Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Kasım 2017 Perşembe

Uçutmanı uçur, kırlangıçlarla yarış çocuk...


Ufukta kaybolmuştu gözleri
dalgın mı dalgın...

Hayat mıydı memat mıydı
içtiği, bilemedi...

Ruh-u derûnuyla da
sanki kavgası vardı...

Yoksa,
şeytanmıydı hasmı  ?

Sordu ve sorguladı,
cevap mevap bulamadı...


Şımarıklıkla geçirmişti
bir seferlik bağışlanmış muvakkat ömrü.

Sonbahar sarısı
yaprak gibi savrulmuştu...

Kapılmıştı hevesâta ki,
ömrüne zehrini akıtan...

Koskoca bir ömürdü,
ellerinden yılan gibi kayan.

Her yeni gün,
biraz daha ötelerdi emellerini...

Hatalarının
taksit taksit ödüyordu, bedellerini...

Gerçi ihmâl de etmişti hani
dostlarını ve yârenlerini...

Heyhât, artık vakit çoook geçti.

Kimsesizdi, mutsuzdu,
çaresiz gecelerde...

Keşke şu karşıdaki bacadan tüten
incecik duman gibi,
yükselebilseydi semâya ..

Karışsaydı havaya
uçan balonlar gibi...

-Hey ! kırlangıçlarla uçurtmasını yarıştıran çocuk...

...

Babasıyla uçurtma uçuran
minik çocuğun,
uçurtması üstüne oturup
dünyayı seyrettiği,
kırlangıçlarla yarıştığı;
turnalara selam çaktığı gibi...

Ve; bücürün,
kendisine çocuk muamelesi yapan
şehre ve içindekilere
kuşbakışı baktığı gibi
bakmak varmış;
saf, masum, huzurlu ve mutlu...!

Keşke doğan ve batan güne
hükmü geçebilseydi...!

Yok yok,
güne, aya nasıl erişecekti ki, hükmetsin...
ama belki kendine hükmedebilirdi...

Hem kendine söz geçiremeyenin sözünü kim dinlerdi ki...!