Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Eylül 2022 Cuma

Cem'iyyet...

 

Bir cem'iyyetki
Şu kadar kişidir
Her biri
yekdigerini bilir

Delisi var, huysuzu var
Kâmili nâkısı var
Âkîli, divanesi
Mecnûnu leylâsı var

Tülûat san'atkârı
Tezkiyesi olmayanı
Maskesiz dolaşmayanı
Kokmaz bulaşmazı da var

Neyse odur tabiatlar
Değişir mi hiç fıtratlar
İslimi önden gelenin
Varlığını is ispatlar

29 Eylül 2022 Perşembe

Mühim biri ya da hiç...

 

Hikâye bu ya ! 
Bilgeye  bir zât sormuş: 
“Kimsin ?”. 
“Mühim biri değilim, hiçim,” demiş. 
Bu sefer bilge sormuş 
“Peki sen kimsin?”. 
Kibirlenip, göğsünü gererek 
“Kaymakamım” demiş. 
Bilge:
"Sonra ne olacaksın?” diye sorunca    “Vali olacağım” demiş. 
Peki ya sonra: 
“Bakan...”, 
daha sonra: 
“Başbakan”. 
Bilge:
“Peki, ondan sonra ne olacaksın?” deyince, adamcağız yükselebileceği bir makam kalmadığından omuzunu silkmiş ve:
“Hiç” demiş. 
Bunun üzerine Bilge:
“Bre ademoğlu, niye kibirleniyorsun ki, senin yıllar sonra geleceğin mevkideyim işte, “Hiçlik makamındayım” demiş. 
Profesör ünvanını yeni alan hocayı tebriğe giden kıdemli ve yaşlıca bir profesör:
"Tebrik ederiz yeni ünvanını, hayırlı olsun, bundan sonra iki aşama kaldı..."  deyince hedeflediği en son ve üst titri almanın rehavetine teslim olmuş olan taze Prof merak ve hayretle:
"Ordinaryüs Prof'luk artık yok ağabeyim, kıymetli hocam" deyince:
"Allah ömür versin, bir sonraki ünvanın, yaftan; sana emekli Profesör diyecekler, sonrakinde de rahmetli Profesör derler..."
İmkân ve ihsan ham ervahın maskelerini düşürür, testiden sızanı görünür kılar der irfân ehli...
Dünyâlıklara kul olanların yekûnunden imkân ve ihsan darası  düşüldüğünde tartıda sadece bir avuç değersiz tükenmişlik kalır, görene...
İmkân ve ihsan ile lezzet ve izzet bulduğunu zannedenler, ego anaforuna kapılarak zillet yükü altında paspas olduklarını farkederler mi acaba ?.
Derler ki, mekânın ve makamın şerefi onda mukîm olana bağlıdır,  mekânı şereflendirip azîz eden de, yahut tersine zelil kılan da kişidir...ki vücûd mekânı da öyle !
İnsanların gerçek (iç) yüzlerini görmenin en kestirme yollarından birisi haketmediği dünyalık bir imkân ve ihsan görünce sergiledikleri davranışlardır. Eğer bir insan bir imkân ve ihsana kul olabiliyorsa aldanmıştır, akıl tutulması ve vicdanın körelmesi ile seyreden bu durum ise insan içün en büyük kayıptır.
İnsan bir diğer insanın imkân ve ihsanına kul olmaz, olmamalı...
Meselâ kediler içün nankör derler, ancak irfânımıza göre kedi rızık veren insan elini görmez aksine Rezzakı/rızık sahibini görür, rızkını Allah'tan bilir, ancak onu öyle görenler eyvallahsız gibi davrandığını zannederler...
Mühim makamları mühim insanlar doldurmalı ki makamın izzeti zarar görmesin, muhtaçların haceti giderilsin, karşılıksız hizmet üresin...
Eğer kişi “Benlik makamı”ndan ses veriyorsa; insanlık mertebesinin/derekesinin en altındayım demek istiyordur...

Halbuki varlık vehmi şirktir, buna karşılık, fani olmaklığının idrakiyle “hiçlik makamı”nı hâl edinen kul makbuldur. 
Kişi gelip geçtiği dünyada fani olduğunu unutmaksızın ve idrakinde olarak hayat sürüyorsa "insan"lığını korumuş, hoşnut olunanlardan olmuş demektir...

Vesselâm...

28 Eylül 2022 Çarşamba

Habbeyi kubbe yapmak...


Kadr ü kıymet bilmezlere
Harcanmazki kutsi nefes
Dünyada tepinenlere
Bu dünya altından kafes...

Hikmetten nasibsizlere
İnciyi boncuk bilene
Deyip de geçmeli"Selâm"
Cehl-i mürekkep ehline

Ni'mettir zaman ve mekân
Kıymettir âlemde insan
Habbeyi kubbe yapandan
Usandık ya Hû el-aman

27 Eylül 2022 Salı

Kısır toprak bile...

 

En kısır topraktan bile
Hayat fışkırır...

Tohum ve yüz çeşit madde
Sular ile yoğurulur...
Neş'et eder binbir can...
Günden taraf doğrulur...

Ve;
Neşvünemâ eyler
Gül-i gülistan, bağ ü bostan...

İkrâmı
Envâ-î çeşit;
Renk, koku, lezzet ve tad...
Doyarlar ömür boyu
Cem-i cümle mahlûkat...

26 Eylül 2022 Pazartesi

Aşıran aşırana !

Aşıran aşırana !
N'oldu bu insanoğluna,
Küçük büyük demeden
Fırsat buldukça, aşıran aşırana...
Bir de ardı sıra 
Helalden haramdan dem vurana...

Aşıran aşırana !
Kuvveti nispetinde...kaldırabildiği kadar
Kılıfı ne kadarsa, minaresi de o kadar

Aşırmalar;
Kırıntıyla başlar önce, sonrası yaman
Kimi okka götürürken, kimisi batman
Kimi mesaiden çalar, kimi kağıttan
Kimi de dönerinden, hiç çaktırmadan...

Aşıran hırsız da, ya fener yutan
Göz yuman, el atan, lafını yutan
Sonra da ehli namus gibi davranan...

Öyle ya !
Bozacının şahidiymiş şıracı
Hem niyâz ehli, bir de duacı
Aşırana göz yummacı, ve dahi yardımcı...

Aşıran aşırana !
Koparabildiği kadar
Bir de hırsız içerden ise
Kilitle, kilitleyebildiğin kadar !
Kilit üstüne kilit vursan, ne yazar !

İnsan bu !
Ufaktan ufağa azar...
Kimi ömürden, kimi maddeden, 
Kimi de mânâdan çalar...
Kimi de hayıflanır, avucunu yalar !

25 Eylül 2022 Pazar

Denî adem ve usanç...


Sürûr üzre hizmetimiz
Muhlisedir himmetimiz
Çalışmak bize ibâdet
Biz gönüllere talibiz

Deryâları dolaşırız
İnci mercândır avımız
Hikmet bizim azığımız
Müdriklere ikrâmımız

Katreyi deryâ saymayız
Denî dünyâyı takmayız
Haktan sapmaz terazimiz 
Hadsizleri hiç tartmayız

Ehl-i nefsten melâlimiz
Cefâsını hep çekeriz
Kötü huyla cidâlimiz
Onunla hep ceng eyleriz

"Ben" diyenden, usancımız
Hakk'a ait, kazancımız
Masal hiç değil, pendimiz
Fail-i Mutlak, bendimiz

Kul takdirine bakmayız
Hakk hakikat payandamız
Vicdanımız yoldaşımız
Bahâdır kelâmlarımız

Lâf-ı güzâfı sevmeyiz
Boşa lakırdı etmeyiz
Allah hakkı üçtür deyu
Dördüncüde affetmeyiz

İblisle yarış etmeyiz
Ona hiç kulak vermeyiz
Sırça köşkte yok gözümüz
"Kûy-i yâr"dedir gönlümüz

Ey sükûnu cidâl olan
Ey neş'esi melâl olan
Ey cefâdan lezzet alan
Melâlimiz denîyyatdan

Kibre kibir sadakadır
Özümüz "ben"den uzaktır
Mütâbaat sadakattir
Sırat-ı müstâkim haktır

24 Eylül 2022 Cumartesi

Liyâkat, ehliyet ve fasulye...

Ehliyeti uçuran balonlar ya patlarsa...
İnsanlar gerek kendisi, gerekse yakın çevresi ve içinde yaşadığı toplum için; yap(a)madıklarıyla da yaptıklarıyla da, söyledikleriyle de, söyle(ye)medikleriyle de hem güne hem de geleceğe olumlu yahut olumsuz ma'nâda tohum atar, zemin oluşturur, kayıt düşer, iz bırakır; böylece bir nev'î, istikbâl(ler)ini, kader(ler)ini belirler(ler).

Bugün dünki, yarın bugünki, istikbâl mazide ekilmiş meyvelerin hasat edildiği zamanı yaşar, idrâk eder insan...o yüzden zaman tarlasında kendi yetiştirdiği acı ya da tatlı meyveleri devşirdiği idrâkiyle ve ona göre bir yol çizmeli kendine insan.

Cengiz Han'a atfen bir söz var, mühim;
"Sakın bir çiviyi küçümseme. Bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir komutanı, bir komutan bir orduyu, bir ordu koca bir ülkeyi kurtarır"

Paslı bir çivi de bir nalı düşürebilir, nal atı, at komutanı, komutan orduyu...

Nasıl ki, gömleğin bir düğmesi yanlış iliklendiğinde geri kalanlarını doğru olmayan ilik karşılıklarına mecbur bırakıyorsa, toplumdaki bir kişi bir çok kişiyi, bir durum bir çok durumu, bir an bir günü belki yılları etkiliyebiliyor ve mecrâ değiştirtebiliyor...

Tavşan tersi gibi kokmaz/bulaşmaz, kedi tersi gibi lâzım olunca işe yaramasın diye götürüp denizin ortasına yapanlar, kendini kuru fasulyeden ni'met (haşa fasulyeden, veciz olduğu içün kullanıldı) sayanları, kendini alternatifsiz zannedenleri, kedi iken aynada kendini aslanmış gibi seyredenleri,  bir iğne dürtmelik havası olan şişmiş balon gibi kibirli dolaşanları..."kerameti kendinden menkul" asalakları gördükçe, insana ve sarraflarına daha çok ihtiyacımız olduğunu anlıyor insan.

Ahlâk ve edepten yoksun, kendini beğenmiş ve vazgeçilmez tek zannedenlere sadece ve sadece ehliyeti sebebiyle fırsat ve imkân vermemek gerektiğini öğretiyor insana akmakta olan zaman...

Liyâkat önemli tabiki, ancak her ehliyet sahibi de liyâkatlı mı diye iyice irdelemeden, imkân ve fırsatlar sunulmamalı...

Değilse, ayaklar hemen baş olmaya yelteniyor, ağırdan almaya, ağırdan satmaya başlayıveriyorlar...

İnsanlık tarihi adam müsveddelerinin hikâyelerini de yazıyor, "adam gibi adam"ların da...

Bir kaşık suda fırtına koparan hatta boğulanları da biliriz, kasırgaların kökünden sökemediklerini, kulaç atıp derya geçenlerini de gördük, biliriz...göstermelik ve hesaplı ucuz bir kahramanlık gösterisinin kaymağını elli altmış sene boyunca yiyenleri de iyi tanırız...uzun soluklu çaba ile kazanılan güven ve itibarılarını, bir anda harcayanlara da rastladık...

Köprüyü geçene kadar kedi, karşı kıyıya varınca aslanmış gibileri de unutmuyoruz...umursamıyoruz !

Kibre ve kendini beğenmişliğe bizim dükkânda yer yok, terazimiz insanı insanlıkla tartar, değilse başka kapıya !

Hayat ve içindekiler, ehliyet, faaliyetlerimiz, ilişkilerimiz ve sair...hepsi emanetimiz, egoist yaklaşımlara feda edilemez, emanete hiyanet ise affedilemez.

Ahlâk ve edeb ehliyeti kaplamıyorsa, ehem ve mühim idrâk edilemiyorsa, bu gibiler bizden üç adım geride dursun...

Hülasa-i kelâm; küçük adamlar hesaplarında boğulmamaya dikkat etsinler, fedakâr ve önder  insanlara sâye etmesinler, eteklerinde namaz kılınan tahir giysilileri şahsi menfaatleri içün kullanmasınlar, bilsinlerki onların sâye(gölge)leri bile çoğu kez yeter de artar, unutmasınlar !

Bazıları; şan dersinden geçemeyenler, üst perdeden, baritondan, seslenilmeden anlayamıyor, kendi tenor sesini bariton zannediyor !

Çoğu kez susuyorsak, hoşgörüyorsak, görmezden geliyorsak, zamana bırakıyorsak; kemâlimizdendir, akl-ı selimimizdendir, edebimizdendir, uzgörümüzdendir, sakın ha saflığımızdan zannedilmeye !

Cemâlimizin celâli de var, vesselâm !
Bir fıkra ile mevzuyu sonlandıralım;
Tavuklardan korkup kaçan bir deli meğer  kendini darı zannediyor, nerede tavuk görse köşe bucak kaçıyormuş.

Akıl hastanesine tedavi içün yatırılmış, tedavisini yapan hekim iyileştiğine kanaat getirip, hastaya sormuş:
-Artık darı olmadığını anladın değil mi evlâdım.
-Evet, darı olmadığımı iyice anladım doktor bey, ben darı değilim.

Bu cevabı alan hekim taburcu işlemlerini başlatır, hasta taburcu edilir. 
Bir zaman sonra aynı kişi kan ter içinde koşarak hekime gelir ve telaşla:
-Doktor bey,  ben darı olmadığımı artık biliyorum da bundan tavukların haberi var mı ? Sormayı unutmuşum !
Her gördüğünü yiyebileceği darı zanneden tavukları da akıl hastanesine göndermeli mi, ne dersiniz !?

23 Eylül 2022 Cuma

Kibir evine girmeyegör...

İnsanın;
Tutarsın elinden verirsin imkânı
Cüceyken dev sanır kendini...el insaf
Himmeti ne bilsin kibr kumkuması
İyi niyeti de istismâr edermiş insan

İnsan;
Dönüp de bir maziye baksa da şöyle
Kendini fasulyeden nimet saymadan önce
Ne oldum demese de, neler olacak diye gözlese
Meğer ben neymişim demeden önce

Tecrübedir ki;
Kimini itibar, iltifat, övgü şımartır
Ayağı yerden kesilir de havalarda dolaşır
Gün gelir, öyle bir şamar atarki kader
Kanadı kırık kuşlar gibi ortalıkda bırakır

Ey insan;
Güvenme bilgine, varına, aklına
Kaderin yaşanacak bir gaybı vardır
Vermeyi bilen almayı da bilir yarına
Kibir evi rezaleti çok hızlı çağırır

22 Eylül 2022 Perşembe

Ve "İnsan"....


İnsan "insan"a yakışanı (fırsatı/imkânı olmadığı durumda) yapamadıklarından değil, bilip/görüp/duyup da yapmadıklarından sorgulanır !
İnsan hatadan münezzeh ve müstağni değildir, mükemmel hiç değildir...tekrarı ise sorumlu kılar...
İnsanı et-kemik-deriden ibaret gören bir yerde medeniyyetten söz edilemez.
İnsan için dıştaki şeytan, damarlarda dolaşandan çok daha tehlikeli bir düşmandır.
İnsanı özünde ara, o kılığında, et-kemiğinde değil...
İnsan melekten üstün de olabilir, (münafık ise) şeytandan aşağı da olabilir...
İnsanın hedefi ve ölçüsü güzergâhını belirler...
İnsan iyi ve müspet bir iş yapmayacaksa, otursun oturduğu yerde
Egodan ibaretmiş gibi dolaşan bir insanın ego heykeli yıkılsın geriye hiç kalır...,
Yeryüzünde modası geçmeyen tek şey insanlıktır.
Her şeyin sahtesi kötü de, insanın sahtesi en kötüsü...
Dünyadaki insanî sorumluluktan deliler ve ölüler muaftır.
İnsan sorun üreten değil, çözüm üreten olmalıdır.
İnsanın sürekli olarak özür şemsiyesi altına sığınması, kişiyi sorumluluktan kurtarır mı ?
Özür yaklaşımı süreklilik arz edip karakter haline gelmişse, sakın sorumluluğu üstünden atmak ya da kaytarmaktan kaynaklanıyor olmasın...
İnsan hiç olmazsa saçı ve sakalının ağarmasından hayata dair bir ders çıkarsa ya !
İnsana vicdan ve merhameti kadar değer biçmeli...
İnsana akıl yedekte tutulması için verilmedi.
İnsan aklını sadece dünyalıkları için çalıştırıyor da nalıncı keseri gibi sadece kendi tarafına yontuyorsa, işi mezara kadardır, ya ötesi !
İnsan evreni okuyup bilip tanıdıkça kendi hakikatini daha iyi anlayacaktır.

21 Eylül 2022 Çarşamba

Peşrev çekmek ve peşrev icrâsı...



(Foto kaynağı dipnotta *)
Peşrev kültürümüzde iki ayrı alanda kullanılan bir terimdir. 
Birisi güreşte, peşrev çekmek tabir edileni, diğeri ise Türk mûsıkîsinde fasılların ilk eseri olarak icrâ edilen forma verilen isim...

Pehlivanların güreşten önce yaptıkları peşrev, ısınma ve kültür-fizik hareketleri olup, güreşe ve oyunlara motivasyonu sağlayan, aynı zamanda da seyircinin güreş öncesi göz zevkini okşamak amaçlı bir hazırlığa verilen isimdir.

Pehlivanlar güreş meydanında; güreşe tutuşmadan önce ellerini çırpar, kispetlerine vurur, sıçrayarak er meydanında dolaşır, meydanın orta yerine gelir güreşe başlamak üzere diz kırarak sol diz üzerine çöker, sağ elini önce yere, sonra dizine, dudağına ve alnına sıralı olarak üç defa dokundurarak  temennâ ederler ve ardından da “Hayda bre pehlivan” nidasıyla ayağa kalkarlar. Peşrev çekmek esnasında bir yandan da pehlivanlar birbirlerini süzerek, karşılıklı paçaları yoklayarak, sırtları sıvazlayarak ve kucaklayıp silkeleyerek tartarken, arada bir birbirlerine el ense çeker ve hasımlarının kuvvetini de yoklarlar.
"Peşrev esnasında tokalaşan ve peşreve devam eden pehlivanlar, ikinci kez meydanda tekrar karşılaştıklarında sol elleriyle rakibinin kasnağından tutarlar, sağ elleriyle de rakibinin sağ paça şirazesine dokunarak ellerini dudaklarına ve sonra da başına götürürler. Sonrasında bu hareket tersten yapılır, yani sol elle sol paçanın şirazesine dokunularak eller dudaklara ve başa götürülür. Bunlar yapılırken iç tarafta kalan ayaklar yan yana getirilir.
Bunun üç manası vardır. 
Birinci manası: “Pehlivanlıkta, insanlıkta, senin ayağının tozu olamam! Senin benimle güreşi kabul etmen benim için en büyük şereftir” demektir.
İkinci manası: Rakibinin en büyük silahı olan paçalarının sağlam bağlanıp bağlanmadığını kontrol etmektir. Yağlı güreşte paçaların sıkı bağlanması çok önemlidir. Çünkü hemen hemen bütün oyunlar paçalardan alınır. Eğer paçalar sıkı bağlanmazsa pehlivan için çok tehlikeli olur. Böylelikle rakibinin en önemli silahının çalışıp çalışmadığı kontrol edilir.
Üçüncü manası: Kasnağı tutmakla “Ele, bele, dile ihanet olmaz!” fermanına uyulacağı ve rakibinin namusunun kendi namusu olduğu kabul edilmektedir.
Şirazelerde selamlandıktan sonra pehlivanlar tekrar ayrılırlar.
Çayırda kispetlerine vurarak dolaşan pehlivanlar birbirlerine doğru yaklaşırlar ve tokalaşırlar. Bu ise “Benden sana zara gelmez, güreşimiz mertlik, pehlivanlık kuralları içinde olacaktır, sana söz veriyorum” anlamını taşır. Tokalaşmanın ardından peşreve devam edilir.
Pehlivanların gözü daima hasmındadır. Ondan işaret gelince üç adım geri ve üç adım ileri attıktan sonra sağ dizleri üzerine çökerek sağ elini toprağa dokundurup üç defa dizine, dudaklarına ve başına götürüler. Hatta bazıları bu esnada çayırdan ot kopararak ağzına alır ve ısırır.
Üç adım geri gitmek “Hak”, “Adalet” ve “Aşk” karşısında boynumuz kıldan ince, üç adım ileri gitmek de hedefimiz ve amacımız “Şehitlik, “Hakkın Rızası”, “İnsanların Duası” manasındadır.
Sağ diz üzerine çökerek sağ eli toprağa dokundurup üç defa dize, dudaklara ve başa götürme ise “Ey pehlivan, gücün ve ustalığınla mağrur olma! Topraktan geldin, yine toprak olacaksın, sahip bulunduğun nimetlerin hesabını vereceksin, gücün, ustalığın, malın, rütben, sende emanettir, sana ihsandır ve bunlar mesuliyet demektir. Sahip olduğun bu üstünlükleri hak yolunda kullanıp kullanmadığının hesabını vereceksin!” anlamındadır."(*)
İnsan ilişkileri içten ve samimi değilse, kişiler göründüğü gibi değilse, temannâ ile başlayan görüşmeler peşrevle devam ediyorsa, hatta ardından elense ya da tek/çift paçayı kaptırmakla sürüyorsa, kaçak güreşiliyorsa...!

Her ne kadar dış görünüşte bireyler arasındaki ilişki tatlı rekabet gibi görünüyorsa da, nizâmi güreş yerini arkadan dolaşmaya, sinsice yaklaşmaya, kuraldışı dalmaya bırakmışsa, insanlık en değerli emanete "insanlığına" hiyanet halindedir denilse yanlış olmaz değil mi ?

Keşke diğer spor branşlarında ve spor dışı bütün rekabet gerektiren iş ve işlemlerde, özel ve tüzel kuruluşların faaliyetlerinde, yukarıda pehlivanlarla ilgili olarak anlatılan manidâr ritüeller, şuurlu bir şekilde yaşansa, yaşatılarak nesilden nesile aktarılabilse...
Gelelim Türk mûsıkîsinde icrâ edilen peşreve;
Saz eserlerimizde en büyük form peşrev’dir. Türk mûsıkîsinde "Fasıl" adı verilen takımda ilk olarak daima Peşrev icrâ edilir. Klâsik Fasıl; Peşrev, Beste, Ağır Semai, Şarkı, Yürük Semai ve Saz Semaisi olarak sıralanır.

Peşrevler dört haneli olarak bestelenmiş formlardır. Birinci hane makama giriştir. Makam dizisinin seslerinde dolaşıldıktan sonra teslim hanesine geçilir. Teslim hanesinde makam dizisinin sesleri kullanılarak durak-karar yapılır. İkinci hanede ise yakın makam dizilerine geçkiler yapılır. Tekrar teslim çalınarak üçüncü haneye geçilir. Üçüncü hanede asıl makam dizisinin dışına çıkılarak değişik ses ve diziler kullanıldığı “Meyan”  kısmı icrâ edilir. Meyan’da genellikle tiz seslerde dolaşılır. Tekrar teslim hanesi çalınarak dördüncü haneye geçilir. Dördüncü hane asıl makam seslerine dönüşü sağladığı gibi, değişik geçkiler de yapılabilir. Bu bölüm sonunda da teslim hanesinin icrâsıyla peşrev tamamlanmış olur.

Fasıl, koro veya bir solistin programı öncesinde ise genellikle peşrevin sadece birinci hanesi ve teslimi icrâ edilir...
Zurna ile peşrev çalınır mı çalınmaz mı tartışmaları ilgili/ilgisiz kimi çevrelerde zaman zaman bahse konu edilir...

Orta asya kökenli olup bugün bir çok coğrafyada kullanılan bir enstrüman olan zurna bizde mehteran takımı başta olmak üzere, düğünlerde, karşılama ve uğurlama törenlerinde kullanılan folklorumuzun ayrılmaz bir parçası olmuş...

Bahsetmeden geçmeyelim, kültürümüzde zurna ile ilgili bir çok söz de serdedilmiş ki, bir kaçı şöyle;
‘‘Zurnanın son deliği’’, "Zurnanın zırt dediği yer", "Zurna ile peşrev olmaz", "Zurnacının karşısında limon yenmez" gibi...
Zurnanın yan taraflarında şeytan delikleri denilen hava delikleri vardır. Bunun dışında yukarıdan aşağıya yedi deliği vardır... En alttaki son delikten, aceminin elinde ya berbat bir ses çıkar, ya da hiç ses çıkmaz..

Zurnanın zırt dediği yer  ise şöyle; zurnanın kamış bir ağızlığı var, zurnazen kamışı ıslatmazsa kurumuş kamıştan ses alamaz, ıslattığı kamışı çalma kıvamına getirmek ve ses almaya hazırlamak maksadı ile arada bir üfler, eğer "Zırt" sesi çıkarsa, bu zurnanın çalmaya hazır ve akordunun tamam olduğunu gösterir...

"Zurnanın zırt dediği yer" ve "zurnanın son deliğinden"  hazır söz açılmışken, gelelim zurna ile peşrev çalınıp çalınmayacağı mes'elesine... 

Şöyleki, zurna, üflemesi zor bir enstrüman...diğer yandan peşrev icrâsı da Türk mûsıkîsine hem vakıf olmayı, makam seyrini bilmeyi, hem de makamların arıza(diyez ve bemol) larını "koma" değeri ile üflemeyi gerektirir ki, bu nüans sesleri 7 delik ile ve oktavlarını da kapsayacak şekilde üfleyebilmek çok ileri derece teknik ve ustalık ister.

Ancak usta bir Zurnazen dudak ve parmak mahareti ile pekala peşrevleri ve sair saz eserlerini, farklı makamları icrâ edebilir.
Şimdi buyrunuz, muhteşem bir taksimi usta bir zurnazenden dinleyelim:


Gerek peşrev, gerekse klasik Türk mûsıkîsi icrâ örneklerini mehter müziği icrâsında da görmekteyiz. 

“Zurnada peşrev aranmaz, ne çıkarsa bahtına…” diye bir hikâye de var, hikâye şöyle:

Sonradan görme bir şahıs,  Edirne’de bir düğüne davet edilir. Davul ve zurnalar, saz takımı çalmakta, misafirler oynamakta...Ekip başı zurnazen, ekâbir takılan davetli o zevâta yaklaşıp sorar:
-Efendim, istediğiniz herhangi bir eser varsa çalalım.

Adam omuz silkip dudak bükerek, alaycı ve küçümser bir eda ile:
-Yok daha neler, zurna ile peşrev çalınmazki. Hem siz notada bilmezsiniz, benim isteklerimi çalamazsınız, kendiniz çalın kendiniz oynayın.

Zurnazen, bu küçümser ve alaycı tavıra çok içerler. Başlar ekibiyle farklı makamların peşrevlerinin ardınca klasik eserleri icrâ etmeye...Şükrü Tunar'dan Hacı Arif bey'e, Zekâi Dede'den, Mustafa Itri'ye...

Saz ekibinin bu icrâsı karşısında neye uğradığını şaşıran kibirli zat kızarır bozarır, ağzından çıkana utanır, pişman olur, alacağı dersi alır...
Bu hikâye üzerine buyrunuz zurna ile icrâ edilen peşrevi mehteran takımından dinlemeye:
-Hicaz Hümayun peşrevi-

Korno, obua, trompet, trombon gibi üflemeli çalgı aletleriyle Beethoven'in ve Mozart'ın senfonileri, konçertoları, sonatları çalınır da, bu enstrümanlarla bozkırın tezenesi Neşet ustanın veya Aşık Veysel'in eserleri yahut peşrevler ve saz semailerimiz de çalınır mı,  o tadı, neş'veyi ve tınıyı duyar duyumsar mıyız, ne dersiniz...?

Halbuki usta zurnazenlerimiz peşrevleri de icrâ ederler, klasik eserlerimizi de...

Vesselâm.
___________
(*)https://pehlivanblog.wordpress.com/tag/pesrev/

20 Eylül 2022 Salı

Her kemâlin bir zevâli var...

Dünya bir rüya âlemi
Düzeni tahterevalli
Gâh inersin gâh çıkarsın
Ecel uyandırır gayri

Zulmetten nur çıkartıyor
Zenginken fakir eyliyor
Kuru odun yeşertiyor
Uçanları indirtiyor

Diriden ölü çıkartan
Ölüleri diriltiyor
Gâh eksilten gâh çoğaltan
Bu rüyâyı yönetiyor...

Her kemâlin bir zevâli
Her gündüzün bir gecesi
Her zevâlin bir kemâli
Her gecenin sabahı var

Gün gelir tersyüz ederler
İçindekini dökerler
Gizli saklın bir şey kalmaz
Hükmü yüzüne söylerler...

19 Eylül 2022 Pazartesi

Fikir dünyamız ve yenilikçi yaklaşım...

Kültür ve medeniyyet tarihimize bakıldığı zaman, bazı dönemlerde fikri kuluçka merkezlerinin oluştuğu, ilim heyetlerinin bir araya getirildiği ve imkân sunulduğu görülür ki, bu devirlerin ardından ilerleme, gelişme ve kalkınma dolayısı ile yükselme dönemleri ortaya çıkmıştır...

Bu açıdan benzeri devirlerin idrakı içün entellektüel seviyesi yüksek ve ufku geniş insanların toplumun terakkisi içün önderliği, yetiştirilmesi gerekli ve zorunludur.

Bunun içün de örgün ve yaygın vasıtalar önündeki engellerin ortadan kaldırılması mes'elesi makropolitik olarak ele alınmalıdır.

Zengin kültür ve medeniyyet köklerine sahip milletimizin muasır medeniyyet seviyesi, bu köklerden beslenmiş mevcut durumu bilen, gelişmeye açık, yüksek kapasiteli ve nitelikli gelecek nesiller ile mümkün ve elzemdir. 

Sadece mesleki formasyon gayesine matuf bir eğitim sisteminden geçen nesiller belki başarılı bir meslek adamı olabilirler, ancak onların entellektüelite açısından nakıs olmaları seküler olarak kalkınmayı sağlasa da, ruhsuz bir cisimden öte,  kökü zayıf ve meyvesiz ağaçtan farklı bir durum ortaya çıkmaz...

Seçkinci değil, seçkin olmak üzere yetiş(tiril)miş, üst seviye entellektüeliteye ve kültür birikimine sahip akılların lokomotif olduğu bir yerde toplum yerinde saymaz. İvmelenme ve motivasyona yönelik çabalar ile topyekün olarak kısa zamanda çok fazla mesafe alınır.

Yalnız bir şartla, entellektüellerin yozlaşmaması içün, kendi millî ve manevî köklerinden kopmasına sebep olacak kapıların sıkı sıkıya kapatılması lâzımdır !

Toplumu yönetme erki, temsil  kabiliyeti yüksek, geçmişten ve gelenekten beslenerek geleceğe bakabilme tecrübe ve bilgisine sahip insanlara tevdi edilmiş toplumlarda bu terakki ve muasır medeniyyet seviyesi üstüne çıkma hızla gerçekleşir.

Toplumun bütün katmanlarının eğitim ve entellektüel kapasitesinin artırılması, gelişme ve ilerlemeye hazır aynı zamanda onu kabul  edecek mentaliteye getirilmesi, fikri zenginliği çeşitli vasıtalarla oluşturmaya doğrudan bağlıdır. İnsan kaynaklarının kalitesini artırmanın yolu uygun vasatın oluşturulması ile mümkündür. Müteharrik / indükleyici vasıtaları eğitimde kullanmak, toplumun her katmanı ile elele kolkola yürümek, bu şuurun oluşması ve yerleşmesine bağlıdır.

Bu sebeple fikri kuluçka merkezi olarak addedilebilecek fikir, san'at ve estetik merkezleri, bilim ve ilim merkezli beyin fırtınası yapılan platformları, insanın mânevî tarafına hitap edecek kültür mecralarını teşkil, teşvik ve tesis etmelidir.

"Fikir hamallarına değil, fikir sahiplerine, fikri yaşayarak yaşatanlara ihtiyaç var ! "

Bu gaye içün; medeniyyet içün, entellektüel seviyesi ve kalitesi yüksek bir toplumu inşâ ve ihyâ içün bu, olmazsa olmaz şarttır...

Bu ideale yönelik olarak eğitim çarkı tâ erken yaşlardan olgun yaşa kadar sistemli ve çağdaş müfredatlarla ve taviz vermeden, disiplin içerisinde işletilmelidir.

Meselâ pozitif  bilimler içün cari olan inovatif yaklaşımları sosyal bilimler ve eğitim bilimlerinde de görmeliyiz, ayrıca disiplinlerarası eğitim geçişkenliği ile fen ve sosyal bilimleri birlikte bireylere aktarmalıyız çünki buna ihtiyaç var...kültür ve medeniyyet aksımızdan çıkmadan, birikimleri yenileyerek, yenileyip çağdaş normlara göre şekillendirerek bu yapılmalıdır.

Millî ve mânevî değerlere sahip, donanımlı münevverleri bu hedefe matuf olarak heyetler halinde biraraya getirecek, bir masa etrafında buluşturacak mekânlar ve mekanizmalar hem kamu hem de STKlar yolu ile hayata geçirilmeli ki, toplum dünyanın gidişatındaki malûm gelişmişlik ve kalite noktasını ıskalamasın ve gelecek kuşaklar bu çerçevede yetişsin.

Ve toplumdaki maraz ve mazarratın tedavisi ancak rol model olan ve kâmil düşünen; tefekkür çarkları paslanmamış, fikri hür, vicdanı kilitsiz, ahlâkî umdeleri hâl edinmiş münevverler eliyle olur...

Değilse; "yerinde say" komutu ile ayaklarımızı birbir kaldırıp indirerek, "yaylalar yaylalar" türküsü eşliğinde, yürüyormuşuz zannında çakılıp kalırız...

"Terakki telakki edilmeden medeniyyet inşâ ve ihyâ edilemez !"

18 Eylül 2022 Pazar

Kelâm mübârek, sadâ mübârek...

 

Dünya bir tahterevalli
Zemin hep ıslak
Kaymayasın, aman ha dikkat !

O ki;
Müfteri, münzelik ve mürtedi
Muarız, münâfî ve muâsî...
Söyleşilir mi
Cehl ile mâlâya’nî...
Çün;
Nefes mübârek,
Sadâ mübârek,
An mübârek
Ömr-i azîz mübârek...
Ey âkılân;
Kadr ü kıymet bilmeze
Harcanmaz nefes
Edilmez kelâm...
Hikmetten nasibsiz cühelâya
Deyip geçmeli"Selâm"...
Eylenmez;
Ehl-i müstâkîme ta'n ve bühtân
Tecrid, tahdidten öte, işte meydan;
Sabit değil mi Hükm-i Yezdan...
Demem o ki;
Had farz...
Kelâm mübârek
Nâr-ı cahîm ise
Muntazır...

17 Eylül 2022 Cumartesi

Bugün de kaybettik...

Bir tüccar hergün akşam dükkânını kapatırken "bugün de kaybettik" dermiş.

Komşu esnafın adamın her gün bu söylenmesine canı sıkılmaya başlamış.

Herhalde işleri iyi gitmiyor, biz yarın dükkânlarımızı açmayalım, müşteriler komşumuzdan alış veriş yapsınlar da rahatlar belki diyerek karar almışlar.

Ertesi gün akşam üzeri dükkânını kapatma saatlerinde o tüccar kapısını kilitlerken yine "bugün de kaybettik" demez mi ?

Etrafını sarıvermiş dükkân komşuları,  ve:
"Ya Hû komşu, bugün çarşının bütün müşterileri sana geldi, iyi satış yapmışsındır, niçin böyle bugün de kaybettik diyerek söylenip duruyorsun, deyince...
"Ömürden bugünü de kaybettik, bir gün daha geçip gitti demek isterim" der...
Evet, her geçen gün ömürden eksiltiyor, her alıp verdiğimiz nefes de öyle...

Evet, düşünmeli, bugüne kadar yaşadığımız günleri, ayları, yılları nasıl harcadık ? 

Kaç gönül aldık, hangi virâneleri abad ettik, kaç kalp kırdık ya da yaptık...

Hayat dairemize girip çıkanlara ne kattık, ne aldık ne verdik Allah için ?

Aklımız başımızda irademiz yanımızda olduğu halde dedikodu, yalan, suizanlardan... ne kadar uzak durabildik... 

İmkânımız olduğu halde ihmâl  ettiğimiz insanlar/hayırlar/iyilikler oldu mu?

Komşu, akraba, dost, hasta ziyaretleri içün ne kadar vakit ayırabildik, ayırdık mı?

Evet tüccarın dediği gibi gün be gün, yapabileceklerimizi yapamadıklarımızı düşünerek "bugün de kaybettik" diyebildik mi ?

Yüzleşmeliyiz !
Kendimizle, geçmiş zamanımızla, ömrümüzle, hatalarımız, kusurlarımızla ve günahlarımızla yüzleşmeliyiz...

(Sakın) Kazanç saydıklarımız/ zannettiklerimiz kayıp hânesine yazılmış olmasın !

Kişi kendi ile yüzleşmeyi başarabilirse, iç âleminde bu inkılâbı gerçekleştirebilirse; bu dünyada dosdoğru yaşar, azîz ve mübârek bir ömür sürdürür, vesselâm...

16 Eylül 2022 Cuma

Cehl-i mürekkep sâhibi...

 

Görmedin mi hiç acep, cehl-i mürekkep sâhibi
Gizler iken cehlini, tecahül ehli gibi
Ki ma’rifet olurmuş, ârif olanda tecâhül
İhsân-ı mev’ûda hem, gark olmuş bir muhsin gibi
 Cehlin telafisi mümkün de, nasılı mechul
Dikenlerle sarmaş dolaş gül bahçesi gibi

14 Eylül 2022 Çarşamba

Çiftler, zıtlar ve kâinât...

 

"İbret alasınız diye her şeyi çift çift yaratmışızdır" (Zâriyât sûresi, 49)

Eğer zıtlar ve zıtlıklar olmasaydı, referansımız ve ayırt etme yeteneğimiz nasıl çalışacaktı acaba ?
Görünür âlemdeki siyah-beyaz; ışık-karanlık; acı-tatlı; soğuk-sıcak...gibi.

Zıtlar, zıtlıklar, çiftler âlemindeyiz...
Zıtlar ve çiftler ki, kâinatın yapıtaşları, olmazsa olmazı, biribirinin mütemmin cüzleri...

Bilinen tüm zıtlar, çiftler, zıtlıklar birbirini tamamlayarak bir bütünü oluşturuyor ve biri olmadan diğerinin de olamayacağını anlatıyor değil mi, düşünebilme ve idrak etme yeteneğini kaybetmemiş olana !

Bitkiler ve hayvanlar aleminde çiftleri, zıtları görüyor, gözlemliyor biliyoruz da, atom altı parçacıklardaki çiftler ve zıtlar hakkında ne biliyoruz acaba ?....işte bu yazının konusu atomaltını fizik terim ve terminolojisi ile anlamaya, anlatmaya yönelik...
Fizik biliminde manyetik etkileşimden dolayı "zıt kutuplar birbirini çeker" ve "aynı kutuplar birbirini iter" kuralı/kavramları evrendeki etkileşim ve ilişkileri canlı ve sürekli kılmaktadır.

Gözle görülür makroskobik madde âleminde de bu manyetik etkileşimi bir çok sahada görmekteyiz, gerek elektriksel yük gerekse kütle çekimi kanun ve sabitlerinin altında bir çok olay cereyan etmekte değil midir...?

Bugünkü gelinen noktada mikroskobik âleme inildiğinde zıtları, zıt elektrik yüklerini, zıt parçacıkları, maddenin karşıtı anti-maddeyi fizik bilimi ayrıntılı olarak ortaya koymaktadır.
 
Eskilerde maddenin parçalanamaz en küçük parçacığı atom iken, sonraları atomun parçalanabildiği ve şimdilerde atomaltı parçacıklarının elektriksel yük zıtlıkları bir anlamda çiftleri, bugün bilimsel çalışmalarla gözler önüne serilmiştir.

Bugün üç grup(tip) atomaltı parçacık tanınıyor: 
1-Leptonlar; muonlar ve nötrinolar. 
2-Hadron, proton, nötron ve pionlar 
3-Bozonlar; foton ve gravitonlar...

Kâinatta cari olan sistemin temel kuvvetlerinden  elektromanyetik kuvveti fotonların, yerçekimi kuvvetini ise gravitonların taşıdığı düşünülüyor ki, bunlar atomaltı mesajcı parçacıklar olarak ifade ediliyor.
Werner Heisenberg’e 20. yy’ın en ilginç buluşunun ne olduğu sorulduğunda, 1930’larda öngörülen karşıtmaddenin keşfi olduğunu belirtmiştir. Buna göre her bir parçacığın görünmez bir ayna görüntüsü vardır ve buna antimadde adı verilmiştir.

"Fizik bilimine göre fotonun ve nötral pionun dışında bilinen her parçacığın bir karşıtparçacığı var."

Fizikçiler herbir parçacığın görünmez bir ayna görüntüsü de olduğuna inanıyorlar; bu ayna görüntüsüne de antimadde adını vermişler.  

Sağ ve sol elinizi, parmakları aynı yöne bakacak şekilde üst üste getirmeyi deneyin. Getiremezsiniz ! Eldiven teklerini de aynı şekilde üst üste getiremezsiniz. Bir kere daha deneyin! Sağ ayağınızı sol ayakkabınızın tekine sokamazsınız. Buna ayna simetrisi denir. 
Bir örnek daha: Dış görünüşü bakımından tamamıyla özdeş iki tür salyangoz kabuğu vardır; ama bunlar kabuklarını (evlerini) ayrı biçimde yapar: Birinin kabuğunun kıvrımı saat yelkovanının dönüşü yönünde iken ötekininki tersi yönündedir. 
Glikozun izomerlerinden sağ ve sol dizilimli (ayna görüntüsü) olmak üzere iki türü (şeker) vardır, şeker yiyen iki tür bakteriden her biri bunlardan yalnızca birini yer. 
Bu özellikte olan birçok organik molekül vardır. 
Maddenin karşıtmaddesi olduğunun keşfi, doğada simetrinin önemi konusunda bizleri düşündürmektedir.

Ayna, insanoğlunun çok önemli buluşlarından olsa gerek. Yapışık ikizler de embriyolojinin çok önemli konularından biri. 
Bir maddenin ikizi, önce atomlarında kendini gösteriyor. Bir elementin atomları birbirinin aynısıdır. Örneğin bir demir parçasında bulunan demir atomları hep aynıdır. Su moleküllerinin hepsi de tıpa tıp birbirinin aynıdır. 
Karşıtmaddeye dönecek olursak; bir parçacığın karşıt parçacığı, parçacıkla aynı kütle ve spine sahiptir ve eğer kararsız ise aynı yarı ömre sahiptir. Sadece tek bir noktada birbirlerinden ayrılırlar: eğer varsa yükleri farklıdır. Spini ve manyetik momenti arasındaki yönelim veya ters yönelim de parçacıkla ters yönlüdür.

Zıtlara bir diğer misâl;
Elektron negatif, pozitron pozitif; proton pozitif, karşıt proton ise negatif işaretli. Nötron ve karşıt nötron ise yüksüz. Ama nötron, değişik yükteki üç kuarktan oluşuyor. Bu kuarklardan ikisinin yükü –1/3 diğerinin yükü ise +2/3'tür. 

Evrenimizde görünen çok sayıdaki gökcisminin hepsi proton, nötron ve elektrondan oluşmuştur.

Bir şeyin gerçeği ile aynadaki görüntüsü arasındaki tek fark, sağ ve solun değişmesidir. Bunun sonucunda, tüm cisimler ve süreçler, sağ ve sol değişmelerine karşı eşit ihtimalle oluşmuşlardır. Bu mantıksal kural, çekirdek ve elektromanyetik etkileşmeler için deneylerle doğrulanmıştır. 

Atomaltı dünya'da neler var neler ! ...
Parçacık ve karşıt parçacığın tek ve bir oldukları bazı durumlar da vardır: Işığın kuantumu, foton, böyle bir parçacıktır. Böyle olanların kendi karşıt parçacıklarıyla aynı oldukları düşünülür. Bu durumda elektrik yükü doğal olarak sıfır olmalıdır. Ama fotonun elektrik yükünün sıfır olduğu ifadesiyle, yüklü parçacıkların foton yayımladıkları (elektromanyetik ışıma) ifadesinin kafaları karıştırmamasına dikkat edilmelidir. 
Bu ifadenin anlamı: 
"ışığın kendisinin, ışığın kaynağı olamayacağıdır." 
Doğal olarak parçacığın kütlesi parçacığın türüne bağlıdır; bu sıfır da olabilir. Böyle olması halinde parçacık her zaman ışık hızında hareket eder. Böylesi bir parçacığın başlıca örneği fotondur. 

20.yy bilimin en büyük buluşu karşımadde... 
Madde ve karşıt-maddesi tam olarak bakışımlıdır. Yani neredeyse özdeş ikizlerdir. Ancak tek bir noktada birbirlerinden ayrılırlar: yükleri karşıttır. 
Bunların bir başka özelliği, birbirleriyle karşılaştıklarında birbirlerini yok etmeleri. Karşıt-hidrojen atomu, normal hidrojenle aynı fotonları yayar. Bizim yapımızda onlar yok. Bunlar iki şekilde dünyamızda bulunuyorlar: Birisi kozmik ışınlar uzayda bunları üretiliyor. Diğeri, Avrupa Nükleer Araştırma Konseyi(CERN)’nde milyarlarca pozitron ve karşı-proton dolaşıyor. Gökadalardan gelen kozmik ışınlar ve hızlandırıcılar dışında ise karşı-maddeye (şimdilik) rastlamıyoruz. 

Anti-madde ve maddenin bir başka özelliği, birbirleriyle karşılaştıklarında birbirlerini yok ederler; örneğin ışığa (fotonlara) dönüşürler.

Peki dünya dışında karşı-madde var mı?
Karşı-maddenin oluşturduğu bir yıldız varsa o da öbürleri gibi parlayacaktır. Görünüşe göre evrende karşı-madde son derece az olup evrende madde egemen. 

Neden acaba? 
Karşıt-madde vardı da yok mu oldu? 
Buradan evrenimizin geçmişine bakabilir miyiz? 
Evet dünyamızın bu özelliği onun çok kıymetli bir fosil olduğunu gösteriyor. 

Bir elektronun olacağı yerde, yeni bir parçacık, pozitronun varlığı söz konusudur. Bu parçacığın elektronla ortak bir çok özellikleri olmalıdır: aynı kütle, kendi çevresindeki aynı dönüş. 
Elektrik yükü ise mutlak değer olarak elektronunkine eşit ama manyetik özellikleri gibi ters işarette olmalıdır. 
Pozitronun en dikkate değer özelliklerinden biri, bir elektronla çarpıştığı zaman kendini gösterir. O zaman elektron-pozitron çiftinin yok olma olayı ile karşılaşılır: İki parçacık, bir çift foton ya da bir foton üçlüsünü oluşturarak kaybolurlar. Kütlesi olan ve maddesel olan iki parçacık kaybolarak, fotonlar, yani ışıma oluşmaktadır. Ters tepkime de mümkündür: başka bir fotona rastlayan bir foton, bir pozitron-elektron çifti meydana getirebilir.

Sıcaklık 6 milyar dereceye yaklaşınca fotonların enerjisi artık çok sayıda elektronlarla pozitronların oluşmalarını sağlayacak kadar yüksektir. O zaman sürekli olarak, fotonların çarpışması elektron-pozitron çiftleri doğurur; buna karşı bir elektron ile bir pozitronun çarpışması yeniden fotonlar üretir, öyle ki, sistemin tümü denge halinde kalır, çünkü, yaratılan çiftler kadar, aynı anda, yok edilen çiftler de vardır. Daha yüksek sıcaklıklarda aynı olgu sürüp gider; ama bu kez artık yalnızca elektronlarla pozitronlar değil, belki de yeni elemanter parçacıklar da ortaya çıkar.

Fizikçi Richard Feynman, antimaddelerin zaman içinde geriye doğru hareket ettiğini göstermiş. Bir antimadde, zaman içinde geriye doğru hareket ederken, özellikleri önemli ölçüde tersine çeviriliyor. Örneğin, negatif yüklü bir elektron geçmişten geleceğe ya da geriye doğru gelecekten geçmişe hareket ettirmesi aslında artı yüklü bir parçacığın davranışıdır; yani zaman içinde geriye doğru hareket eden bir elektron bize artı yüklü görünecektir. Feynman’a göre bir pozitron, zaman içinde geriye doğru hareket eden bir elektrondur, dolaysıyla madde ve antimadde arasında zaman tersinmesi ilişkisi de vardır.

Feynman, Kuantum Elektrodinamiği'nde şöyle anlatıyor: “Şimdi diğer bir olaya bakalım. Bir foton ve bir elektrondan başlayıp bir foton ve bir elektronla bitirelim. Bir foton, bir elektron tarafından soğurulur, elektron biraz ilerler ve yeni bir foton ortaya çıkar. Bu sürece "ışığın saçılması" denilir. Burada özgün oluşlar söz konusudur. Örneğin, elektron bir foton soğurmadan önce diğerini salabilir. Daha da ilginci elektronun bir foton salıp, sonra zamanda geri giderek bir başka fotonu soğurarak zamanda yeniden ilerleyişidir. Böylesine “geriye doğru giden” elektronun yolu, laboratuvarda yapılan bir deneyde, gerçekmiş gibi görülebilecek kadar uzun olabilir. Geri giden bir elektron, ilerleyen zaman içinde gözlendiğinde olağan bir elektron gibi görünür; yalnız bu elektron olağan elektronlara doğru çekilir- dolayısıyla buna “artı yüklü” deriz. Bu tür elektrona pozitron denir. Pozitron, elektronun kardeş parçacığı ve bir “karşıt-parçacık” örneğidir. Bugün pozitronlar kolaylıkla yapılabilmekte (örneğin iki fotonun birbiriyle çarpıştırılmasıyla) ve haftalarca bir manyetik alanda saklanabilmektedir.

Bu olgu, yani karşıt parçacık olgusu, geneldir. Doğadaki her taneciğin zamanda ileri gitmek için bir genliği, dolayısıyla bir karşıt parçacığı vardır. Bir parçacık kendi karşıtıyla karşılaştığında birbirilerini yok ederek başka parçacıklar yaratır. Pozitron ve elektronların yok olmasından genellikle bir veya iki foton çıkar. 
Peki fotonların durumu nedir? 
Fotonlar zamanda ters yöne gittiklerinde, her bakımdan aynı görünürler; dolayısıyla fotonlar kendi kendilerinin karşıtı parçacıklarıdır. 

Elektron ile zıt yönde giden foton belli bir anda birdenbire iki parçacığa ayrılıyor: bir pozitron ve bir elektron. Pozitronun ömrü fazla değildir: hemen bir elektrona rastlar ve bunlar yok olarak yeni bir foton yaratırlar. Bu arada baştaki fotonun daha önce yaratmış olduğu elektron da uzay zamanda yoluna devam eder.

Yüksüz kaon adı verilen bir parçacığın bozunumu madde ile antimadde arasında bir asimetri olduğunu gösteriyor. Bu da antimadde yansımasında bozukluk olduğunu kanıtlıyor. 

Bir ilginç sonuçta şöyle; kaonun geçmiş ile geleceği ayırt edebilmesidir (çünkü antimadde tepkimeleri, zaman içinde geriye doğru hareket eden madde tepkimelerine denk geliyor). Yani makroskobik yönde görünen günlük hayattan bildiğimiz tersinmezliğe (bir bardağı kırmak,onu kırık parçalarından yeniden oluşturmaktan daha kolaydır) ek olarak bir de atomaltı zaman yönü var.

Elektron ve pozitron biraraya geldiğinde mutlaka birbirlerini yok etmeleri gerekmiyor. Birisi diğerinin yörüngesine girerek daha çok hidrojene benzeyen ve pozitronyum adı verilen bir pseudo-atom (sözde atom) oluşturabilir. Eğer elektron ve pozitronun spinleri antiparalel (toplam spin sıfır) ise, bu pozitronyumun 8 nanosaniyelik bir ömrü vardır. Eğer spinleri paralel ise (toplam spin 1),7 mikrosaniyeye yakın bir ömrü olur.

Hidrojen dediğimiz en basit atom, bir proton ve bir elektrondan oluşur. Proton, foton alışverişiyle elektronu yakın çevresinde dans ettirerek tutar. Birden fazla proton ve bunlara karşılık gelen eşit sayıda elektron içeren atomlar ışığı da saçarlar ki, havadaki atomlar güneşten gelen ışığı saçarak gökyüzüne mavi rengi verirler.

Bir diğer madde-antimadde melezi ise yüksüz pionlardır. Bu, pozitronyuma benzer bir şekilde gama ışınlarına bozunan mezondur (kuark-antikuark çifti) ve bu bozunmanın ömrü 10–15 saniyedir. Bu süre, pozitronyumunkine göre çok daha kısadır, çünkü kuarkları, dört temel kuvvetten biri olan güçlü kuvvetler birarada tutar. Birbirlerine yakın oldukları için kısa bir süre içerisinde birbirlerini yok etme şansları yüksektir.

Antiatomu yaratırken yaşanan sorunlar gözönüne alındığında, madde-antimadde melezlerini yaratmak daha kolay geliyor. Madde dünyası nasıl kararlı elementlerin olmasına izin veriyorsa, antimadde dünyası da anti-periyodik tabloyu (antihidrojen,antihelyum vb) içeriyor. CERN’deki fizikçiler,1996 başlarında az sayıda antihidrojen atomu yaratmayı başardılar. 3 haftalık süre içerisinde 9 antihidrojen atomu oluşturdular ve her biri; maddeyle çarpışıp oluştukları noktanın 10 metre uzağında birbirlerini yok etmeden önce yaklaşık 40 nanosaniye yaşadılar.

Bize yakın galaksilerde çok az antimadde olduğu görünüyor. Hızlandırıcılarda ve yüksek kozmik ışınlarla yaratılan antimadde parçacıkları dışında evren sanki yalnızca maddeden oluşuyor. 

Sorular, sorular, sorular... !
Acaba bizim gözleyemediğimiz antimadde galaksileri var mı? 
15 milyar yıl önceki büyük patlama sırasında madde ve antimadde oranı neydi? 
Antiatomlar “yukarıya” mı düşer kendi kütleçekim alanına göre? 

Bunlar, bilim adamlarının üzerinde çalıştığı kimi konulara sordukları sorular....
İnsan da dahil canlı ve cansızları kapsayan evrende ve dolayısı ile dünyamızda meğer sessiz ve derinde olagelen ne çok şey oluyormuş ve farkında değilmişiz...

Atomaltı parçacıklar, parçacıklar, parçacıklar...zıt yüklüleri de biraradalar...dengedeler !

Öylesine değil, tam tersi muntazam, mükemmel ve muazzam bir şekilde kurulu düzende olduğumuzu haykırıyor atomaltı âlemdeki parçacıklar !

Buna göre, yazının başında ifade ettiğimiz; "Zıtlar ve çiftler kâinatın yapıtaşları, olmazsa olmazları, biribirinin mütemmin cüzleri"dir sonucuna buradan ulaşamaz mıyız:  “Zıtların birliği” mes'elesi !
Bir kaç zıtlığı daha ifâde edersek;
İyi-kötü, nazik-kaba, adil-zalim, melek-şeytan, mümin-münkir, hak-batıl, zahir-batın, ruh-beden, has-sahte, hayat-ölüm, lütuf-kahır, huzur-bunalım, tevazu- kibir, cömert-cimri, doğru-eğri....
Toplamda hepsi birarada !
______________
KAYNAK:

13 Eylül 2022 Salı

Mevsim güz, insanoğlu ihtiyar...

Öyledir işte sonbahâr
Zaman kanatlanmış sanki
saatler uçuşuyor
Günler sağanak sağanak koşuyor...
Meğer;
Geçip gidiyormuş yaz ve ilkbahar
bir lahzâ gibi...
Sonbahar sarıya kavuşur,  tıpkı güneş gurub edince sararan dünya gibi...
Hani ilkbaharda;
Cıvıl cıvıldı kuşlar
Cazipti âşinâ olunan gülzâr...

Hani nerde süslenmiş gelincikler
Ya sarı sarı papatyalar
Hepsi de şimdilerde
Turuncu güze saman sarısı ile katılmışlar...
Ve sonbahar...
mevsim de insan da dünya da ihtiyar
Bir yanda ölmeye yüz tutmuş benzi sararmış yapraklar
Öte yanda güçsüz bedenli ihtiyarla sarmaş dolaş hatıralar...
Meğer
Zaman gergefinde dokunmuş olanlar
İrili ufaklı siyah beyaz hatıralar...
Kimi kahır yükler yahut kimi bahtiyar...
Olsa da ruhlar genç, gönüller diri
Vücûdları kuşatmıştır artık ihtiyarlık tesiri...
Ve nihayetinde;
Ağızdan ikide bir de dökülen
Ahlar keşkeler vahlar...
Ey eskimeden eskiten
Her lahzâyı ter ü taze işleten
Bahar da Sen, güz de Sen...
Bilmem !... ikilemeden nasıl söylesem !

11 Eylül 2022 Pazar

Solda Sıfır, Gül Yaprağı ve Suskunlar Meclisi...

Timurlu soyunun son büyük hükümdarı olan Hüseyin Baykara, Türk kültürünün parlak bir düzeye ulaşmasında önemli rol oynamış olması ve Türk dilini ve kültürünü korumasıyla tanınır, Sultan Baykara Çağatay Türk Edebiyatı ve Türkçe'nin itibarının hükümdârlığı döneminde artmasını sağlamıştır.
Şair
Sultan Hüseyin BAYKARA
 Hükümdar Baykara, Türkçe bir divan yazmış, şiirlerinde Hüseynî mahlasını kullanmış, küçüklüğünden itibaren birlikte büyüdükleri çocukluk ve mektep arkadaşı Ali Şir Nevâi ile Türkçe’nin devlet ve edebiyat dili olması için çalışmış, Türkçe yazmayı emreden ferman çıkarmıştır.
Hüseyin Baykara bilgin, şair ve hattat olması yanında bestekâr bir musikişinastır. 37 yıllık hükümdarlığı sırasında san'ata ve sanatçılara büyük destek vermiş, şair, ressam ve tarihçilerin de arasında bulunduğu pek çok ilim adamını himaye ederek Herat’ı bir kültür ve sanat merkezi hâline getirmiştir. Himaye ettiği âlimlerin başında  divan beyi nişancısı ve nedimi olan Ali Şîr Nevâî ile ünlü mutasavvıf şair Mollâ Mevlânâ Abdurrahmân-ı Câmî gelmektedir.

Mevlânâ Molla Câmî (Abdurrahman bin Nizameddin Ahmed), Horasan’ın Câm şehrinin bir kasabasında doğmuştur. İlk tahsilini babasından alır, babası Herat Nizâmiye Medresesi’nde müderrislik yapmış bir zattır. 
Câmî, ünlü bilginlerin derslerine devam eder. Daha sonra Uluğ Bey zamanında büyük bir ilim merkezi haline gelen Semerkant’a giderek orada dokuz yıl kalır. Keskin zekâsı, yeteneği, ilmî meseleleri anlatma gücü ve görüşünü çok açık olarak ortaya koyabilme kabiliyeti sayesinde herkesin hayranlığını kazanmıştır. Ünlü astronomi ve matematik âlimi Ali Kuşçu Herat’a gittiğinde Câmî’ye astronomiyle ilgili zor sorular sormuş, cevabını hemen alınca hayranlığını gizleyememiş, onunla riyâzî meseleler üzerinde çalışmalar yapmış ve kendisini takdir etmiştir.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin ilmî ve mânevî yönüyle zirvede olduğu yıllar Timur İmparatoru Sultan Hüseyin Baykara dönemidir (1470-1505). O, sultanların ve saray ileri gelenlerinin kendisine sonsuz hürmeti olmasına rağmen hiçbir zaman hükümdarlara hoş görünmeye çalışmamıştır. Câmî, ilim ve sanat hâmisi Hüseyin Baykara gibi hükümdarları övmekle birlikte asla aşırılığa kaçmamış, metihlerinde kişileri hayra teşvik edici ve eğitici bir üslûp kullanmıştır. Sultan Hüseyin Baykara da kendi devrinin âlim ve şairlerini anlattığı risâlesinde Câmî’den büyük bir övgüyle bahseder. Sultan Hüseyin Baykara Mevlânâ Abdurrahmân Câmî için bir medrese yaptırır, Câmî orada dersler okutur, talebe yetiştirir. Muhyiddin İbni Arabi'nin eserlerini şerh etmesiyle de bilinir Mevlânâ Abdurrahmân Câmî...

Câmî, sadece Mâverâünnehir ve Horasan’da tanınmakla kalmamış, Hindistan’dan Balkanlar’a kadar uzanan geniş bir alanda sultanların, âlimlerin ve şairlerin saygısını kazanmıştır. Anadolu Türkleri arasında da "Molla Câmî" olarak bilinir.

Fâtih Sultan Mehmed, Câmî’yi hacdan dönerken İstanbul’a davet etmek için Hoca Atâullah Kirmânî’yi 5000 altın hediye ile Halep’e gönderdiyse de Kirmânî varmadan az önce Câmî oradan ayrılmış olduğundan bu davet gerçekleşmemiştir. Fâtih ikinci defa yine değerli hediyelerle Câmî’ye bir elçi gönderip ondan kelâmcılar, felsefeciler ve mutasavvıfların görüşlerini mukayese eden bir eser yazmasını istemiş, bunun üzerine Câmî "ed-Dürretü’l-fâḫire" adlı eserini kaleme almış, ancak eser kendisine sunulmak üzere gönderildiğinde Fâtih vefat etmiştir. Câmî’nin divanında Fâtih Sultan Mehmed’in fetihlerini anlatan mesnevi tarzında bir şiiri yer almaktadır.

Fâtih’in oğlu II. Bayezid ile Câmî arasında karşılıklı yazılmış mektuplar, sultanın ona karşı saygı ve sevgi beslediği anlaşılmaktadır. Câmî II. Bayezid’in bir mektubuna bir kaside ile cevap vermiş, başka bir kasidesinde de onu övmüştür.

Câmî’nin, Baykara devrinin emîrlerinden Ali Şîr Nevâî ve Süheylî gibi şairlerle de yakın dostluğu vardır.

Câmî vefat ettiğinde cenazesi, başta Sultan Hüseyin Baykara ve Ali Şîr Nevâî olmak üzere devrin bütün ileri gelenlerinin iştirakiyle kaldırılır.
★★★
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin bir çok hikmetli sözünden bir kaçı şöyledir:
-"Akıl dışında olan şeyler, keşif ve müşahedeyle, kalp gözü ile anlaşılır. Akıl bunları anlayamaz."
-"Bir'i iste, Bir'i oku, Bir'i ara, Bir'i gör, Bir'i anla, Bir'i söyle…"
-"Seninle cevheri bir olmayan bir kimse ile oturma, sohbet için mutlaka cevherlerin birliği lazımdır..."
-"Allah dostları ile bir an beraber kalıp sohbet etmek, cehl u gafletle yüz sene takvaya çalışmaktan evlâdır!"
-"Üç zümreye, üç şey çirkin düşer: Padişahlara sertlik, âlimlere mal sevdası, zenginlere cimrilik…"
-"Cihanın seni aziz etmesine pek de aldanma. Çünkü aziz etmiş olduğu kimseleri tekrar hakir ettiği çok görülmüştür."


Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'nin, Ali Şîr Nevâî  ile birlikte toplumun ilim ve irfan yönünden yetişmesi için çaba ve hizmetleri olmuştur. Ali Şîr Nevâî  ve Câmî eserler vererek mensup oldukları cemiyetleri aydınlatmaya çalışmışlardır…
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî'ye bir gün bir zat gelir:
-"Bana öyle bir şey öğret ki kalan ömrümde onu yaparak cenabı Hakk'ın rızasını kazanayım" der. Molla Câmî ona sadece "kalbini" işaret eder !
★★★
Bir hikmetli hikâye: “Suskunlar Meclisi” (Meclis-i Hâmuşan)

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî (1414-1492)'nin yaşadığı dönemde tanınmış âlimler, yazarlar ve bilginler, “Suskunlar Meclisi” (Meclis-i Hâmuşan) adını verdikleri bir heyet oluşturmuşlardır. 
Bu meclis, üyelerini; çok düşünen, az konuşan ve az yazan insanlar arasından seçer. Meclisin üye sayısı ise otuz kişiyle sınırlı tutulmuştur.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî bir gün suskunlar meclisinin üyelerinden birinin öldüğünü duyar. Bunun üzerine üyeleri toplantı halindeyken toplantı yapılan binaya gelir. Binanın önünde bir kapıcı bekliyordur. Ona hiçbir şey demeden isteğini bir kağıda yazıp gönderir.

Meclis üyeleri Mevlânâ Câmî’yi çok yakından tanıyorlardır, fakat vefat eden üyelerinin yerine başka bir değerli insanı almışlardır. Mevlânâ Câmî'ye münasibince bunu ifâde etmek için bir yol üzerinde mutabık kalırlar. Bir bardağı ağzına kadar su ile doldurup kapıcıyla Mevlânâ Câmî’ye gönderirler. Bununla meclisin üye sayısının tam olduğunu, yeni bir kişiye yer olmadığını anlatmak istiyorlardır.

Kendisine, ağzına kadar su ile dolu bir bardak gönderilen Mevlânâ Câmî, meclis üyelerinin ne demek istediğini anlamıştır. O da hemen bahçedeki gülden bir yaprak koparıp yavaşça bardağın üstüne koyar ve kapıcıya verir, kapıcı bunu içeri götürür..

Meclis üyeleri ağzına kadar su dolu olan bardağın üzerine bir gül yaprağı konarak kendilerine geri gönderildiğini görünce durumu anlarlar. Böyle bir insana “meclisimizde yer yok!” anlamında tepeleme su dolu bardakla cevap verdiklerinden dolayı da çok üzülürler.

Otuzla sınırlı olan üye sayılarını da aşarak Mevlânâ Câmî’yi üye yapmaya karar verirler.

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî meclise gelince başkan onun adını da listeye yazar. Üye sayısını belirten 30 sayısına bir "0" ekleyerek kendisine verir. Başkan bununla Mevlânâ Câmî’nin katılmasıyla meclisin değerinin on kat arttığını anlatmaya çalışıyordur. Listeyi eline alan Mevlânâ Câmî, kendisinin gelmesiyle meclisin değerinin on kat artmış olduğu düşüncesine katılmadığını göstermek için 30 sayısına eklenen 0’ı silip otuzun soluna "0" yazar...

Mevlânâ Câmî saygı ve alçak gönüllülük üzere verdiği bu cevapla, meclisin üye sayısını artırmadığı gibi, kendi değerinin, bu meclisin yanında solda sıfır olduğunu anlatmaktadır...
Sükût, çoğu kez konuşmaktan evlâdır...
Şahin'in mekânı padişahın sarayıdır, o kuşların sultanıdır, padişahla ava çıkar kuşları avlar, padişahın yanında da değeri yüksektir.
Ve Şahin, bin murat alır da (sır tutar) ancak birini bile söylemez...

Bülbül ise günü güne ekler, her gece sabaha kadar söylenir durur, gülün açılmasını bekler. Ancak o uyumadan gül açmaz, uyanınca ise gülü açılmış görür. Açıldığını göremediğinden de asla muradına eremez. Dikenler arasında muratsız ağlar, bahçenin dikenliğinde yüreğini dağlar. 

Bülbül murat almadan bin söyler de, Şahin bin murat alır da birini demez. "Susan murat alır, söyleyen/söylenen muratsız kalır."
"Sormak ilim kapısını açar, susmak (tefekkür ve murakabe) hikmet kapısını"
★★★
Hikâye: “Mevlânâ Câmî ve Arabiye satılan deve”

Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Hicaz seferi esnâsında bir Arabî (Çölde yaşayan göçebe Arap) ile karşılaşır. Molla Câmî’nin güzel bir devesi vardır. O deve Arabî’nin hoşuna gider. Arabî, kendi kafasına göre bir fiyat biçerek o deveyi satın almak ister. Molla Câmî, Arabî’nin ısrârına dayanamayarak verilen fiyata devesini ona satar. Arabî, kendi yükünü yükler ve deveyi alıp gider...

Aradan on gün kadar bir zaman geçtikten sonra, o deve çölde kum fırtınasına tutulup ölür. Arabî, Mevlânâ Câmî’ye gelip;
-"Bana hasta bir deveyi sattın", diyerek, küstahça sözler söyler. Molla Câmî, adama parasını geri vererek;
-"Deve nerede öldü?" buyurur. O da;
-"Falan yerde, istersen gidip görelim", der. Molla Câmî, devenin öldüğü yere gitmeyi kabûl eder. Yola çıkmadan evvel, yakınlarından bir kimseye buyurur:
-"Bu Arabî’nin ölümü yaklaştı!"
Arabî, Mevlânâ Câmî hazretlerini devenin kum fırtınasına tutulduğu yere getirince orada düşüp can verir...

8 Eylül 2022 Perşembe

Meşk usûlü, usta çırak ilişkisi ve Hafız Zeki Altun...

Bir medeniyyette lisânın zenginliği edebiyatın zenginliği olarak neşv ü nema bulurken, hüsn-i hat, tezhip, ebru gibi süsleme san'âtları ve mûsıkî'nin de kültürün oluşumunda mühim bir yeri vardır.

Diğer bir çok dallarda olduğu gibi san'at eğitiminde de nazari eğitim yanında mutlaka uygulamalı eğitim yapılır ki, bunlar biribirlerinin mütemmim cüzleridir.

Asırlar boyunca ilmek ilmek dokunarak örülmüş san'at anlayışımız ve zirvenin imbiğinden süzülerek damıtılmış Türk-İslâm san'atları, dünya san'at tarihinde hak ettiği yeri almıştır.

Medeniyyetimizde bu san'atların eğitiminde ve öğretiminde "meşk" usûlüne önem verilmiştir; hoca talebesine hem nazariyyat hem de alıştırma uygulamaları yolu ile, usta öğretici olarak, bilgi aktarımı yapar. Bu eğitim-öğretim metoduna "meşk etmek" denilmiş ve ders ve alıştırmaları usta-çırak, hoca-talebe arasındaki birlikte çalışma tarzında yürütülmüştür. Ders vermek "meşk vermek", ders almak ise "meşk almak" olarak tabir edilmiştir.

Eğitim yahut terbiye kişinin kendi kendini yetiştirmesi ile -istisnaları hariç- pek mümkün değildir. Özellikle san'at öğrenmek ve bu hususta kabiliyetin -varsa- disiplin altına alınarak geliştirilmesi içün talebenin bir üstâdın eğitiminden meşk usûlünde  geçmesi gerekir.

Hz. Ali’ye izâfeten:
"Güzel yazı bizzat hocanın öğretişinde (meşk) gizlidir; olgunlaşması çok yazmakla, devamı da İslâm dinini yaşamakla olur." ifadesi meşkin gücünü ortaya koyan mühim bir tesbittir.

Meşk yolu ile ustadan çırağa öğretilen ve sık tekrarlarla hafızaya alınma esasına dayalı bu geleneksel öğretim usûlü ile hüsn-i hat, tezhip, ebru gibi süsleme san'âtlarında ve mûsıkîmizde çok meşhur san'atkârlar yetişmiş, medeniyyet tarihimize isimlerini altın harflerle yazdırmışlardır.
Yahyâ Kemâl der:
"Gönlüm isterdi ki mâzîni dirilten san’at
Sana târîhini her lahza hayâl ettirsin"
★★★
Mûsikî, medeniyyetimizin hem maddî hem de manevî değerlerini mündemiç bir yansıma olarak milletimizin sosyal hayatında da önemli bir yere sahiptir.

Türk mûsikîsinde usta çırak ilişkisi çerçevesinde, üstâd talebesine eserleri meşk etmek yolu ile öğreterek aktarır, yetiştirdiği ve "alaylı" tabir edilen bu san'atkârlar zümresi eliyle ve sayesinde de, bir çok klasik eser yüzyıllar öncesinden günümüze kadar ulaştırılmıştır.

Nota sisteminin olmadığı/kullanılmadığı dönemlerde meşk usûlü ile yetişen üstâdların kültür hafızaları sayesinde taşınmış olan eserler, sonraki dönemlerde "mektepli" san'atkârlar tarafından kayıt altına alınmıştır.

Meşk geleneğinde talebenin kendine ait özgün tavrı, öncelikle ustası ile meşk ettiği eserler yanında diğer üstâdlardan da meşk yolu ile öğrendiği eserleri çokça tekrar ve ezberleyerek icra etmesi ile gelişir. Özellikle de repertuar; çok dinleme, çok eser icra etme ve ezbere icra çalışmaları ile gelişir ki, yine meşk bu açıdan da çok önemlidir.

Mûsıkîmizin önemli özeliklerinden biri olarak uslûp ve tavır, meşk ve repertuar silsilesi sayesinde oluşur/gelişir ki, bunlar san'at ve san'atkâr açısından önemlidir.

Şu bir gerçektir ki, tavır kitaptan öğrenilmez, eğitim içün bir ses ne nefes sahibi lâzımdır, ve o nefes sahibinden örnekleme yolu ile, modellenerek,
uslûb ve tavır öğrenilir, zamanla hâl ve ahlâk edinilir... !

Bu sebeple hocanın/üstâdın yeri medeniyyetimizde çok önemlidir, talebe aynı zamanda hocasının/üstâdının eseri ve ayinesidir. Ve denirki; "üstâdı olmayanın üstâdı şeytandır"...(bilgi çağını idrak ettiğimiz bu devirde, mes'elâ google hazretlerinde bilgi kumsaldaki kumlardan fazla, ancak bu bilgiler tavır ve uslûbü ne yazıkki edindirmiyor)

Rahmetli "Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça repertuar silsilesi ve kendi meşk silsilesinin hocaları sayesinde Zekai Dede’ye kadar dayandığını, Zekaî Dede’den Hamamizade İsmail Dede Efendi’ye oradan Sultan III. Selim ve onun hocası Tanburi İsak’a kadar dayandığını" ifâde ediyor, "bu da iki yüzyıllık bir meşk silsilesi ve repertuar aktarımını bu yüzyıla ulaştırmak" demektir (1).

Meşk usûlüyle ses eğitimi ve mûsikî eğitimi alanlar içerisinde hafız ve mevlidhânlar önemli yer tutmaktadırlar.

Yakın zaman bestekârlarından ve çok farklı üstâdlar ile meşk etmiş olan klasik meşk geleneğine bir misâl olmak üzere Hâfız Mevlidhan Hanende ve Bestekâr Zeki Altun'dan bahsetmeden geçmeyelim..

Hafız Zeki Altun ile ilgili; "Mûsıkîşinas Zeki Altun'un Hayatı ve Eserleri" başlıklı bir de lisansüstü çalışma (Ergür, 2003) yapılmıştır. (2)

Zeki Altun;"Hafız Kemâl, Hafız Burhan, Saadettin Kaynak, Hafız Arap Cemal’i tanımış, kimisinin rahle-i tedrisinde bulunmuştur." Zeki Altun'un kişiliği ve san'atı ile ilgili olarak da: "...fevkalade edasıyla, sedasıyla, tavrıyla İstanbul beyefendisi, İstanbul terbiyesi almış, çok şık ve zarif giyinen, kendisine çok iyi bakan ve oturduğu, bulunduğu muhitlerde fevkalade saygınlık kazanmış bir zat idi. Fasıllarda bulunmuş Zeki Çaglarman ile Istanbul Radyosu fasıllarına iştirak etmiş ve Türk sanat mûsıkîsine de vâkif idi. Hasılı mevlidhanlıkta en zirvede olanlardan, İstanbul tavrını iyi okuyanlardan biri oldu. Biz onlara efsane gôzüyle bakardık, yanlarına yaklaşamazdık Nusret Yeşilçay, Esat Geredeli, Mecit Sesiştir ve Zeki Altun’dan hep istifade etmeye çalışılırdı" denilmektedir.

Buyrunuz rahmetli bestekâr Hafız Zeki Altun'un Eserlerinden Bir Demeti dinlemeye...







Hülasa-i kelâm:
Gönül ister ki, bir çok ilmî disiplinde usta-çırak metodunu terk etmeyelim de, bilgi yükünün yanıbaşında tavır, hâl, uslûb, edeb ve yüksek ahlâkı da terbiye sistemi içinde aktaralım, yoksa nâkıslardan şikâyet etmeye devam ederiz, vesselâm...
__________
1)"Klasik Türk Musıkisinin Dünü, Bugünü ve Yarını" Paneli, T.C. Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
2)Ergür, C.E., 2003. "Mûsıkîşinas Zeki Altun'un Hayatı ve Eserleri", Marmara Üniv., Sosyal Bilimler Enst.,Y. L. Tezi