Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

1 Aralık 2020 Salı

Zıtların Birliği ve Sevgi…


Evrende her şey iki kutupludur desek yeridir. Işık karanlık, neş’e hüzün, siyah beyaz, pozitif negatif, artı eksi…sevgi nefret, iyi kötü, erkek dişi. Bir çeşit zıtlıklar demekte mümkündür buna.

Ancak her ne hikmetse (!) zıtlıklar bir şekliyle bir arada, birlikte bulunma, bir araya gelme temayülündedirler. Elektrik fiziği ve manyetizma açısından bakıldığında; atom çekirdeği ve elektronlar arasındaki (zıt yüklerin) çekim gücü/cazibesinden tâ kütle çekimi sayesinde yıldızların birbirini çekimine bağlı denge ve düzene kadar bu projeksiyon yapılabilir.

Beynin bile iki lobundan her biri farklı işlevleri yönetmekle mükellef değil midir...

Sağ lob, beynin yaratıcı kısmıdır; görsel ve işitsel konular, sezgiler, hayal, san'at, estetik, anlam yükleme, görme ve duyma işlevleri yanı sıra, vücudun sol taraftaki organlarının yönetimini üslenir.

Sol lob, beynin mantık, matematik işlemleri, analitik düşünme, sebep-sonuç ilişkisi kurma, sayı ve somboller, kelimeler gibi işlevlerin yanı sıra vücudun sağ tarafındaki organları yönetmekle görevlidir.

Bütün olarak beyin bu şekliyle adeta zıtlıkları yönetir.
★★★
Bu cazibenin, bu çekim gücünün illiyetine ister cazibe, ister sevgi, isterse aşk deyiniz, fark eder mi ?

Sevgi de denilebilecek çekim gücü ile (madde düzeyinde) atom ve atom altı parçacıklar halindeki  zıtların bir arada tutulması tezahürü, daha yüksek organizasyonlu organizmalarda onların kabiliyet sınırları çerçevesinde tezahür eder.

Bitkilerde bu cazibe sonucu tozlaşma, meyve ve tohum oluşumu gerçekleşirken, builliyet hayvanlar aleminde ve insanda yeni nesillerin oluşumunu, sebep sonuç ilişkisi içerisinde ortaya çıkarır.

Bu bağıntıyı,  sevgi illiyetini, Muhyiddin İbnü’l-Arabî hevâ, hub, aşk ve vüd olmak üzere dörde ayırır. Ayrıca; tabii, ruhanî ve ilâhî sevgi tiplerinden bahseder. Ona göre tabii sevgi, hem insanlarda hem hayvanlarda görülür ki, canlıların yavrularını sevmeleri, şefkat böyledir. Ruhanî sevginin ise insana mahsus olduğunu vurgular. Buna göre, Allah’ın kulunu, kulunun da Allah’ı sevmesi ilâhî sevgi kaynaklıdır. Ve yine beşerî sevgiyi, ilâhî sevgiye ulaşmanın bir aracı olarak gördüğünden onun da önemli olduğundan bahseder. Yine Muhyiddin İbnü’l-Arabî'ye göre; maddî ve mânevî bütün varlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisinden ibarettir ve var olan her şeydeki güzellik O’nun “Cemîl” isminin bir yansımasıdır, güzele yönelik muhabbet de yine O’nun “Vedûd” isminin tecellisidir. Şu halde hakiki mahbub sadece “Hak”tır. Sevilen diğer güzel şeyler O’nun güzelliğini yansıttığından bunlara yönelik sevgi de aslında ilâhî kaynaklıdır.

İrfân ehli genellikle mutlak manada beşerî aşkı, ilâhî muhabbete geçiş için bir vasıta kabul ederler. “Sevgi benim dinim ve imanımdır” diyen İbnü’l-Arabî evrenin var oluş sebebi olarak muhabbeti görür. “Allah gizli bir hazine idim bilinmek istedim”, bunun için de âlemi yarattım buyurmaktadır. Bununla âlemin var edilmesi sebebi Allah’ın muhabbetidir. Arifler, mutlak gayb olan Hakk’ın evvela sevgi şeklinde tecelli ettiğini (taayyün-i hubbî,taayyün-i evvel) belirterek, buna “Nûr-ı Muhammedî”, “hakîkat-i Muhammediyye”, “akl-ı evvel” gibi isimler de verirler.

Bu tecellinin basamak basamak gayb âleminden şehâdet âlemine doğru saçılması ile muhabbet/sevgi bütün zerrelerine kadar mevcudata/varlıklara zerrelere sirayet ederej, onların var olma sebebini oluşturmuştur. Buna göre varlığın aslı muhabbet olduğundan insan ancak muhabbet yolunu izleyip Hakk’ı ve halkı severek Allah’ın yakınlığına erebilir, der Muhyiddin-i Arabi (bkz.Füsus).

İbn Arabi, Fütühat-ı Mekkiyye adlı eserinde, Allah’ı gerçekten sevip aşık olan kişinin alameti nedir ? sorusu hakkında şöyle buyuruyor:

“Allah’ı gerçekten sevip aşık olanların kalplerinde bir yarılma ortaya çıkar. Böylelikle kalplerin nuruyla Allah’ın Celal’ini görürler. Onların bedenleri dünyevî hale gelirken ruhları perde, akılları semavîleşir. Bunlar meleklerin safları arasında dolaşır, yakîn üzere o işleri müşahede ederler. Cennetini arzulayarak ya da ateşten korkarak değil, O’nu severek güçleri ölçüsünde O’na ibadet ederler.”

Mevlana Celaleddin-i rumi ise Fîhi Mâfih adlı eserinde:
“Bütün yaratıklar nebiler ve velilere nispetle gövdeler gibidirler. Onlar ise alemin kalbidir. Önce onlar o alemde dolaştılar, beşerilikten, et ve deriden kurtulduktan sonra, hem o alemin, hem de bu dünyanın altını üstünü öğrendiler; menziller kat ettiler. İşte böylece bu yolun nasıl bilineceğini öğrenmiş oldular; sonra da gelip insanları: ‘O, aslî olan aleme geliniz. Çünkü burası haraplık alemidir. Yokluk sarayıdır. Biz güzel bir yer bulduk. Size bildiriyoruz.’ diye davet ettiler. İşte bu yüzden ruh, bütün hallerde, sevgili ile beraberdir” demiştir.

Muhabbet ve irfân ehli insanların, farklı cephelerden sevgi ve aşkı tanımlamalarına, anlatımlarına çeşitli kaynaklarda  rast gelmekteyiz.

Muhabbetin iradeden daha ileri düzeydeki bir istekten kaynaklandığı, akılla ve öğrenim ile oluşamayacağını, ancak Hakk’ın bir lutfu olduğunu; nimeti görmekten kaynaklanan, ya da nimeti vereni temaşadan hâsıl olduğunu ifade eden izahlar mevcut...

Bu babda muhabbet, sevgi manasınadır, sevginin coşkulu şekli ise “aşk” tır. Aşk; sevenin iradesi dışında coşkun derecede ortaya çıkan yoğun sevgiyi ifade eder.

Sevgi ve aşk denilen duyguların, Allah’tan başladığı, ve mahlukata ve insana doğru sirayet ettiği ifade edilir. Sevgi, ya’ni muhabbet kalpte/gönülde ortaya çıkan bir duygu olup, gönlün sahibi ise Hakk’tır.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu husustaki âyetlerde bu açıkça beyân edilir:  “Allah onları, onlar da Allah’ı severler” (Mâide sûresi, 54).

"Rabbinizden mağfiret dileyin; O'na tevbe edin; doğrusu Rabbim merhamet eder ve çok sever." (Hûd sûresi, 90)

Çok bağışlayan, sevgisi geniş, arşın sahibi, şanı yüce ve dilediğini yapan yalnız O’dur.(Bürûc sûresi, 14-16)

“İnsanlardan kimileri vardır ki, Allah’tan başka bazı varlıkları Allah’a denk tanrılar sayar da bunları Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler. Keşke zalimler -azapla yüz yüze geldiklerinde anlayacakları gibi- şimdi de bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu anlasalardı! “ (Bakara sûresi, 165)

“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (Al-i İmrân sûresi, 31)

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecektir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah’ın lütfu geniştir; O, her şeyi bilir.” (Maide sûresi, 54)

Diğer bazı âyetlerde Allah sevgisinin bütün sevgilerden daha güçlü olması gerektiği (Bakara sûresi, 165), Allah’ı sevmenin başlıca alâmetinin Peygamber’e bağlılık ve onun yolunu izlemek olduğu (Âl-i İmrân sûresi, 31) bildirilmekte ve Allah’ı seven, Allah’ın da kendilerini sevdiği kulların müminler karşısında alçak gönüllülüklerinden, inkârcılar karşısında onurlu duruşlarından övgüyle bahsedilmektedir (Mâide sûresi, 54).

Kur'anda; Allah’ın kullarını çok sevdiği, O’nun takvâ sahiplerini, iyilik severleri, maddî ve mânevî temizliğe önem verenleri, tevekkül ehlini, sabırlı davrananları, adaletli olanları, kahramanları, Hz. Peygamber’e uyanları sevdiği vurgulanır.

Buna karşılık; inkârcıları, zulüm ve haksızlık yapanları, günahlarda ısrar edenleri, böbürlenip övünenleri, büyüklük taslayıp gerçeklere karşı çıkanları, nankörleri, hainleri, aşırılığa sapanları, şımarıkları sevmediği bildirilir.  

Sevginin insana nisbet edildiği âyetlerde Allah sevgisi, iman sevgisi, müminler arasındaki sevgi gibi sevgi türlerinden övgüyle söz edilmekte, buna karşılık insanın dünyaya, mala mülke, geçici hazlara aşırı düşkünlüğü, hak etmediği halde övülmeyi ve çirkin olan şeyleri ifşa etmeyi sevmesi eleştirilmektedir.

Hadis-i şeriflerde de bu vurgulanmaktadır.
“Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım, bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım, bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim” 

“Amellerin en üstünü Allah için sevmektir”, “Sevdiğini Allah için sevmek, yerdiğini de Allah için yermek imandandır”,

“Benim için birbirini sevenlere, benim için bir araya gelenlere muhabbetim vâcip olmuştur”.

“Sizden biriniz kendisi için sevip istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş sayılmaz”.

“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız”.

Yine bir hadiste, Allah için birbirini seven ve bu sevgiyle buluşup bu sevgiyle ayrılanlar mahşer gününde Allah’ın özel konukları olarak ağırlanacak yedi zümre içinde gösterilmiştir.

Bu hadislerde iyilik severlik, hoşgörü, yumuşak huyluluk, kolaylaştırıcı olma, kusurları örtme, hayâ, iffet, zâhidlik, takvâ ve güzel davranma Allah’ın sevdiği meziyetler arasında zikredilir.

Gazzâlî sevgi hakkında özetle şöyle der; “insan kendini, kendisine iyilik yapanı, iyilik sever kimseyi, güzeli ve âhengi sever. Bu yönden sevilmeye en çok lâyık olan ise Allah’tır. Çünkü kendini ve kendisine iyilik yapanı seven bir insanın ona varlığını veren, gerek ona gerekse herkese bol bol iyilik yapan rabbini sevmesi gerekir. Ayrıca güzeli seven insan kendisi iyi ve güzel olup bütün iyiliklerin, güzelliklerin yaratıcısı olan Allah’ı da sever".

Sonuç olarak sevgi bütün makamların vardığı son noktadır...Hesapsız, ivazsız, garezsiz, çıkarsız Allah için sevenlerden olabilme niyâzı ile...