Kandilleri yoktu, amma kendileri kandil idi, hem de tükenmeyen "zeyt yağı" ile "alevsiz ışık" veriyorlardı...
"Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir." (Nur suresi,35.ayet)
Karanlık değildiler, hem aydın hem de aydınlık idiler, uğraşları karanlıkları aydınlatmaktı...
Yanlarında kitapları yoktu, çünkü kendileri kitaptı...
En iyi bildikleri şey ise gönüllere hitaptı...
Kendi gönüllerindeki defineyi çıkarmayı öğrenmiş, dünyadan âlemlere kenz-i mahfi ile doğmuşlardı...
Ab-ı hayattan içmişler, havz-ı kevserde yüzmüşlerdi...
Terk-i edebden sakınarak her şeyi terk etmiş, sonunda terki de terketmişlerdi...
Terki taleb edene ise "ben" dağlarının ötelerini işaret etmişlerdi...
Dünya zenginliği ile avunanlara, dünyayı terkedenin zenginliğini göstermişlerdi...
Rahatı, konforu ve miskinliği ellerinin tersiyle itmişlerdi...
Çalışmayı, gayreti ve karşılıksız vermeyi ahlâk edinmişlerdi...
Sâhib'ül ilm ve edeb'den ilmi ve edebi, sebeb-i hilkat-ı kâinât ve maye-i mahlukattan aslî hakikatlerini; ebu'l-Ervâh'ın ruhlarının ceddi olduğunu, sahib'ül huluk'il azîm habîbi kibriyâ'dan güzel ahlâkı, ahsen-i takvimi, hasıl-ı kelâm insanı öğrenmiş ve tanımışlar idi, Yesi'den yola çıktıklarında ...insanın "zübde-i âlem" olduğunu bilerek davranacaklardı !
Galip Dede bir beytte şöyle diyor;
“Hoşça bak zatına kim, zübde- i âlemsin sen,
Merdûm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen”
“Kendine dikkatli bak ki, sen âlemin özüsün. Kainâtın göz bebeği olan insansın sen!”
Ez-cümle; gayeleri insana insanı tanıtmak öğretmekti, yaşayarak yaşatmak idi insanı...
"İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın"
diyen Edebali'leri,
"Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için
Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim" diyen Yunus'ları,
"Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar
Gül alır gül satarlar
Çarşı pazarı güldür gül"
diyen Seyyid Nesimi'leri yetiştiren irfan sahipleri idiler...
Sabrı bir ismi de "es Sabûr" olan yaratıcıdan öğrenmişlerdi, kimsenin hakkı kimsede kalmıyordu, ne kadar da sabırlı idi, okuyorlardı..
Güzel ahlâkı; âyât-ı enfüs, âyât-ı afak, enbiya ve ehl-i ulum'dan okumuş, yaşayarak öğrenmişlerdi...
Sırların; şecaat, fazîlet ve irfân sayesinde gün yüzüne çıkacağını tedris etmişlerdi.
Dünyanın âlem-i sagir, insanın ise gönlü ile âlem-i kebir olduğunu farketmişlerdi.
Aydınlık, karanlığı kovmaya gelmişti anadoluya, Malazgirt kapısından girerek...
Adalet zulme galebe çalmış, nefretin yerini sevgi almış, karamsarlık girdabında boğulmak üzere olanlara, ümid can simidi atılmış idi...
Parya olanlar hürriyeti tatmışlardı sayelerinde...
Yetime, düşküne, gurebaya, acize, miskine arka, hastaya ecza olmuşlardı...
Zalimin, facirin, hadsizin, edebsizin hasmı idiler...mazlumu ezen tokmağı zalimin elinden alan idiler...Gönülleri fethetmek için maşrikten mağribe yol aldılar; dur durak bilmeden...
Sıcak yatak, mükellef sofra, süslü kaftan özlemleri yoktu onların !
Gönüller feth etmekten başkaca emelleri de yoktu.
Her biri bir kandil yakıyordu, karanlık zihinlerde; karışık gönüller, onlar ile duruluyordu...
Arı ve duru idiler çünkü...!
Ve insanları arı-duruluğa davet ediyorlardı.
gönüller yapıcısı Hacı Bektâş-î el-Horasânî (din çerağı, imân nurunun yağı) "Makâlât"ta insanlıktan uzaklaştıran huyları şöylece buyurmuş:
"Maskaralığı dileyen gülmeyi sever. Gülmeyi dileyen çekiştirmeyi sever. Çekiştirmeyi dileyen öfkeyi sever. Öfkeyi dileyen açgözlülüğü sever. Açgözlülüğü dileyen kıskançlığı sever. Kıskançlığı dileyen hased etmeyi sever. Hased etmeyi dileyen büyüklenmeyi sever. Büyûklenmeyi dileyen vücudunu sever. Vücudunu dileyen nefsin istek ve arzularını sever. Nefsin istek ve arzuları dileyen nefsini sever. Nefsini dileyen şeytanı sever ve şeytanı dileyen Yüce Allah’ı sevmez.
Zira zikredilen yukarıdaki bu on iki fiil, işte bunlar birbirine vekildir. Bu on iki fiile de şeytan vekildir. Ne zaman ki bu on iki fiil yıkılıp yerine (iyi olan) on iki nesne yapılmayınca, kul olduğunu söyleyen kişiye Allah’tan yana yol yoktur. Çünkü bu on iki türlü fiil, hem marifetin ve hem imanın düşmanlarıdır. Akıl kumandanının şeytan kumandanını yendiği bunlarla bilinir. Bu nesnenin belirtisi odur ki, can, ruhânî işreti sever. Ruhânî işretin alameti serbest olmaktır.
Noksan sıfatlardan beri olan Yüce Allah buyurur ki: Üç kişi üç nesneye dayandı. Benlik davası güttü, sonunda helak oldu.; şeytan, firavun ve kârûn..."
Helak'e sebep olanların terkini, terketmeyenleri ise bekleyen akibeti nasıl da özetliyor ehl-i hükema...