaman her türlü değeri pazarlayanlara, her fırsatı bir sonraki beklentileri içün sıçrama tahtası olarak kullananlara aldanmazsınız, inşâ'Allah !

29 Haziran 2024 Cumartesi

Zihniyet devrimi şart...!


İdealist bir öğretmen olan Nedim ÇAKMAK'ın kaleme aldığı aşağıdaki ibretlik hikâye  (Alıntı), bir vakitler mevzuat hazretlerinin kraldan fazla kralcılar marifetiyle gelişme ve ilerlemenin önünde nasıl takoz olarak kullanıldığınn vesikası niteliğinde...

Buyrunuz !

"Daha yedi yaşlarında babamın çiftliğinde traktörle çift sürüyordum.

Traktör makine ve donanımlarına olan merakım daha o yaşlarda başlamıştı.

Öğretmen Okuluyla birlikte, Çınarlı Meslek Lisesi Radyo-Elektronik Eğitimi’nin gece bölümünü bitirdim.

Öğretmen okulunda öğrenciyken müdürümüz Tevfik Elmas'ın teşvikiyle, tarihte ilk defa Radyo-Elektronik kolunu kurdum.

19 yaşımda bir dağ köyüne atandığımda, bilgilerimi hayata geçirmeye can atıyordum.

O yıllarda Grundig marka transistorlu radyolar; dokuz yüz, öğretmen maaşı da dört yüz elli liraydı.

Yani bir transistorlu radyo, iki öğretmen maaşına, satılıyordu.

Atılmış radyo kondansatörleri, radyonun kalbidir, onu buldun mu, gerisini yapmak kolaydır! İzmir Çankaya Caddesinde elektronik hurdacıları vardı .

Hurdacıdan aldığım parçalarla bir radyo otuz liraya mal oluyordu .

Öğretmenlik yaptığım dağ köyünün, elinden marangozluk da gelen muhtarı İrfan, muhtarlık binasında bana yer verip bir de çalışma masası yaptı.

İşe koyulup radyo elemanlarını monte ettim.

En sona hoparlörü kalınca; muhtara, “Tut şu kablonun ucunu, hoparlörün dibine değdir” dedim.

Değdirdiği gibi oyun havaları patladı!

Ankara radyosu çalıyordu!

Muhtar radyoyu kapıp sevinçle dışarı fırladı:

“Öğretmenimiz radyo icat ettiii!” diye bağırarak köy meydanındaki kahvehaneye koştu.

Köylü merakla kahvehaneye doluşmuştu .

“Üleen dokuz yüz gaymelik iş, bu muymuş” deyip, dudak bükenler vardı.

Onlar, “Öğretmenimiz radyo icat etti” dedikçe; ben, “Ben icat etmedim, ben imal ettim, sadece…” diye uyarsam da; onlar, inatla, “hayır efendim, sen icat ettin…” diyorlardı.

Önce muhtara, sonra da köylülerime radyo yapmaya başladım.

Muhtar radyolara kutu yapıyor, hoparlör çıkışının deliklerini açıyordu. Kutunun yan tarafındaki kondansatör düğmesinden arama yapılıyor, tam net olmasa da istasyonlar da pekâlâ bulunabiliyordu.

Kimseden para da almıyordum ama onlar da çeşit ikramlarla memnuniyetlerini gösteriyorlardı…

Radyoya kavuşmaktan dolayı herkes çok mutluydu.
★★★
Bir gün, bizim Uzun Memet, radyosunu ağaca asmış; bir yandan müzik dinler diğer yandan tarlasını sürerken; devriyede olan jandarma başçavuşu radyoyu görüyor.

- Nedir ülen bu?
- Radyo başefendi.
- Böyle radyo mu olur ülen?
- Öğretmenimiz icat etti.
- Neee, kaçak radyo yapmış haaa… Tut onbaşı, tut tutanağı!

Hemen oracıkta tutanak tutuluyor, tutulan tutanak kaymakamlık makamına iletiliyor.

O yıllarda öğretmenlerin, milletvekili gibi dokunulmazlığı vardı. Jandarma ya da polis karakoluna çağrılamazlardı. Milli Eğitim Müdürü ifade alır, gerektiğinde savcılığa sevk ederdi.

Milli Eğitim Müdürümüz Ahmet Bey, “öğretmenimiz bana bir uğrayabilir mi” diyecek kadar kibardı.

Yine öyle demiş.

Yanına vardım.

“Ne yaptın be öğretmenim…” dedi.

Yanıt vermedim.

“Durduk yere niye başını derde sokarsın?” dedi.

Yine yanıt vermedim…

Beni alıp kaymakama çıkardı ve “O muhteşem mucit bu efendim!” dedi.

Kaymakam da suçumu yüzüme tebliğ etti.

Radyoların yıllık vergisi vardı ve vergi kaçakçılığı nedeniyle radyo başına para cezası kesiliyordu.

İzinsiz radyo imal etmek de casusluk gibi bir şeydi ve sonu hapis cezasıydı.

Savcılığa sevk etmemek için; önce takdir edip, sonra bir sürgün cezası ile işi kapatarak, Ödemiş Bozdağlardaki Kızılkeçili Köyü’ne sürgün ettiler beni…

Soruşturma kapanmış ama yurdumun geri kalmışlığının yaraları kapanmamıştı.

Bahar aylarında Bozdağlar'a geldim; İsviçre gibi bir yer!

Karakeçili Köyü, Bozdağların tepesindeki son köy, buradan öteye sürülecek yer yok!

Köyü gezerken, içinde alabalıkların oynaştığı, dere boyunda terk edilmiş üç su değirmeni gördüm.

Elektriklisi çıkınca, bunların pabucu dama atılmış!

Birinde bir su var; insana çarpsa parçalar ama ne yazık ki boşa akıyor!

O yıllarda hiç bir köyde elektrik yok.

Hafta sonunu dar ettim.

İzmir Sanayi Bölgesinde Manisalı Ahmet Tütüncüoğlu’nu buldum. Derdimi anlatınca yardımcı olup, jeneratör için gerekli parçaları bulmamı sağladı.

Alternatör, voltaj aralığı sağlayan kolektör ve kondüktör, jeneratörün miline monte edilecek kayış ve tribün kanatlarını kaynak yapacağım değirmen çarkı.

Ahmet Bey, o iyi yürekli insan, hepsini köyüme kadar kendi cipi ile getirdi.

Bir kaç günde montajı tamamladım.

Köy kahvesine, okuluma, camiye ve köy meydanına kılavuz aydınlatma için kablolar çektim. Açılış için akşam karanlığını seçtim.

Köylü merakla toplanmış bakarken, suyun kapağını açınca, ortalık gündüz gibi aydınlık oldu. Suyun gücü, neredeyse on beş köyü aydınlatacak elektriği üretebilirdi.

Köylü sevinçten çığlık atıyordu.

Köylülere, “sakın ola ki hiç kimseye, bunu, öğretmenimiz icat etti gibi şeyler söylemeyin; başıma iş açarsınız” diye sıkı sıkı tembih ettim.

O gece devreyi hiç kapatmadım, nasıl olsa bedavaydı!

Sabaha kadar efeler zeybek oynadı…

Kimi duayla, kimileri rakı içerek karanlıktan kurtuluşu kutladı.

Mutluluğumuz iki gün sürdü.

İki gün sonra basıldık. İlçe jandarması tüm köyü basmıştı.

“Emir aldık, sökün bunları yoksa fena olur…” dediler.

Söktük.

Kasabaya indim ve “Sizin mevzuatınıza da, palavra eğitiminize de....” diyerek istifamı verdim.

Oradan denizlere açıldım.

Önce telsiz ve güverte vardiya zabitliği, ardından süper tanker süvariliği...

Tüm dünyayı dolaştım.

Yıllar sonra memlekete döndüğümde gördüm ki; değişen hiçbir şey yok.
Sığırlar yine aynı yerde otluyorlardı
"
★★★
Ya kafa basmadığı ya da kıskançlık ve çekememezlik toplumun terakki ve kalkınmasında en büyük takoz olsa gerek...

İşte beyin göçünün asıl sebebi, işte iltifat edilmeyen marifetin topluma verdiği zarara dair bir hikâye...

Takozlarla aranız nasıl ? 

Ne dersiniz, değişen bir şey var mı?

Faturasını kim ödüyor ?

28 Haziran 2024 Cuma

Şeytan arabası...üfle gelen püfle gider !


"Bugün, modern bisikletin temel hatlarını az çok taşıyan ilk iki tekerlekli modeli tasarlayıp üreten kişinin Alman Baron Karl Von Drais (1785-1851) olduğu konusunda hemen herkes fikir birliği içinde..
Karl Von Drais, ulaşımdaki boşluğu doldurmak için bir "koşma makinesi" icat etti. Bu aracın tahtadan yapılma iki tekerleği, selesi ve sadece tutunmaya yarayan bir gidonu vardı. Drais bu araçla kayıtlara geçen ilk sürüşünü 12 Temmuz 1817'de Mannheim'da gerçekleştirdi, bir saatte yaklaşık 13 kilometre yol yaptı ve dünyanın ilgisini çekmeyi başardı. Bisikletin bu ilk atasına Almanlar "Draisine", Fransızlar "Velocipe" (Hızlı Ayak) ya da "Draisienne", İngilizler "Hobby Horse" (Tahta At) adını verdiler..
İzleyen yıllarda "velocipede"ler Fransa ve İngiltere'de yaygınlaştı. 1839'da İskoçyalı nalbant Kirkpatrick MacMillan, mekanik tahrikli ilk iki tekerlekli aracı imal etti. Aslında yaptığı şey bisikletin ön tekerleğine iki pedal eklemek, bu pedalların ürettiği enerjiyi bir zincirle arka tekerleğin dingiline iletmekti. MacMillan, bu buluşuyla tarihe "pedallı bisikletin mucidi" olarak geçecekti...
1868'de baba-oğul Fransızlar François ile Pierre Michaux, "iki çember" anlamına gelen "bi-cycle" adını verdikleri pedallı bisikletin seri üretimine başladı. Aynı yıllarda MacMillan'ın modelini geliştiren Thomas MacCall'un pedallı bisikleti de İngiltere'de ticari başarıya ulaşıyordu..
1879'da Henry Lawson, pedalları doğrudan arka tekerleğe bağlanan bisikleti geliştirecekti. 1888'de İskoçyalı veteriner John Boyd Dunlop, tahta tekerlekler üzerine içi havayla şişirilmiş lastikleri geçirmeyi akıl etti : Sarsıntı azalmış, bisikletin sürüş keyfi artmıştı...
Bisiklet, Osmanlı döneminde "Memalik-i Şahane" sınırları içinde İstanbul'dan çok evvel, ilk kez 1880'li yıllarda Selanik şehrinde görüldü. Yarı İtalyanca, yarı Latince olarak karma bir adla, "çabuk giden ayak" manasına gelen "velocipede", halk ağzında "velespit" olurken, kimileri ona "şeytan 
arabası" adını yakıştırıyordu..."(*)
Dünyanın çok hızlı ulaşım vasıtaları yanında, bugün artık bisiklet, spor amaçlı veya kısa mesafelere gitmek içün ulaşım aracı olarak kullanılmaktadır...

İnsanoğlu hayat yolunda ilerlerken her tür vasıtadan istifade etmeye çalışmıştır...
Eski devirlerdeki binek hayvanlarının yerini otomobil, hızlı tren, uçak vb. araçlar aldı...gerçi bisiklet, balon, paraşüt de  halen insanoğlunun kullanımındadır !
Yaya yahut herhangi bir vasıta ile çıktığınız yol bildiğiniz yoldur umumiyetle...vardır elbet bir hedefiniz...bilirsiniz ki, gayesiz yürüyenler avaredir, serseridir...bunlar esen rüzgârlar önünde savrulur, sürüklenirler...

Geliş yolunuz gidiş yolunuzdur, çünkü o yolu  ve yordamı bilirsiniz, rotayı güzergâhı planlamışsınızdır (her ne kadar ani gelişecek riskleri hesaplayamazsanız da)...

Roma'ya her yol çıkar deseler de, yol halinin yolcuya ne getireceği önceden kestirilemez...bazen köprüler yıkılır, bazen nehir taşkınları geçit vermez, bazen de ömür yetmez !

Yola birlikte çıktıklarınız mutlaka vardır, yolda bulduklarınız ve buluştuklarınız da olabilir elbette...yol şartları ve beklentiler doğrultusunda, genellikle yolda bulunanları görünce yola birlikte çıktıklarını unutan insanlarla yol yürüyenleri de, yolda yoldaşını satanları da duymuşluğunuz vardır...

Yol, yolcu ve vasıta kişiden kişiye değişir...Bir yere "üfle gelen püfle gider", ayak oyunları ile gelen ayak oyunları ile gider, birinin başına külah örenin karşısına başına külâh ören biri çıkar, geldiğiniz yoldan geldiğiniz gibi gidersiniz, ettiğinizi mutlaka bulursunuz, yaşattığınızı yaşarsınız, kınadığınıza düçar olur kınanırsınız, "büyük lokma ye büyük laf konuşma" sözü gün olur gerçekleşir...büyük konuşanların başına geleni  bugüne kadar duymadıysanız şimdi duydunuz işte...

Yavuz Sultan Selim Han-ı Veli diyor ki: “Bütün dünya benim olsa gamım bitmez nedendir bu,
Ezelden gam turabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu,
Gelen gider, giden gelmez iki kapılı handır bu,
Sakın insafı terk etme makam-ı imtihandır bu.”

Netice-i kelâm; şeytanın arabasına binen, sıcak hava balonu ile havalara giren ve seyahati seven, paraşütle tepeden inenler şeytani yollara tevessül etseler de, "şeytan arabası" ile gelen "şeytan arabası" ile gider, bize de haydi iyi yolculuklar, güle güle demek düşer !

__________

(*) R. Sertaç KAYSERİLİOĞLU, Şeytan Arabası, Tarih Dergisi, Temmuz 2017 sayısı

26 Haziran 2024 Çarşamba

Para, para, para...peki ya iman !


"Öz"ü çürük "kan"ı bozuk Malı götürüyorsa
Kabahat onda değil fırsat verende...
Kargalar bülbül yuvasına tünüyorsa
Kabahat ona tüneği tahsis edende

Gün olur, döner keser döner sap
Dökülür ortaya hem bir bir tutulan hesap

Adam teoloji okumuş para nerde o orda
Yahu hani ehliyet nerde kaldı liyakat
Adama sormazlar mı bu nasıl bir marifet
Sanki teoloji değil okumuş muhasebat

Gün olur, döner keser döner sap
Dökülür ortaya hem bir bir tutulan hesap

Eşkiyalar suların başını tutmuşsa
Haramiler azmışsa hem kudurmuşsa
Ehil olan eller bir yana atılmışsa
Okunmaz olmuş demek raftaki yasa

Gün olur, döner keser döner sap
Dökülür ortaya hem bir bir tutulan hesap

Görünse şakiler sureta haktan
Giyinse adiler ipekli kaftan
Okusa cahiller Mim'i kitaptan
Ağzı elbet çarpılır sin ile kaftan

Gün olur, döner keser döner sap
Dökülür ortaya hem bir bir tutulan hesap

25 Haziran 2024 Salı

Neyzen Tevfik ve "HİÇ"lik...


Neyzen Tevfik genellikle Hocapaşa Camii’nin tabutluğuna gidip bir tabutun kapağını kaldırarak içine girip kapağını üzerine örterek rahat rahat uyuyan bir şair, yazar, hiciv ustası ve taşlama ustası, ney sanatçısı, bestekâr, sinema oyuncusu, felsefeci...kimine göre deli kimine göre veli bir şahsiyet. 1789 da Samsun'lu öğretmen babanın oğlu olarak Bodrum'da dünyaya gelir, çocukluk çağlarında babanın tayini nedeniyle İzmir'e taşınırlar, o yaşlarda sara hastalığı nöbetleri başlar, İstanbul'a tedavi için gider....

Tevfik’in çocukluk yıllarına dair unutamadığı bir olay sırıklar üzerine geçirilmiş insan kafalarını gördüğü gündür. Davul, zurna seslerinden çok hoşlanan Tevfik seslere doğru yöneldiğinde sırıklar üzerine geçirilmiş olan insan başlarını görür ve gördüklerinden çok etkilenir. Dediklerine göre kafası kesilen kişiler eşkiyadır ve masum insanların ölmelerine sebep olmuşlardır. Galeyana gelen halk da bu eşkıyaları jandarmanın elinden almış ve cezalarını vermiştir. İbreti âlem için de bu şekilde sokaklarda teşhir etmişlerdir. Tevfik, bu vahim olayı hayatının sonuna kadar unutamayacaktır. Gördüğü dehşet verici manzara çocuk gönlünde kapanması zor yaralar açmıştır. Kafalardan sızan kanlar, pörtlemiş gözler… Çocuk Tevfik sürekli olarak bunları düşünmektedir. O günün akşamı yoğun titremeler eşliğinde vücudu sarsılır. Annesi de babası da çok üzülmüşlerdir ancak olan olmuştur. Zaman zaman konuşmalarında kafasındaki bir tahtanın o gün yerinden oynadığından ve bir daha yerine oturmadığından bahsedecektir.

Tevfik özgür bir ruha sahiptir, başıboş gezmekten hoşlanır. Aklı, fikri babasıyla dinlediği Tepecik Kahvesi’nde dervişlerin üflediği Ney adlı müzik âletindedir. Bodrumda çocukken gittiği kıraathanedeki neyzenlerden etkilenir ve ney üflemeye başlar. İzmir'de ve Istanbul'da mevlevihaneye ney ve muhabbet içün takılmaya başlar, orada bir çok entellektüel ile tanışır...Tokadîzâde Şekib Bey, Tevfik Nevzat, Şair Eşref, Ruhi Baba, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Tanburi Cemil, Yunus Nadi, Udi Nevres, Hacı Arif Bey, Şair Şeyh Vasfi, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci tanıştığı ve görüştüğü yazar ve şairlerlerdir.
Mehmet Âkif ile dostlukları vardır, Şair Eşref'ten de etkilenmiştir ve onun ile Mısır'a gider bir süre orda yaşar, tekrar İstanbul'a döner...

Mısır’da Kahire’de beş parasız sokakta kalmış, bir Bektaşi tekkesine sığınmıştur Neyzen. Ağzında ekmek olan bir köpek gelir yanına. Ve Neyzen açlığın tesiriyle köpeğin ağzından ekmeği kapıverir. Fakat sonra dayanamaz ve ekmeğin yarısını köpeğe iade eder. Neyzen diyorki, "herhalde köpek aramızda bir fark olmadığını düşünmüş olacak ki korkuyu atlattı ve ekmeği yemeye başladı" İşte yarı kavga yarı lokma paylaşmak suretinde başlayan köpeği ile olan bu ilişki çok sadık ve sağlam bir dostluğun temeli olmuş. Neyzen köpeğin adını da Ashab-ı kehf’ten yani yedi uyuyanlardan birinin adı olan Mernuş koymuş ve köpeğini ölene dek yanından hiç ayırmamış. Mernuş ölünce yazdığı şiir:

MERNUŞ (*)
Bu engin ayrılık canıma yetti, 
Başımdan aşıyor kederim Mernuş. 
Bu yolda yazılmış ferman-ı kaza, 
Bunu da gösterdi kaderim Mernuş.

Bağlanmıştım bütün kalbimle sana, 
Şu fani cihanı okuttun bana. 
Sen göçtükten sonra ben yana yana
 Hicranla gözyaşı dökerim Mernuş. 

Bu yolda cahilim, bildiğim kısa, 
Sen girdin toprağa ben düştüm yasa. 
Haklı haksız hatırını kırdımsa 
Affet günahımı, beşerim Mernuş! 
(*)Azâb-ı Mukaddes kitabı, S. 193. 
 
Ardında Hiç Azab-ı Mukaddes gibi kitaplar, Nihavent Saz Semaisi, Şehnazbuselik Saz Semaisi gibi besteler,  taksim kayıtları taş plaklar bırakarak 1953'te "hiç"likten "hep"liğe irtihâl eylemiştir...
Hüseyni taksimi ve bestekeldiği Nihavent saz semaisi, buyrunuz:
Dünya malına zerre tamahı yoktur. Kimseye minneti de yoktur.
“Dünyanın en yüksek tahtına da çıksan yine aynı ....(kabalarının üstüne)'nün oturacaksın” der.

İyi kalpli bir genç, bir gün Neyzen'in parasız pulsuz gezdiğini bildiğinden ona para vermek ister, ama onun dillere destan hazır cevaplılığı da gözünü korkutmaktadır ve parayı neyzenin arkasından yere atarak "Neyzen paran düşmüş" der. Neyzen'in cevabı müthiştir: "O düşen benim param değil, zaten bende para ne gezer, o düşen senin altın kalbindir."

Kıvır kıvır beyaz saçlı, harita yüzlü Neyzen ara sıra en olmayacak şeylere sinirlenir, homurdanır;
"Getirin elbisemi; çıkar, kaçarım burdan da ha!.. Kimse beni tutamaz!.. Bu dünyadan da kaçarım ha!.. Adam gibi eşit davranın insanlara!.." der...

Geçmiş günlere yananlara şöyle seslenir:
“Geçen gençlik günlerine yanmayan yok gibidir, bense bakar geçerim. Yoku vara varı hiçe gömerek, her solukta bir gam yakar geçerim.”

İlk çıkardığı şiir kitabına da “Hiç” adını vermiştir. 
Kendisine memuriyet teklif eden Talat Paşa’ya "memur olunca sonunda ne olacağım" diye sorar.
Talat Paşa memuriyet silsilelerini bir bir saydıktan sonra son kademeye gelir ve en son kademeyi şöyle söyler: "Hiç"
Neyzen, Paşaya döner ve şöyle der: 
İşte ben bugün de hiçim !

1940’lı yıllarda Bakırköy Akıl Hastanesi’nde 21 numaralı koğuş O’na ayrılır. Hem doktoru hem de dostudur ünlü sinir uzmanı Dr. Mazhar Osman. İstediği zaman gider kalır sonra canı istediğinde çıkar.

Gençliğinde hem Mevlevi hem de Bektaşi dergâhlarında kalmış olan Neyzen buradaki pek çok kişiden de feyz almıştır. Ancak hiçbir tarike bağlı kalmamıştır.

Öyle ki; İstanbul’a medrese eğitimi için geldiği yıllarda sarık ve cübbe taşımadığı için medreseden; ardından da mevlevihaneden kovulur.

Savaş vurguncularından birinin dedikodusu yapılmaktadır. “Tonla parası var… Herifin bir eli yağda bir eli balda… Nereye gitse hemen yol açıyorlar!” diye.
Neyzen “Gerçekten kenara çekiliyor mu herkes? ” diye sorar, “Çekiliyor” cevabını alınca; “Demek cebindeki pisliğe bulaşmak istemiyorlar…” diye yapıştırır cevabı.

Bir gün Neyzen’e sorarlar: “Neyzen, sen çalarken mi neşelenirsin yoksa neşeli olduğun zaman mı çalarsın?” 

Maliye Bakanı hakkında yolsuzluk dedikodularının dolaştığı bir dönemdir.

Neyzen: “Maliye Vekili değilim ki çalarken zevk alayım” der.

İkinci Meşrutiyet döneminde nazırlığa getirilen bir zat çok geçmeden yeğeninin vali olarak atanmasını sağlar.

Karşılaştıklarında Neyzen: “Maşallah kardeşinizin oğlu tıpkı fasulyeye benziyor.” deyince, adam: “Genç yaşta vali oldu neden fasulyeye benzesin? ” diye sorar.

Neyzen de verir cevabı: “İşte ben de onun için benzetiyorum ya, fasulye de sırığa sarılarak büyür.”

Basın çevrelerinde tanınmış bir hanım, Neyzen'le karşılaşınca, "aşk olsun, benim için aşifte filan gibi sözler söylemişsiniz?"  diye sitem eder,  Neyzen elini başından sinek kovalar gibi sallar; "hanım, sen beni tanımıyorsun, ben herkesin bildiği şeyleri söylemem" der.

Hayatı yoksullukla geçmiş  yüreği insan sevgisiyle dolu, dünya malına hiç değer vermeyen Neyzen Tevfik'e arkadaşları 1952 yılında Şehir Komedi Tiyatrosu’nda jübile yapacaklar, jübile yapılacağı gün bir arkadaşına telefon açar kendisine bir takım elbise göndermesini ister. Arkadaşı elbiseyi gönderir.

Jübile bitince sahnenin arkasında o elbiseyi çıkartıp oradaki garsonlara verir sonra eski elbiselerini giyer. "Bana vereceğiniz parayı yoksullara dağıtın" der.

Nice abdalların bulmak için nice yıllar yanıp tutuştuğu, aptalların ise dünya malında bulmayı umduğu o son mertebeyi ne de güzel izah etmiştir Neyzen. "Hiç"tir.

Bu yüzden 28 Ocak 1953’de verdiği son nefesinde o “Hiç”i uğurlamak için binlerce insan akın eder Barbaros Bulvarı’na.

En yüksek derecede devlet memurlarından, kılıklarına çeki düzen vermeye çalışan sarhoşlara, üniversite profesörlerinden, sokak dilencilerine kadar binlerce insan… Hiçlik mertebesine erişmiş Neyzen’i “hep” birlikte uğurlarlar…
_________
(Derleme)

23 Haziran 2024 Pazar

Cilalı taş devrinden cilalı adam devrine...


3. Mustafa (1717 – 1774)'nın Lâle devrinde (1718 – 1730) Şehzade iken yazdığı şiirinde şöyle der:
"Yıkılıpdur bu cihân sanma ki bizde düzele
Devlet-i çarh-ı denî verdi kamu mübtezele 
Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezer hep hezele
İşimiz kaldı hemân merhamet-i lem-yezele’
(Düzeleceğini zannetmeyin, dünya yıkılıp gidiyor; / Alçak dünya devleti aşağılık adamlara teslim etti. / Mutluluk kapılarında şimdi bu aşağılık, âdî adamlar dolaşıyor / İşimiz artık Allah’ın merhametine kaldı.)

İdrak ettiğimiz zaman diliminde eşref-i mahlukat olarak doğan ancak esfel-i mahlukat olarak hayat yolunda yürürken evrimleşmiş(!), koyun bile demenin iltifat olacağı insanımsılar maatteessüfki  her yerdeler...koyun değil belki onlara har demek ehveninden kurtarabilir.

Cilalı taş devrindeki Homo sapiens; şimdilerde ya içinde şeytanın dizginleri ele aldığı, aklına kırk tilkinin danışmanlık yaptığı, "cilalı adam" görünümlü olarak debdebe ve şaşaa içinde yaşıyor...yahut uydum akıllı koyun sürüsü devrini yaşıyor geri kalan beceriksizler !

Bu dışı cilalı içi küflü/paslı, liyakat ve ehliyet yoksunu/yoksulu zevât içün Osmanlı devrinde kullanılan tabir, adam kıtlığı manâsındaki "kaht-ı rical"...

’Rical’’ (recûl kelimesinin çoğulu) iyi eğitimli, irfan, akıl, hikmet, ilim, dürüstlük ve cesaret sahibi insanları ifade etmek manasına kullanılır...‘’Kaht-ı rical’’, cemiyetin her kesiminde, hatta bürokraside, yönetimde, ehliyet ve liyakat gereken işlerde, ahlâklı, dürüst, bilgili, tecrübeli insanların kıtlığını da kasteder mahiyette özellikle kullanılan bir tabir...

Ziya Paşa yaşadığı devirde, bu minvaldeki zamanının yöneticilerine, siyasetçi ve bürokratlarına yazdığı mısralardan birisinde şöyle der:
‘’Asiyab-ı devleti (devletin değirmenini) bir har (eşek) da olsa döndürür.’’

Türk edebiyatının hiciv ustası Şair Eşref de Ziya Paşa’ya cevaben yazar:
"Asiyab-ı sengi'yi bir har da olsa döndürür, Döndürür ama mili kırar çarka s…çar harabeye döndürür.’’

Neyzen Tevfik de yukarıdaki mısralara “nazire” olarak, şöyle bir beyit yazar:
"Öyle harlar koştular kim asiyab-ı devlete, birbirin çiğnemekten, dolab-ı devlet dönmüyor.’’

Devletlerin tarihinde bu kıtlık dönemlerine rastlamak mümkün, işte yukarıda Ziyâ Paşa ve diger ediblerin kaleme aldıkları mısralardan da adam kıtlığı yaşandığı bir döneme dair yazılmış mısralarda bunu görüyoruz...demeli ki: "Kırk çoban eşeğinden bir çoban çıkar mı ?"

Netice-i kelâm, devlet adamı terbiyesi ve eğitimine azami dikkat etmek elzem olup, devletlerin terakkisi ve toplumların huzur ve adalet duygusunun tatmini, ehliyet ve liyakatın gözetilmesi, nefsine değil topluma hizmet makamında olduğunun bilincinde olarak kişilerin hizmete/hizmetkârlığa talip olması bu açıdan çok mühim...değilse, çoban kisvesine bürünmüş har elinde koyun sürüsü derekesindeki sürü toplumlarda insaniyetten bahis havada kalır !  

Ziya Paşa' ile nihayet verelim:
"Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı"
(Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda hâline geldi; namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı.)
"Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma 
Zer-dûz palan vursan da eşek yine eşektir" 
(Asılsız/soysuz birine üniforma ya da gösterişli, pahalı giysiler soyluluk verir mi hiç; eşeğe altın semer vursan da eşek yine eşektir.)