Ve kişi; hem Rabbiyle, hem de mahlûklarıyla olan muâmelelerinde kendi(egosuna göre) ölçüler koyar ki, maâz'Allah, bu edebsizliğinin neticesi zillet kapılarını ardına kadar açar...
İki-üç günlük dünyâ zevki, menfaati ve saltanatı içün edebi terk ile gaflete düşen ve emanet edilmiş insaniyyetini kasıp kavurmaya kalkarak kendine zulmedenden daha zâlim kim olabilir.
Böylesine, "kişinin kendine yaptığı kötülüğü yedi düvel bir araya gelse yapamaz"denir...
★
Kendine zulmettiğinin farkına varan, gafletten uyanan kişinin Rabbine sığınmaktan başka çaresi yoktur; bu hususta Hz. Yunus (a.s.)'ın kıssası ince bir ölçüyü ortaya koyar...
Hz. Yunus (a.s.) uzun yıllar boyu kavmini Hakk dine dâvet eder, kavmine, iman etmedikleri takdirde ilâhî bir azaba uğrayacaklarını bildirir, ancak onlar tevbe edip imana geldikleri için bu azap tahakkuk etmez.
Hz. Yûnus (a.s.) kavminin tevbe edip imana geldiğinden henüz habersizdir, kavmine bildirdiği azabın da (bilgisine göre) vaktinde tahakkuk etmediğini düşündüğü bir vakitte öfkelenir ve bu kızgınlıkla beldeyi yerk eder.
Yolculuk içün bindiği gemi, batma tehlikesi ile karşılaşır, geminin yükünü azaltarak gemiyi kurtarmak için kur'a çekilmesi kararı alınır ve çekilen kur‘a sonucu Yunus (a.s.) denize atlamak zorunda kalır, kendisini büyük bir balık yutar.
İşte bu balığın karnında iken:
“Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü noksanlıktan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum” (Enbiyâ sûresi, 87) âyetinde geçen şekli ile, Rabbine olan sitem(!)inin (zelle) suçluluğu duygusuyla yalvarır, tesbihe, tevbeye ve duaya sığınır.
Kur'an da mezkûr konu özetle; "eğer o, böylece tesbih edenlerden olmasaydı, insanların yeniden diriltilecekleri kıyâmet gününe kadar balığın karnında kalacaktı" şeklinde izah edilir.(Sâffât sûresi, 139-148; Kalem sûresi, 50)
Rasûlullah (s.a.v.) bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"Sıkıntıya düşmüş ve başı belâya düçâr olmuş hangi müslüman, Yûnus’un balığın karnındaki duasını okursa, Allah Teâlâ mutlaka onun duasını kabul buyurur.”
★
Kâinâtta her şey, ama hayal ettiğiniz edemediğiniz, gördüğünüz göremediğiniz, bildiğiniz bilemediğiniz her şey bir ölçü, kıstas, adalet, bir hesap üzere tahakkuk ve deveran etmektedir. Bunu ilim erbâbı da, ehli irfân da böyle bilir böyle söyler...
Genel mâ'nâda buna "edeb" denir.
Edeb deyince sadece akıllı, uslu oturmayı, iffetli ve namuslu olmayı anlar çoğunluk insanlar.
Edep; kâinâtın düzenine aykırı davranmamak, fıtrî ölçüyü gözeterek yaşamak ilmidir, sanatıdır...
İşte kast edilen edebi hâl edinmek; gafleti terk etmek, gözünü açmak, firaset ve basiret sahibi, ilim ve irfan sahibi olmak ve bütün bunlara her an diliminde şamil olmakla, gafil olmamak, uyanık durmakla mümkündür.
"Her kişinin harcı değildir, olamaz müeddebMümtâzdır er kişidir erbâb-ı edeb"
Ve Aziz Mahmud Hüdâyî demiş:
"Sakın dünyâya aldanmaAç gözün gafletten uyan"