Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

31 Mart 2024 Pazar

Seyr ü mukadderât...


Yahyâ Kemâl'in ifadesiyle; "Dinleyen söyleyen kadar ârif" olmalı ki, eyyamda zuhur edenler, enfüsî ve afakî düzlemdeki tecellileri firâset ve bâsiret ile görsün ve zuhurata tabi olsun...

Gerçi seyr ü mukadderât ademe hiç bir şey ifâde etmeyebilir amma âdem/ârif olana ne çok şey söyler...

Ânı vahidte ne çok zuhuratı ayine-i mücellâda temâşâ eder ârifler, hem eyyama dair tecellilerin ne nihayeti ne de tekrarı olmadığını bilirler...demişlerdir ki:
  • "Hudâ kim her sıfatla bir tecellî eylemiş dehre, Serâpâ enfüs ü âfâkı rengârenk göstermiş" (Leskofçalı Gālib).
  • "Hallâk-ı âlemi kabul eden cemî-i ahkâm ve tecelliyâtıyle kabul eder, gerek rûy-ı lutf olsun ve gerek rûy-i kahr olsun" (İsmâil Hakkı Bursevî).
Eyyamın mânâ ve ehemmiyetine dair temaşa edilen zuhurat, gereği içün bir remiz olsa gerek ârif olana...

..


İşitelim Hoca Nasreddin'in lisânından eyyama dair bir iki kelâm...

30 Mart 2024 Cumartesi

Ayna...

 
Cam deyip geçeriz, ama o da bir şeyler anlatır elbet...saydam/şeffaf camdan bakarız arkasını olduğu gibi görürüz, buzlu/kumlu cam buzun ardını göstermez, arkası sırlanıp ayna haline getirilmiş camda ise kendimizi görürüz !

İnsanların da kimi şeffaf cam, kimi buzlu cam gibidir, ayna gibi olanları da vardır değil mi ?

Kabuğun gösterişli ve albenili olması aldatır çoğu kez; içine özüne bak, kurtlu mu, çürük mü, sağlam mı...?

Statüsü, diplomaları, dedikleri değil; hâl ve gidişi, hayat yolunda yürüyüşü kişinin ahlâkı hakkında fikir verir...

Görünüşüne aldanma, toprak testi, içinde bal varsa balı, sirke varsa sirkeyi eninde sonunda sızdırır...

Pazarcı, tezgâhının önünde hep mostrayı sergiler, tezgâhın ardından bakan arkada gizlenmiş çürük çarıkları görür...

Kişinin ilk gördüğü kendisine gösterilmek istenendir, aldatabilir...

Vakıf olmanın en kestirme yolunu söylemiş ehli irfân; "kişi dilinin altında gizlidir, konuşunca kendini anlatır"...


Kibirliler; narsizme özgüven, hoyratlığa karizma, münasebetsizliğe açık sözlülük kılıfı giydirirler !

İdrakler farklı farklı olunca kişi muhatabının IQ'sunu dikkate alarak konuşmalı, değil mi?
Herkes aynı denizde yüzüyor olsa da yüzdükleri derinlikler farklıdır...
Aklı ve gönlü esaret altında olanların, fikri ve vicdanı asla hür olamaz...

Sen hiç saatin  karşısına oturup da, ömrünün tükenişini seyrettin mi ?
Zaman öğretmeni; hikmetini talebesinin kulağına fısıldar !



29 Mart 2024 Cuma

Dediki: Eyvah !

Dedim lüks günah değil mi
Dediki yok yok
Dedim herkese mi mübah
Dediki yok yok
Dedim merdiven çıktın mı
Dediki sek sek
Dedim hayat sana güzel
Dediki pek pek
Dedim yükümüz çok ağır
Dediki çek çek
Dedim bak çok âh alırsın
Dediki peh peh
Dedim Hak'la aran nasıl
Dediki eh eh
Dedim Allah birdir dersin
Dediki hep yek
Dedim vicdanın rahat mı
Dediki ak pak
Dedim sırtta çok gezersin
Dediki çok severek
Dedim kimle yemektesin
Dediki tek tek
Dedim hortum sever misin
Dediki çok çok
Dedim çok zıkkımlanmışsın
Dediki oh oh
Dedim gözün yüksekte mi
Dediki ah ah
Dedim pınar kuruyormuş
Dediki vah vah
Dedim ömrün bitiyormuş
D e d i k i  EYVAH

Haramın binası olmazmış diyorlar...


Beyaz yakalısı da olur muymuş haraminin
Başı dik alnı açık olur muymuş haraminin
Haramın binası olmazmış diyorlar
Gökdeleni rezidansı oluyormuş(!) haraminin

Hem sonradan görme olan, hem aç gözlü haraminin
Sırtımızdan geçinip kibirlenen haraminin
Milletin kanını emen, sülük gibi haraminin
 Bir de makamı âlâ (!) oluyormuş haraminin

Yetimlerin malını aşıran haraminin
Fukaranın sırtından geçinen haraminin
"Beytülmâl"dan çuvalla götüren haraminin
Vicdanı da pür u pâk(!) oluyormuş haraminin

Binek, süt ve yumurtası çiftliğinden haraminin
Eşe, ahbaba ve dosta ikrâmı bol haraminin
Bir kez bulmuşsa beleşi tıkınan haraminin
Mültefiti de çokca oluyormuş haraminin

Hukuk eşitlik adalet dilindeyse haraminin
Üstüne üstlük hamâset dilindeyse haraminin
Hazinenin anahtarı elindeyse haraminin
Bu minvalde sırtı yere gelirmiymiş haraminin

28 Mart 2024 Perşembe

Kemiyet ve keyfiyet...

Sayıya gelmez nice kemiyet yok hükmündedir, etinden sütünden yününden istifâde edilen bir sürü gibi...ferd olabilme keyfiyeti bu yüzden mühimdir !

                                            Suat Kıyak

27 Mart 2024 Çarşamba

Ucuz etin yahnisi !


Etikette yer almış olan harflerin
Ünsüzü ünlüyle, varsın okunsun
İşportaya düşmüş defolu malın
Markası, varsın çok ünlü olsun

Bir gövde ki vitrinde, ucuz et gibi
Ne kapaması olur ne de yahnisi
Beyinden vareste tüm sakatatın
Ne paçası makbuldur ne de sotesi

Samimi olmayanda en ulvi fikrin
Ne faidesi olur ne semeresi
Markayla etiketle muteber olanın
Sorgulanıyor mu bilmem asıl gayesi

Çıkar içün her değeri pazarlayanın
Her bir adımda mansıbı hesaplayanın
Cılk yumurtaları için tellâl tutanın
Kerameti sırf kendinden menkul imiş !

"Aldatan bizden değildir" temel ilkemiz
Menfaatçi münafıkla olmaz işimiz
"Def-i mefâsid celb-i menâfiden evlâdır"
İlmiyle âmil olana, itibar ederiz

26 Mart 2024 Salı

Lâle ve gül, çalı ve diken...Karınca ve Kanunî Sultan Süleyman...

Birileri dünyada rakibini alt etme ve geçme, arzu ve heveslerini tatmin, aç gözlülük, doymak bilmez iştiha ve kazanma hırsı ile yanıp tutuşurken, bir gün ölümün kendilerini bu zevk ü sefâdan ebediyen ayırıp öte âleme taşıyacağını hiç hatırlamıyorlar galiba...

Bu dünyada misafir olduğunu unutmayan, Fatiha sûresini okuyup da "bizi sırat-ı müstakime ilet" diye dua edenlerden dosdoğru ve sırat-ı müstakim üzere yaşayanlar ise, sırat köprüsünü kelâm ve eylemleri ile bir ömür sağlamlaştırmaya gayret ederler..

İşte bunlar kalabalıkta da yalnız olduklarında da Hak üzere ve adildirler, onlar kırdıkları karıncanın bile hakkını Hakkın divânında kendilerinden alacağını bilirler, karıncayı ezmemek içün ayak basacakları yeri görmeden adımlarını dahi atmazlar...

Bilirizki, dünya ahiretin tarlasıdır, burda ekilenler orda hasat edilir, nar yahut nur, cennet ehli içün hâsılat lâle ve gül,  cehennem ehli içün çalı ve dikendir...

Kanunî Sultan Süleyman ve Karınca Hikâyesi:

İstanbul’ da güneşli bir sabahtı. Topkapı Sarayı’nın avlusunda bulunan has odanın kapısı açıldı. Başında görkemli bir kavuk taşıyan, uzun boylu genç, ağır adımlarla bahçeye doğru ilerledi. Bu genç bütün dünyaya hükmeden Osmanlı Devleti’nin kudretli hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’dı. Kanuni işinden vakit bulduğu zamanlarda hava almak için arka bahçeye çıkar, ağaçları denizin maviliğini seyrederdi. Ağaçlardan birkaç tanesinin yapraklarının buruşmuş olduğunu gördü. Aklına hemen bu ağaçları ilaçlatmak geldi. Fakat birden durakladı. Ağaçlarda karıncalar vardı. 

Karıncalar da can taşıyordu. Onlara zarar vermek doğru muydu? Kanuni, meseleyi çözmek için hocası Ebusuud Efendiyi aradı. Hocası odasında yoktu. Hemen oracıkta bulunan bir kağıt parçasına kafasını kurcalayan soruyu yazdı ve hocasının rahlesinin üzerine bırakarak oradan ayrıldı. Hocası odasına geldiğinde kağıdı görmüştü. Yazıyı okuduktan sonra hocası da Kanuni’ye bir not yazdı. Kanuni Sultan Süleyman, yeniden hocasının odasına uğradı. Hocası odada yoktu. Rahlenin üzerine bıraktığı kağıt parçasına yazılmış notu gördü. Merakla yazıya doğru eğildi. Okuduktan sonra tebessüm etti. Kağıdın üst kısmında Kanuni’nin hocasına yazdığı soru vardı. Merhametli sultan hocasına şöyle diyordu:

“ Meyve ağaçlarını sarınca karınca,
Günah var mı karıncayı kırınca?”


Hocası Ebussuud Efendi ise sorunun altına şu cümleleri eklemişti.
“ Yarın Hakk’ ın Divanına varınca,
Süleyman’dan hakkın alır karınca!”

Kendisini uyaran, öğütleyen hocasının nasihati kulağa küpe cinsinden !

Nitekim Rabbimiz buyurur;
"Biz hiçbir memleketi, öğüt vermek üzere (gönderdiğimiz) uyarıcıları olmadan yok etmemişizdir." (Şuarâ sûresi, 208)

Vesselâm...

25 Mart 2024 Pazartesi

Ya gonca gül yahut diken...

Birileri dünyada rakibini alt etme ve geçme, arzu ve heveslerini tatmin, aç gözlülük, doymak bilmez iştiha ve kazanma hırsı ile yanıp tutuşurken,  bu dünyada misafir olduğunu unutmayan, Fatiha sûresini okuyup da "bizi sırat-ı müstakime ilet" diye dua edenlerden dosdoğru ve sırat-ı müstakim üzere ve adaleti gözeterek yaşayanlar, sırat köprüsünü sağlamlaştırmaya gayret ederler..

Onlar kalabalıkta da yalnız olduklarında da huzurda olduklarını unutmazlar...Gül ile lâle ile haşır neşirdirler, bağçelerindeki ayrık otu ve dikenleri ayıklarlar.

Onların içi dışı gül bağçesidir, gül bağçesi...onlar dünya hayatında Ümmi Sinan'ın dediği gibi;

"Gül alırlar, gül satarlar,
Gülden terazi tutarlar,
Gülü gül ile tartarlar,
Çarşı pazarı güldür gül.”

Dünyanın ahiretin tarlası olduğunu unutmazlar...Ve burda ekilenlerin orda hasat edildiğini bilirler ki, ya lale ve güldür yahut çalı ve dikendir hasılât ...

Güzel ahlâk gül, kötü ahlâk gübre mesabesindedir, varın sahiplerini siz hesab edin...

Ve ne kadar boya cilâ sürülse de, içten çürüme varsa, çürüğünü pasını bir gün mutlaka kusar... 

Güzel ahlâk sahipleri gül suyu serpilmiş yollarda iz açarlar, kötü ahlâklılar ise ardında kapkara bir is bırakırlar.

Şu üç günlük dünyada güzel ahlâklı insanın gittiği yolda yürümeli, açtığı iz takip edilmeli, is bırakanlardan ise her yerde ırak olmalıdır...

Velhâsıl:

"İnsanlığa iz açanlardan olalım, ardımızda is bırakanlardan değil"

Vesselâm...

24 Mart 2024 Pazar

Sevgi dili...


ey miskin
nereye bu gidişin
dört nala, dolu dizgin
gidersin zaten burnunun dikine
o hâldeyken at gözlüğü senin neyine
sen istersin ki fırtınalar hiç esmesin
zamanı dondurup ruhunu buz kestirmesin
şöyle pür dikkat gözünü diksen içine
yol alsan kabuğundan hele bir de özüne
kulak asmasan hiçbir çeldirici sözüne
evet işte öyle
iç gözünü aç, iç  sesini dinle
seyreyle âlemi iç görünle
ilhâmlara aç kulağını hele
can kulağınla dinle
bak neler söyler neler sana, kulak kesilsene
Yol odur ki doğru vara 
Göz odur ki Hakk'ı göre 
Er odur ki alçakta dura 
Yüceden bakan göz değil.
                     Yunus Emre
işte o demde
sadakât, adalet, edeb ve ilmin ışığı ile
kalbin cilalanır, için ısınır belkide
çünkü "insan" özü ile âlemin merkezinde
hazineler emin olanın emanetinde
ve
bütün âlemler birleşir işte o vakit
gönül gülşeninde
sevgi dilinde...

22 Mart 2024 Cuma

Fenâ, Bekâ ve Nefes...


Dünyanın düzeni böyle
Karlar erir bahar gelir
Bir devrandır döner durur
Biri gider biri gelir

Değirmen misali dünya
Durmaksızın döner çarkı
Ömür var ya, say ki rüyâ
Emanet say evi barkı

Güvenme pula paraya
Ne mevkiye ne saraya
Ne nüfuza ne dayıya
Kim kazık olmuş dünyaya

Çok adam gördüm muhteris
Düştü şu dünya damından
Rüyası hep zirve idi
En son çatladı hırsından

Geç bu sevdalardan ey kul
Vazgeç fâni heveslerden
Bekâ âlemine yol bul
Müstefid ol nefeslerden

Beden denilen kafesin
İçinde can kuşu yaşar
Bilesin ki son nefeste
Can kuşu kafesten uçar

Sen ilâhi bir nefessin
Sen ki zübde-i âlemsin
Den-i dünyanın ardında
Niçün nefes tüketirsin
Neyleyeyim dünyayı / Hakan Altun
Güfte Aziz Mahmud Hüdâyi
Beste: Hafız Zeki Altun

21 Mart 2024 Perşembe

Çerçiler gibi...


kapı kapı dolaşan çerçiler gibi
tezgâhını açmaktan usanmadın mı ?
sermayen olan; incik, cıncık, boncuğu
pazarlamaya koşmaktan usanmadın mı ?

ey tacir taşıdığın incik boncuktan
kapı kapı dolaşıp tezgâh açmaktan
ricâle ve erkâna boncuk satmaktan
eşik aşındırmaktan usanmadın mı ?

hırs uğruna gece gündüz koşturup durdun
hesap ile kitap ile ne çok yoruldun
yüklerini çeken eşek bile duymuştur
nice çerçi burdan geçti sen duymadın mı ?

fevkaladenin fevkini vermiyorsa Mabud
sana bir şey verebilir mi hiç, sultan Mahmud
 kimine kemik yağar semadan kimine but
dua et nasib olur belki, sana da altın tabut !

ne beldeler harap olmuş okumadın mı ?
baykuşa mülk viranelere bakmadın mı ?
debdebeli kâşâneler, bak, bugün ıssız
kimler göçmüş bu dünyadan ders almadın mı ?

20 Mart 2024 Çarşamba

Yerince Sözler...

 Kapının eskiliğine bakarak karar verme, kapı nereye açılacak o önemli !










19 Mart 2024 Salı

Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?


Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Güneşi hergün doğdurtmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Yıldızları boşlukta asılı tutmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Dönen dünyayı durdurmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Hidrojeni oksijenle yanmadan birarada tutmaya...suyu oluşturmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Bulutları yağmur içün çağırmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Atomun içine o kadar enerjiyi depolamaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Körün gözünü açmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Çiğnemeden yutmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Midenizi çalıştırmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Bıçakla zor kestiğiniz eti sindiren mide enzimlerini oluşturmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Yumurtayı civcive dönüştürmeye...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Tohumdan ağaç çıkartmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Tek bir hücreyi yapıp canlandırmaya...  Söyleyin hele gücünüz yetermi ?      Döllenmiş bir insan yumurtasının çoğalması ile onu 37.2 trilyon hücreden oluşan insana dönüştürmeye ve ona bağırsak mikrobiyotası için 100 trilyon bakteri yerleştirmeye...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Kalbinizin uyurken ve uyanıkken yaptığı işi(*) planlayıp yapmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Yaşlanmayı durdurmaya...
Söyleyin hele gücünüz yeter mi ?
Ölümü öldürmeye...

Gördünüz mü ?
Meğer ne kadar acizmiş insan.  Mevcut olan ve işleyen kâinattaki bu mekanizmaya ise hem mecbur ve hem de mahkummuş !
__________
(*)Kalp vücudumuza 1 dakikada yaklaşık 5.5 litre kan pompalıyor. Bu da; 1 günde 8 ton, 1 yılda 3.000 ton, 80 yılda ise 240.000 ton kan pompalanması demektir...

16 Mart 2024 Cumartesi

Dostlarınız...

“Birlikte oturduğunuz dostlarınızın en hayırlısı, görünüşüyle size Allah'ı hatırlatan, sohbetiyle sizin güzel amellerinizi arttıran, salih ameliyle/güzel fiil ve davranışlarıyla size ahireti hatırlatan kimsedir.”

Bilinizki onlar sizin sonsuz hayatınızı daha çok önemserler...

Şeytanı dost edinenlere gelince:

"(O şeytanki) hakkında şöyle hüküm verilmiştir: Şüphesiz kim onu dost edinirse, o muhakkak onu saptırır ve doğruca cehennem azabına götürür."(Hac sûresi, 4)

"Ey inananlar, Şeytan'ın izini izlemeyin ve kim, Şeytan'ın izini izlerse bilsin ki hiç şüphe yok o, çirkin ve kötü şeyleri buyurur ve Allah'ın, size lütfü ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiriniz, ebediyen temiz bir hale gelemezdi, fakat Allah dilediğini temizler ve Allah, her şeyi duyar, bilir."(Nûr sûresi, 21)

"Allah şeytanı lânetlemiştir, o da “Kullarından belli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara kaptıracağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler” demiştir. Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinen kimse elbette apaçık bir ziyana düşmüş olur."(Nisâ sûresi, 118-119)

"Ey inananlar! Allah'a kendinizi tam olarak teslim edin. Şeytanın izini/yolunu takip etmeyin. Zira o sizin apaçık düşmanınızdır."(Bakara sûresi, 208)

"Şeytanlar, (insan) dostlarına sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar." (En'am sûresi, 121).

Dünyâ hayatında iyiye, güzele doğruya davet eden insanlar yanında, şerre, günaha, kötülüğe teşvik edenler de vardır...

Şeytanlaşmış insanlar ile cinnî şeytanlar arasında sadece ceset farkı vardır, mahiyetleri ise, aynıdır. Bütün meş­gu­liyeti insanları saptırmak olan işte bu insanlar, şeytanın yaptığının aynısını yapmaktadırlar...

15 Mart 2024 Cuma

Cemiyetin hâl ve gidişi...

Basında okuyor, TV de izliyor, sosyal medyada rast geliyorsunuzdur siz de...

Toplumda çürüme ve yozlaşmanın bu denli yaygın olduğu bir devrânı şimdiye kadar hiç görmedim ve duymadım...

Kim mi bunlar ? 

Sokakta, alış veriş merkezinde, toplu taşıma araçlarında, işyerlerinde, yakınımızda yöremizde yürüyen, oturan ve belki de yıllarca maskesinin ardındaki gerçek yüzünü göremediğimiz tanıdık insanlar bile olabilirler !

Çürüme ve yozlaşmanın, ahlâkî düşkünlüğün altında yatan sebeplerin sosyolojik ve sosyo-psikolojik yönden araştırılması akademyanın işi, tedbirleri almak ise devletin görevi !

Cemiyetin bir bireyi olarak bize düşen, bataklığı seyr etmek değil elbette, bilakis kötüye gidişe dair bilgi, gözlem ve tecrübelerimizi paylaşmak...

Özetle; beleşçi, avantacı, rüşvetçi, cepçi, mideci, çeneci, akşamcı, yalancı, çıkarcı, gapscı, hırsız, arsız, yüzsüz, edepsiz, zâni ve zâniye, tefeci, kapkaçcı, sahtekâr, hilekâr, oyunbaz, düzenbaz meşrepliler bu devirde çok fazla görünür olmaya başladılar...öyleki günâh ve kabahati hatta gayrı meşruyu meşru gösterme çaba ve gayretleri aleni yapılmaya başladı, ayrıca bunların diziler, filmler ve medya üzerinden pompalanması da cabası !

Kimin eli kimin cebinde belli değil, at izi it izine karışmış...leş kargaları, tilkiler, çakallar mekanları, meydanları doldurmuş !

En acısı ise kargalar sürüsüyle uçarken, bülbüller münzevi ve suskun !

Hani "ar damarı yırtılmış" derlerdi eskiler, edebsiz, arsız ve utanmazlar içün...hem derileri köseleden, suratları kapkara  olunca, yüzleri de hiç kızarmıyor bunların...

"Edeb ya Hû" diyebilenlere ise pek rast gelinmiyor artık galiba !

Yoz ve çürüklerin meslekleri mi ?

Her meslekten de olabiliyorlar...

Eğitim düzeyleri ne derseniz; câhili de var âlimi (!) de, zengini de var fakiri de...

Ve mensubu oldukları kastları da avamdan havasa, sakallıdan sakalsıza kadar değişiklik arz edebiliyor...

Avam da olsa havas da olsalar, şalvarlı yahut kravatlı, önlüklü yahut mavi ya da beyaz yakalı, işçi yahut patron, yönetici veya teba; hatta mensubu olduklarını iddia ettikleri tarafları ne olursa olsun hiç farkları yok biribirlerinden aslında !

Dolayısı ile; al birini vur ötekine derler ya, aynen öyle...

Cemiyetin; avam ya da havas olsun, "âdem gibi dosdoğru adam"lara çok ihtiyacı var çok...

Çürümeyi ve yozlaşmayı engellemenin, ıslah etmenin ise ahlâk eğitiminden başkaca yolu da yok, çâresi de yok, !

Hâ unutmadan belirteyim; 1966'da İlkokula başlamıştım, o devirde verilen karnelerde karnenin sol tarafında derslerin 1-5 (zayıftan pekiyiye) not aralığında notları yer alırdı, sağ tarafında ise davranış notları...işte bu davranış notlarının en altında da iyi bir gözlemci olan öğretmenin, talebesinin ahlâk, davranış ve tutumu içün "hâl ve gidiş"i hakkında kanaatini belirten bir not yer alırdı...

Çünkü o günkü elleri öpülesi öğretmenler talebenin hem öğretimi hem de eğitiminden mesul oldukları bilincinde olan rol model ve fedakâr "insan"lar idi...

O günkü veliler de öğretmene çocuğunu eğitip terbiye ettiği içün müteşekkir olur, bugünküler gibi çıkışmazlardı...

Bugün ise aileler çocuklarını evliya/aziz gibi  eğittikleri(!)nden,  öğretmenin onları terbiye etmesine müsade etmiyorlar, demekki ! 

O öğretmenler ki, milletin istikbâlini şekillendirdiklerinin farkında ve medenî insan yetiştirmekle mükellef olduklarının da idrâkinde idiler...

Onları hürmet ve muhabbetle yâd ediyoruz...

Netice-i kelâm;

İktidarlar, yol, köprü, fabrika, park yapmakla uğraşırken, insan yetiştirmeyi ihmâl ederler de, yozlaşma ve kimliksizleşmenin, ahlâkî yoksunlukların engellenmesi içün gerekli tedbirleri almazlarsa, milletin istikbâlinin imha edilmesinin zeminini uzun vadede oluşturmuş olurlar...

Yatırım öncelikle insanın alt yapısına yapmalıdır... 

Yatırımı yürüyeceği yola kaldırıma yapıp, yolu yürüyecek olanı ihmal edince, yola çıkacak "insan" bulamayacağız bu gidişle !

Neyseki, en azından ramazan ayındayız, cemiyette günâh ve kabahat oranı şeytan zincirlendiği içün azıcık azalmış, bir aylığına da olsa kötü ahlâk tatile gönderilmiştir belki...

Gerçi freni patlamış dolaşanlara ramazan ne yapsın...toslayacak bir duvar bulana kadar gideceklerdir  !

Vesselâm...

13 Mart 2024 Çarşamba

Bedevîler, inkârcılık ve iki yüzlülük.

Tevbe Suresi - 90-99 . Ayetler

Meal (Kur'an Yolu)
﴾90﴿ Bedevîlerden mazeret ileri sürenler kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah ve resulüne inanmayanlar da (münafıklar) oturup kaldılar. Onlardan inkârcı olanlara elem veren bir azap gelecektir.
﴾91﴿ Güçsüzler, hastalar ve harcama yapma imkânı olmayanlar için -Allah ve peygamberine sadık kaldıkları sürece- sorumluluk yoktur. İyi niyet sahiplerini sorumlu tutmak olmaz. Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.
﴾92﴿Kendilerine binek sağlaman için sana gelip de, “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” diye cevap verdiğin zaman, harcayacak bir şey bulamamanın üzüntüsünden göz yaşları dökerek geri dönenlere de günah yoktur.

﴾93﴿ Sorumluluk sadece imkânları müsait olduğu halde senden izin isteyenler için vardır. Onlar geride kalanlarla beraber olmayı yeğlediler; Allah da onların kalplerini mühürledi; artık doğruyu bilemezler.
﴾94﴿ Onlar, yanlarına döndüğünüz zaman da size özür beyan ederler. De ki: “Boşuna mazeret ileri sürmeyin, size asla inanmayız, çünkü Allah yaptıklarınızın içyüzünü bize bildirmiştir. Bundan böyle de Allah ve resulü yapıp ettiklerinizi görecektir; sonra gizli açık her şeyi bilenin huzuruna çıkarılacaksınız ve O size neler yapmış olduğunuzu haber verecektir.”
﴾95﴿Yanlarına döndüğünüz zaman, onları hesaba çekmekten vazgeçesiniz diye size yemin billâh edecekler. Artık onlardan uzak durun; zira onlar tiksinilecek kimselerdir, işlemiş oldukları günahların karşılığı olarak varacakları yer de cehennemdir.
﴾96﴿ Kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Fakat siz onlardan hoşnut olsanız bile Allah günaha batmış o kimselerden asla razı olmaz.
﴾97﴿Bedevîler inkârcılık ve iki yüzlülükte daha ileridedirler; Allah’ın resulüne indirdiklerinin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah her şeyi bilmekte ve hikmetle yönetmektedir.
﴾98﴿ Bedevîlerden öyleleri vardır ki, hayır yolunda yaptığı harcamayı angarya sayar ve başınıza kötü hallerin gelmesini bekler durur. O kötü haller kendi başlarına gelsin! Allah her şeyi çok iyi işitir ve bilir.
﴾99﴿ Bedevîler arasında öyleleri de vardır ki, Allah’a ve âhiret gününe inanır, hayır yolunda harcadıklarını Allah’a yakın olmak ve peygamberin duasını almak için vesile sayar. Bilesiniz ki bunlar kendileri için bir yakınlık vesilesidir. Allah onları rahmetiyle kuşatacaktır. Şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.

Tefsir (Kur'an Yolu)
“Bedevîler” diye çevirdiğimiz “el-a‘râb” kelimesi, çölde yaşayan, su ve otlak bulmak için göç eden toplulukları ifade eder. Kur’an’ın bu kesime özel bir vurgu yapmasının sebepleri arasında, Arap yarımadasındaki nüfusun önemli bir kısmının göçebe veya yarı göçebe topluluklardan oluşması ve İslâmiyet’in burada yayılıp tutunabilmesi için onların bu birliğe dahil edilmesi zaruretinin bulunması zikredilebilir. Bunun yanında, yerleşik bir toplumsal düzen içinde yaşamanın icaplarını yerine getirmeye fazla yatkın olmayan bu kimselerin inkârcılık ve nifak yolunu tuttuklarında da haşin tabiatlarına uygun bir tutum ortaya koyduklarına, dolayısıyla dinin getirdiği sınırlara riayet etme konusunda sorun çıkarmaya daha müsait tipler olduklarına değinilmiştir. Kur’an şehirli-bedevî ayırımı yapmadığına göre, Kur’an’ın bu kesimle ilgilenmesini, onları da eğitip ıslah etmeyi hedeflediği şeklinde açıklamak uygun olur. Nitekim 97. âyette bedevîlerin inkârcılık ve nifakta ileri gittikleri genel bir biçimde belirtildiği halde 99. âyette onlar arasında da imanında ve davranışlarında samimi olanların bulunduğuna dikkat çekilmiştir. 120. âyette de yürekten inanmış kimselerle yakın temas halinde olan bedevîler hakkında olumlu ifadeler kullanılmış, böylece hem 97. âyetteki ifadenin kapsamı sınırlandırılmış hem de anılan ıslah hedefinin kuru bir hayal olmadığına işaret edilmiştir.
Resûlullah Tebük Seferi’yle ilgili hazırlıkları başlattığında, Müslü­manlığı kabul etmiş bedevî toplulukların bazıları bu sefere katılmaya karar vermekle beraber, diğerleri ya geride bırakacakları kabile bireylerinin savunmasız kalacağını ileri sürerek veya böylesine meşakkatli bir yolculuğun kendilerine fazla bir çıkar sağlamayacağını düşündükleri için bahaneler uydurarak seferberlik çağrısına icâbet edemeyeceklerini bildirmişlerdi. Allah ve peygamberine sadakat gösterme sözünden cayanlar ise Medine’ye gelip özür beyan etme ihtiyacı bile duymamışlar, oldukları yerde oturup kalmışlardı (90. âyetteki özür beyan edenlerle ilgili kelimenin farklı okunuşları ve Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak, bununla gerçek mazeret sahiplerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır; bk. Taberî, X, 209-211; Şevkânî, II, 445-446). 90. âyette oturup kalan kesim hakkında kullanılan ifade “Allah ve resulüne yalan söyleyenler” şeklinde çevrilmiş olup buna başka bir kıraate dayanarak” Allah ve resulünü yalanlayanlar” şeklinde de mâna verilmiştir.
91. âyette güçsüz, yaşlı, engelli, hasta, maddî imkânları yetersiz kimselerin savaşa katılmamaktan ötürü sorumlu olmayacakları bildirilmiş fakat bu husus Allah ve resulüne sadık kalmaları, o yolda öğütte bulunmaları şartına bağlanmıştır. Bundan maksat, fitne ve bozgunculuk etmeden, yalan haberler yaymadan durmaları, imkân nisbetinde de savaşa katılanların ailelerine moral vermek ve onlara yardımcı olmak gibi hayırlı çabalar içinde olmalarıdır. Burada anılan kişiler için tanınan muafiyet savaşa katılma yasağı anlamında değildir; kendilerinin istemesi ve yetkililerin uygun görmesi halinde bunlar da orduya katılıp münasip hizmetlerde görevlendirilebilirler (Râzî, XVI, 160; bazı müfessirler âyetteki şart cümlesini, “gizli veya açık söz ve niyetleriyle” şeklinde açıklamışlardır, İbn Atıyye, III, 70).
92. âyette, Tebük Savaşı’na katılmak isteyen fakat maddî durumları yetersiz olan bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber’den binek talep etmelerine, bunun mümkün olmadığı açıklanınca da üzüntülerinden göz yaşları içinde dönüp gitmelerine işaret olunmaktadır (nüzûl sebebi ile ilgili farklı rivayetler için bk. Taberî, X, 212-213). 93. âyette bu gibi kimselerin vebal altında olmayacaklarını belirtmek üzere, varlıklı oldukları halde savaşa katılmamak için izin isteyenlerin sorumlu olacağı ifade edilmiştir. O dönemde savaş teçhizatı daha çok bizzat savaşa katılan bireyler tarafından karşılandığı için, varlıklı olma unsuru ön plana çıkarılmıştır; fakat asıl maksat genel olarak savaşa katılma imkânının bulunmasıdır. Nitekim daha önceki âyetlerde sadece maddî imkânsızlıktan ötürü değil, can korkusu, havaların çok sıcak olması gibi sebeplerle özür bahane edenler de kınanmıştır (93. âyetteki “geride kalanlar” ve “Allah da onların kalplerini mühürledi” ifadelerinin açıklaması için 87. âyetin tefsirine bk.).
95. âyetteki “tiksinilecek kimseler” şeklinde tercüme edilen rics kelimesinin sözlük anlamı “pis ve kirli”dir. Âyette ise, söz konusu kimselerin bile bile yalan söyleyip üstelik bir de yemin ettiklerine, dünyevî çıkarlar uğruna bütün ahlâkî değerleri feda edebilecek bayağılık içinde olduklarına, yani iç dünyalarındaki kirliliğe gönderme yapmak amaçlanmıştır. Maddî anlamdaki kir ve pisliğe karşı önlem alınmadığında çevresindekilere bulaşma tehlikesi bulunduğuna göre, ruhî anlamdaki kirliliğe karşı dikkatli olmak öncelikle gereklidir; bu yüzden âyette onlarla sıkı ilişki içinde bulunmanın doğru olmadığı ifade edilmiştir (Râzî, XVI, 164). Meâlde de kelimenin sözlük anlamıyla beraber anılan yorum dikkate alınmaya çalışılmıştır.
____________
(Alıntı için)Kaynak :https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Tevbe-suresi/1325/90-99-ayet-tefsiri

Sürü ahlâkı ve güdülmek...

Akl-ı selim ve vicdan sahibi insanda şahsiyyet gelişimi tamamlanmıştır, o insan güdülemez ve sürüdekilerden biri değildir...

Sürü ahlâkı, zayıf karakterli, kalabalık içinde kendini güvende, dışında emniyetsiz  hisseden, kendini/şahsiyyetini gerçekleştirip inşâ edememiş, sürekli kendini güdecek çoban ve sürüye ait bireylerle olma anlayışı hâlidir.

Toplumlardaki çürüme, yozlaşma, şahsiyyet oluşumuna dair eğitim ve anlayışlar, o toplumdaki bireylerin sürü ahlâkı ile ahlâklanmasına zemin oluşturur.

Bunda zayıf ve güçsüz yaratılışa sahip insanın iradesini ipotek altına almış çevre ve sistem doğrudan etkilidir. Birey üzerinde etkili olan bu ekosfer idrâki dumura uğratıp, değer yargılarını tepe taklak edince; akıl, kaabiliyet ve beceri açısından zayıf olan insan tipi, kendini güçlü ve güvende hissedebilmek ve kendi varlığını sürdürebilmek, irili ufaklı arzu ve isteklerini elde etmek içün etrafında kendi gibi olan insanlara dayanmak zorunda hisseder kendini.

Bu tipler sistemin bu yolu açması, yönlendirmesi ve yetiştirilme şartları sebebiyle iradelerini daha güçlü şahsiyyetlere ya da sürü ahlâkına sahip topluluğu elinin altında bulunca onları gütmeye odaklanmış uyanık şahıslara teslim eder, onların kontroluna teslim olurlar.
Artık güdenin insafına kalmıştır güzergâh, canı isterse meraya, vicdanı elverirse otlağa, yahut mezbahaya...

Sürüleştirme ameliyesine (çıkarın ucunu göstererek) bağlı olarak sürüye katılmaya uygun hale getirilebilenler, ya zayıf karakterli, ya verilene razı tembel şahıslar oldukları içün sürüye dahil olmuşlardır.

Artık efendi köle ilişkisi içerisinde efendisini bulmuş olan sürü insanı, sadık bir hizmetkârdır, şamar oğlanıdır. Bu simbiyotik durumdan her iki taraf da, kullanan da ve kullanılan da, sağan da sağılan da mutludur.

Sürünün genel karakteri sürüdekilerin kendilerini sürü ile güçlü ve emniyette, ayrılınca zayıf ve tehlikede hissetmeleri, efendinin (çobanın) buyruklarında mantık aramamaları, mutlak itaat etmeleri, iradelerini devreye sokmamaları olarak kendini gösterir. Bu yüzden sürü ahlâkı, bireyi kişiliksiz ve kimliksiz kılar.

Efendiliğe soyunmuş olanlar, seçkinler, sürü olmaya yatkın olanları elleri altında tutmak ve gütmek içün bir çok metot uygularlar; kimi zaman propaganda ve psikolojik harekât, kimi zaman çıkar ve kimi zamanda ulufe dağıtmak, gerektiğinde korku salmak ve sopa göstermek gibi...

Sürüye dahil olmamış, akl-ı selim sahibi, firâset ve basiretli şahsiyyetler, hiç kimseden bir fayda dilenmezler, kendi kanatları ile uçarlar, boyunduruk altına girmezler ve asla çıkar içün başlarını eğmezler.  

İşte bu sebeple insanın eğitimi önemsenmeli ve fikri hür, vicdanı hür, irfani hür bireylerin oluşturduğu bir toplum içün çaba sarf edilmelidir...

Ve Nurettin Topçu'nun ifadesiyle; "Vicdan insanın içindeki Allah'ın sesidir". Vicdanlı birey akl-ı selim sahibidir, Allah'ın bahşettiği iradesini kendi ve ötekilerin hak ve hukukunu gözeterek kullanan, irfân sahibi bir şahssiyettir. 

Değilse, koyun tabiatlıların çok olduğu yerde çoban olmak içün pusuda bekleyen uyanık ve sahtekâr, kerameti kendinden menkûl kişiliksiz ve ahlâksızlara fırsat ve imkân verilmiş olur...

"Her gazâ güttüğü dâvâdan alır kıymetini Rengi dönmez, ne kadar ak demiş olsak karaya" (Fâruk N. Çamlıbel).

Aman ha dikkat !

Bir tutam ot için güdülen koyun gibi;
vermeyiniz efendiler, iradenizi ipoteğe, aklınızı kiraya...
Vicdanınızın sesini dinleyiniz...
Ak'a ak, karaya kara deyiniz...
Menfaat prangası ve boyunduruğundan kurtulunuz...
Ferd (yegâne, biricik) olunuz, çünkü öyle yaratıldınız...
Her bir "insan" "eşref-i mahlûkât" olarak yaratılmıştır. Bu pâyeyi ve şerefi eşdeğer benzerinize çiğnetmeyiniz...
Yarın toprağın altında herkesin aynıyla toprak olacağını unutmayınız...
"Ölüm bir kapıdır geçmek gerektir 
Berâber anda sultan ile çoban" (Ahmed Fakih)
Kula kul olmayınız, ey Allah'ın kulları !
Allah'ın iradesine ve muradına teslim olunuz...
Rızkınızı veren size hayatı bahşeden "O"dur...

Vesselâm...

12 Mart 2024 Salı

Her biri bir çeşit işte !

insanlar mı ?
kimi gafil, kimi sefil
kimi cahil, kimi alim
kimi adil, kimi zalim
kimi fakir, kimi zengin
kimi akıllı, kimi divane
kimi avare, kimi gezgin
kimi küskün, kimi pişkin
kimi bedbin, kimi miskin
kimi kavgalı, kimi sevdalı
kimi hayatta, kimi kabirde
kimi uykusuz, kimi uykuda
kimi akşamcı, kimi sabahçı
kimi yamaçta, kimi zirvede
kimi gayretkeş, kimi serkeş
kimi eğlencede, kimi oyunda
kiminin vakti geçmiş, kiminin içi 
kimi rengârenk, kimi siyah-beyaz
kimi ümitsiz, kimi kaybetmiş neşeyi
kimi elek üstünde, kimi altına düşmüş
kimi usanmış, kimi her şeyden vazgeçmiş
kimi eşekten düşmüş, kimi attan inmezmiş
kimi bulmuş da yemiş, kimi onu seyretmiş
kimi üstten bakarken, kimi alttan seyretmiş
kimi kendinden geçmiş, kimi hiçliği seçmiş

11 Mart 2024 Pazartesi

Ve işte insan...!

harfler heceyi, heceler kelimeyi
kelimeler kitabı, kitap kelamı yüklendi... nefes kelâma, kelâm mânâya can verdi... 
ve mânâ "insan"a yüklendi...

9 Mart 2024 Cumartesi

Dünya pazarı...imkân âlemi ve ömür....

Doğduğunda boş ve beyaz sayfa olan ömür sayfasına ne yazacağın sana kalmış !

Var mı ibret alan, bakınız, etrafa var mı ?

Bugün ona yarın (belki de) bize, aman ha dikkat diyen var mı ?

Şa'şaalı şehir temâşâsı içine gark olmak, zevk ü sefâ, eğlence, uzaydan duyulan nârâ ve kahkahalar ne kazandırmış aceb insanın insanlığına...Hedonistler hariç tabi !

Lâf-ı güzâf, kil ü kâl, boş lâkırdı, dedi kodu ile geçen vakitlerin hesabını yapıyor mu acaba insan, vadeli kurulmuş olan ömür kronometresi çalışırken...

Sen sen ol çekiştirme !

Evet, çekiştirme fısıltılarının duyulmadığı zannındaysan yazık edersin kendine...

Senin baktığın yerden gördüğün hakikâtin kendisi mi acaba, yoksa körlerin fili tanımlaması kadarı mı ?

Bütünü görmeden, aslını bilmeden çekiştirip sündürdüğünün vicdanına kurt gibi gireceğini, onu içten içten kemireceğini unutmamalısın !

Ve daha ötesi, bir gün çekiştirdiğin, kınadığının başına gelmeden ölmeyeceğini irfâni tecrübesi olanlardan duymadın mı, tabi senin bunlara hiç vaktin olmadı ki, şa'şaa ile hedonistçe takılmalar varken, sen de haklısın !

Ama unutma, dünya hep böyle gitmiyor...ömürde mevsimler gibi....yazı var, kışı var, baharı sonbaharı var...gün gibi; gecesi gündüzü var...hava durumu gibi; güneşi gölgesi, esintisi fırtınası kasırgası var, kırağısı yağmuru dolusu karı var...biyolojik çevrim gibi: doğumu, bebekliği, gençliği, yaşlılığı, ölümü var...varsıllığı var yoksulluğu var !

Bir karar olan "O", bî-karar olan mevcûdat ve sensin !

Çünki bu imkân âlemindeki bîkararlığı zıtlıklar hâlinde temâşâ ediyoruz, bir gün öyle bir gün böyle, gâh üstte gâh altta...

Lâedri mahlaslı bir beyitte ne de güzel özetlenir bu durum;

"Buna kim âlem-i imkân derler 
Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz"

Görene, görmek içün gayreti olana, zıtların birliğini anlamaya çalışana her şey ibretlik, turab olacak olanın idrakinde ise topraktan ötesi zannınca yok zaten !
★★★
Dünya pazarının müşterileri değil miyiz ?
Herkes almak istediklerinin bulunduğu tezgâha yönelmiyor mu ?

Kimi gülistanda, gül alıp gül satıyor, kimi dikenlere takılıyor, kimi samanlıkta !

Ümmi Sinan hz.lerinden, dünya pazarından kast ve idrake dair bir şiir, buyrunuz:

Seyrimde bir şehre vardım
Gördüm sarayı güldür gül..
Sultânının tâcı tahtı
Bağ-ı duvarı güldür gül...

Gül alırlar gül satarlar
Gülden terâzi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar
Çarşı pazarı güldür gül...

Toprağı güldür taşı gül
Kurusu güldür yaşı gül
Has bahçesinin içinde
Servi çınarı güldür gül...

Gülden değirmen döndürür
Ânın ile gül öğüdür
Akar suyu, döner çarkı
Bendi pınarı güldür gül...

Ak gül ile kırmızı gül
Çift yetişmiş bir bahçede
Bakışırlar hâr’a karşı
Hâr-ı ezhârı güldür gül...

Gülden kurulmuş bir çadır
İçinde nimeti hazır
Kapıcısı İlyas Hızır
Nan-ı şarabı güldür gül...

Ümmî Sinan gel vasfeyle
Gül ile bülbül devrini
Meğer bu garip bülbülün
Ah-ü figânı güldür gül..

★★★
Hülâsâ-i kelâm;
Kimileri; Gül alırlar gül satarlar/Gülden terâzi tutarlar/Gülü gül ile tartarlar/Çarşı pazarı güldür gül...

Bir de ot saman peşinde koşturup semiren danalar gibi ömr-ü azîzi haz dünyasında çar-çur edenler var...semiren dananın nihâî varacağı yer mangala dizilmiş pirzola olmalı...

İnsan öteye götüreceklerini bu dünya pazarından temin ediyor, farkında mısın ?

8 Mart 2024 Cuma

İnsan ile evren arasındaki illiyet...maddeden mânâya


"Nev’iyâ lâzım degül olmak fülân ibni fülân
Ma’rifet kesbiyle tek bir âdem ol adam gibi"
                                                                      Nev’î
Ey Nev’î, falan oğlu falan olmak lazım değil; (gereken) marifet kazanarak sadece adam gibi bir adam ol.

Felsefeciler, düşünürler, mütefekkirler insan ile evren arasındaki illiyeti "küçük âlem” (mikrokozmoz) ve “büyük âlem” (makrokozmoz) olarak görmüş, makrokozmozda bulunan özelliklerin mikrokozmozda da bulunduğunu dile getirmişlerdir.

Bunun farkında olmak insanın kendi sıfatlarını, bedensel ve ruhsal unsurlarını analitik bakış açısıyla tefekkür etmesine bağlıdır... 

Evrenin ve insanın üzerinde hüküm sürmekte olan zamanı, hareketi, beden denilen somut varlığı, soyut tarafta olan ruhsal durumu, aklı, hayali, duyuları, melekelerini idrak ve fark edebilmesi, bütün bunların aynı zamanda evrende de mevcut ve hüküm sürmekte olduğunu idrak etmesi, bu biliş düzeyinde tezahür edebilir.

Mes'elâ; insanın somut varlığında bulunan elementler evrende ve dolayısı ile yeryüzünde bulunanlardan ibarettir desek pek de ileri gitmiş olmayız...Karbon, azot, hidrojen, demir, magnezyum ve diğer bir çoğu toprakta, bitkide hayvanda ve insanda temel elementler...

Soyut taraftaki akıl farklı seviyelerde de olsa bitkide hayvanda ve insanda var...aynı şekilde can dediğimiz canlılık da öyle...

Peki cansızlar neyin nesi, inorganik alem de var diye sorulsa...

Her bir elementin yapıtaşı atomların çekirdeği, elektronları var ve bunlar da enerji seviyesinde bir düzene, karakteristiklere, sıfatlara, dolayısı ile akla sahiptirler...

Uzaydaki yıldızlar, gezegenler de kendilerine biçilmiş ve bilkuvve (potansiyel) özelliklerin dışına çıkmadan bir düzen üzere bir bütünün mütemmim cüzleridir...

İnsânı tanımak için onun dış ve iç  sıfatlarını, potansiyelini ve evrenle ilişkisini, benzerliklerini anlamak gerektir.

Ancak insanın kendinde yaratılıştan gelen sıfatlarını fark etmesi ile kişi kendini bilerek, kendisinde bulunan olağanüstü yanlarını fark edebilir. 

Madde ile mânâ, somut ile soyut, zâhir ile bâtının arasındaki illiyeti esas alınca, hayatiyete dair tüm fonksiyonların işlevsel hale getirilip fiiliyata döküldüğü bir evren modelinde insanın yaşamasının mümkün olduğu görülecektir. 

Baş gözü ile görünen dış dünyadaki herşey iç âlemde referans değerlerle yargılanır ve mânâlandırılır. 

Bütün bunlardan bîhaber olan insan içün ancak nâkıstır denilir, haberdâr olan insan ise kemâl sıfatlarını taşıyan, bunların tezahürünü idrâk eden insandır.

Bu sebeple kâmil bakış açısını edinmiş, firâset ve basîret sahibi insan mikro- ve makro-kozmoz arasındaki illiyet bağını görür, okur ve karşılaştırarak anlamlandırır.

Mevlânâ'nın sinek metaforu böyle bir bakış açısı ile nâkıs ve kâmil arasındaki farkı ortaya koyar niteliktedir:

"Bir sinek, eşek sidiğinin üzerinde gezinen bir saman çöpünün üstüne kondu ve bir gemi kaptanı gibi başını yukarı doğru kaldırdı ve şöyle meydan okudu "Ben bu denizin ve gemiciliğin mektebinde okumuş, bu işe ömrümü vermişim. İşte deniz, işte gemi, işte adam, işte kaptan, işte görüşü keskin bir kahraman".
Sidik akıntısını büyük bir okyanus, saman çöpünü büyük bir gemi, kendisini de kaptân-ı deryâ zanneden hattâ bununla da yetinmeyip, bir de başını kibirli bir şekilde yukarı kaldıran ahmaklara selâm olsun deyip geçmeli...işte bir nâkıslık örneği, böyle insanlar yok mu peki ?

Aslolan mânâdır, madde ise mânâya bağlı olarak tezahür eder...

Ve netice-i kelâm:

Nâkıs bakıştan ilim ve irfâna sahip olunarak, kendini ve âlemi tanıyarak, tefekkür ile ve bir bütünü cüzden görmeye çalışarak kurtulabilir insan, işte o vakit sineğin durumunu idrâk eden Mevlânâ'nın olgunluğu ile okur âlemleri....

"Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, ama en büyük âlem sende gizlidir."
                                                           Hz. Ali

Vesselâm.

7 Mart 2024 Perşembe

Modern çağın köleleri...ve tağut !

Hür olduğunu zanneden modern çağ insanının prangaları var mı acaba, ne dersiniz ?

Hani bağımlılıklar, teslimiyetler, sineye çekmeler, boyun bükmeler babından da olsa...

Bütün insanlar hür doğarlar denir de, insanoğlu büyüdükçe boyun, el ya da ayaklara bağlı prangalara yeni zincir halkaları ekleyerek kendini çeşit çeşit köleliğe mahkûm eder çoğu kez...

Ve bu durumda hürriyetini askıya alır, fikrini serd edemez, eğriye eğri, doğruya doğru diyemez, iradesini ipotek altına verir, vicdanını örtüler altında susturur böylesileri mes'elâ...

Niçin ?

Kolaycılık, çıkar hesapları, menfaatin aklını örtmesi, ince ince dünyalık hesap-kitap yapması, kısa yoldan yükselme hırsı, arzu ve heves kamçısının dayanılmaz etkisi ve saire...işte bunlar, köleliğin alt yapısını, zeminini oluşturan sebeplerden bir kaçı...

Kimi makam, kimi mal-mülk-eşya, kimi para-pul, kimi küçücük beklenti ve menfaat içün Yaratıcısının huzurunda boyun bükmediği kadar eğilip de bükülür efendisi huzurunda, bu çeşitlemelerin kulu kölesi olduğunu da söz, hâl ve davranışlarıyla izhar eder efendiye...

İnsanoğlunun bu zaaflarının farkında olan ve tahakküm etme imkân ve fırsatını kollayan ve, efendiliğe soyunma zemini arayanlar ise bu zemin hazır olunca ellerindeki güç ve yetkiyi köleliğe ve hizmetkârlığa dünden razı olan bu şahsiyyetler üzerinde bir kılıç gibi sallamaya başlarlar...tıpkı firavun gibi, nemrud gibi !

Menfaat yeminin ucunu göstermek ise, bu zayıf karakterli ve ruhlarına kölelik prangası vurmuş kişilerin, efendilerinin etrafında pervane olmalarına yeter de artar...

Köleliğe razı olmuş hizmetkârlar; aklını, iradesini, vicdanını efendisine ipotek etmiştir artık...

İşte bu sebeple dünya ve dünyalıklara, arzu ve heveslere dair hırs ve bağımlılıkları, modern çağ insanını esir etmiş ve köleleştirmiştir günümüzde...

Kimi zaman korku salarak, kimi zaman yemleyerek bu alış verişi devam ettirir durur efendiler.

Kölenin efendisini eleştirebilmesi ise ne mümkün !

Dünün kölesi, tağut(*) hakikati inkâr ederdi, bugün onların yerini “tevil”ciler ve “sözü eğip bükenler” almış.

Mankurtlaştırma içün eski teknikler çağdışı kalmıştır bugün...daha modern tekniklerle mankurtlaşmış köle devrini bugünkü toplumda gözlüyor, görüyoruz...Efendi de memnundur bu durumdan, kölede memnun...
Bakınız ey efendiliğe soyunmuş zevat, işte Rabbimizin buyruğu:

"Allah, rızık konusunda bazınızı bazınızdan üstün kıldı. Ama kendilerine daha fazla rızık verilenler, sahip oldukları rızıktan ellerinin altında bulunan köle ve hizmetçilere kendileriyle eşit seviyede olacakları ölçüde vermezler. Hal böyleyken, nasıl oluyor da üzerlerinde bulunan Allah’ın bunca nimetini ve hakkını bile bile inkâr ediyorlar?"(Nahl sûresi, 71)

Ve ey efendiliğe soyunmuş olanlar, "layüsel"(**) olan ise, inancımıza göre sadece Allah’tır. Hiçbiriniz layüsel değilsiniz. 
Ve ey bağımlılar, ey dünyalık prangasına, modaya, tüketiciliğe, mala, paraya, kolaycılığa, makam ve güç sevdasına, etikete, lükse mahkum ve köle olanlar, ey köleliğe razı olanlar, Allah'tan gayrısına kulluk etmeyiniz,  rızkınızı, ihtiyaçlarınızı "O" veriyor, unutmayınız...efendi diye iradenizi, ruhunuzu ve vicdanınızı teslim ettikleriniz sadece birer vesiledirler o kadar !

Ey insanlar hür fikrinizi serd edin, eğriye eğri, doğruya doğru deyin, iradenizi ipotek ettirmeyin, vicdanınızın sesine kulak verin, dosdoğru olun !

Değilse dün kendini ilâh olarak gösteren tağut firavun veya nemrudun kölelerinden ne farkınız olur, ey çağdaş ve modern devrin(!) köleleri...
_________________
(*)Tâgut, hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişiye ve her güce veya Allah'tan başka tanrı edinilen şeylere verilen addır. Azgın ve sapkın olması sebebiyle şeytana da tâgut denilmiştir.
(**)Layüsel, hesap sorulamaz varlık anlamına gelir. İslam inancına göre Allah sonsuz kudret sahibi olan tek varlıktır. Onun yarattığı her şeyde bir nizam ve hikmet vardır. İnsan ise Allah’ın sonsuz kudreti karşısında aciz bir kuldur.

6 Mart 2024 Çarşamba

Hacı Bektaş-i Veli derki...

Madde karanlığı, akıl ışığı ile;
Cehalet karanlığı, ilim ışığı ile ;
Nefis karanlığı, marifet ışığı ile ;
Gönül karanlığı da aşk ışığı ile aydınlanır.
Hararet nârdadır, sacda değildir,
Keramet hırkada, tâcda değildir.
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de, Hâc’da değildir.
Sakın, bir kimsenin gönlünü yıkma,
Gerçek erenlerin sözünden çıkma.
Eğer insan isen ölmezsin, korkma,
Âşığı kurt yemez, uc’da değildir
Gönül Kabesine girmesin hülya,
Nefsine hâkim ol düşme bed huya.
Kirleri arıtan baksana suya,
Hep yüzü yerlerde, bucda değildir

5 Mart 2024 Salı

Derinlikli aforizmalar...

Soru şu: "Saniyede 2000 hücresi ölen bir insan her cümlesine “BEN” diye başlarken kimi ya da neyi kasteder?" Bir saniye önce ölen hücrelerini mi, yeni doğan(oluşan) hücrelerini mi, hangisini kast eder ?

Yahut;
Zâhiri mi, bâtını mı, fenotipi mi, genotipi mi kast eder ?

Biliyoruz ki; 
bâtındaki mânâ zâhirde harf ve kelimeye, nefes ile de seslendirilince hitaba dönüşür.

Bu bakış açısıyla her şeyin bir görünen tarafı (zâhiri), bir de iç yüzü (bâtını) vardır. Söylenen ise mânânın seslendirilmiş hâli olsa gerek.

Onun içün de ârif olmak gerek, irfan ehli olmak gerek, leb demeden leblebiyi anlamak gerek, derin ve derinlikli düşünmek gerek.

Bunun için denir ya; ârifin irfanıyla agâh olunması demekle; dinleyende potansiyel olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, aktif hale geçirilmesi kastedilir, işte bunun için “dinleyenin söyleyenden ârif olması" gerektir.

Bu minvalde serd edilmiş bir kaç alıntı aforizma fikir işçiliği ürünü olarak oldukça düşündürücüdür...Buyrunuz,  düşünürlerden alıntı aforizmalar:

Friedrich Nietzsche'den:
"Derin olduğunu bilen kimse kolay anlaşılır olmaya çalışır; kalabalığa derin görünmekten hoşlanan kimse ise anlaşılmaz olmaya çalışır. Çünkü kalabalık, dibini göremediği her şeyi derin sanır.

"Nerede olursan ol derinliğe kaz; aşağıda kaynak var."

"Seyirciler bulanık suda balık tutan ile derinden su çekeni kolayca karıştırıyor."

"Az bilen ve az düşünen çok konuşur."                                                                                                        ★
Franz Kafka'dan:
"Doğru yol gergin bir ip boyunca gider; yükseğe değil de, hemen yerin üzerine gerilmiştir bu ip."

"İnsanın belli başlı iki günahı vardır, öbürleri bunlardan çıkar: sabırsızlık ve tembellik. Sabırsız oldukları için Cennet’ten kovuldular, tembelliklerinden geri dönemiyorlar. Ama belki de belli başlı sadece bir günahları var: Sabırsızlık. Sabırsızlıklarından ötürü kovulmuşlardı, sabırsızlıklarından ötürü geri dönemiyorlar."

"Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamak ne büyük bir mutluluktur."
Mevlânâ'nın Mesnevisinden:
“Onlar ulema değil; ulu a’mâlardır”
(Ekleme ulama ile ulema[âlim]  olunmaz, hakiki âlim a'ma[kör] olamaz)
Hakikate dair:
"Hz. Musa ayakkabıları çıkar emrinden iki alemi [Dünya ve Ahiret] kalbinden at manasını anladı. Ayakkabılarını çıkararak zâhiri emre uydu ve iki âlemi terk etmekle de bâtıni emre uydu. İşte zâhirden mânâya (sırra) intikal etmek budur."

Dolayısı ile:
Zâhir ile bâtını bir bilmek ile, birleştirmekle kâmil olunabilir...değilse kişi nâkıstır...

Vesselâm...