Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Haziran 2024 Pazar

Balık hafızalılar ve "PR"...

"PR kelimesi 'public relations'ın baş harflerinden oluşur. Türkçede piar şeklinde telaffuz edilir, karşılığı halka ilişkilerdir. PR(Halkla ilişkiler) medya, basın, mobil uygulamalar ve sosyal medya aracılığıyla insanların zihninde, marka ya da kişi ile ilgili olumlu düşünceler yaratma sanatıdır."

Özellikle kendisini topluma kabul ettirme ve şirin gösterme, sempati kazanma, taraftar bulma amacıyla narsist eğilimli kimi liderler ve liderliğe soyunanların da başvurduğu bir yöntemdir.

Ancak kalabalıklar balık hafızalı, sürü ahlâkı da cari olunca, bu durum ekmediği yerden biçmek isteyen muhterislerin iştahını kabarmakta...

Biliyoruz ki balık hafızalılar alıktır, görünenin cazibesine kapılır, oltadaki yeme çabucak gelir, zokayı yutar...

Saflar ipteki cambazı alkışlamaya devam ederken, koyunlar süt yapağı vermeye razı olarak otlak otlak gezer, azıcık uyanık olanlarını ise talip oldukları kırıntıları toplama vazifesi çok mutlu eder. Tabi bu arada en büyük lokmayı, alıklardan, sürüden geçinen PR'cı yutmaya devam eder.

PR demişken eski Hollanda Başbakanı Mark Rutte geldi aklıma. Adamı bütün dünya bisiklete binmesi ile bisikleti ile işe gidip gelmesi ile tanıdı, insanlar "helal olsun adama, başbakan ama bisikletle işe gidip geliyor" dediler.
Tabi buna bir de bisiklete tahsisli yollar gerektiğini söylemeye gerek yok sanırım.

Sadece hollandalılar değil bütün dünya hatta biz bile bisiklet süren başbakana alkış tuttuk...

Peki sonra ?
Bisikletle sürekli mi gidip geliyormuş ? 
Haberin devamını hiç duydunuz mu?

Sanırım reklâm yapıldı, sempati kazanıldı, dünyaca tanındı, alkışlandı...ve sonrasında bisiklet yolları bisiklete hasret kaldı belki !
Peki; siyah renkli, çakarlı, üst segment donanımlı makam aracı ile vızır vızır sağa sola gidip gelen, korumaları, çantacıları, özel kalemi, sekreterleri ile, kendisi lüküs hayat süren, ballı kaymağı yiyen bu tip kişilerin sefa sürme haberlerini de yapan oluyor mu ? 

Ben duymamış olabilirim, duyanınız oldu mu?
Eminim ki, bisikletli başbakan ve benzerleri PR çalışmalarını başka şekillerde devam ettirmiş, sürekli kendilerini gündemde tutmayı başarmak içün ellerinden geleni yapmaya, el altındaki imkânları şahsi hesap ve çıkarları, karizma ve ikbâller, içün kullanmaya devam etmişlerdir.

Bize de, PR'ın farkına varamamış balık hafızalı alıklara, sürü olmaya razı olanlara selâm olsun deyip geçmek düşer !

Bizden söylemesi; vitrine konulana, size gösterilene bakakalırken, arka planını, sahneleyenin gerçek niyetini ve PR çalışması olup olmadığını anlamaya çalışın, ipuçlarını takip edin...o zaman her türlü değeri pazarlayanlara, her fırsatı bir sonraki beklentileri içün sıçrama tahtası olarak kullananlara aldanmazsınız, inşâ'Allah !

29 Haziran 2024 Cumartesi

Zihniyet devrimi şart...!


İdealist bir öğretmen olan Nedim ÇAKMAK'ın kaleme aldığı aşağıdaki ibretlik hikâye  (Alıntı), bir vakitler mevzuat hazretlerinin kraldan fazla kralcılar marifetiyle gelişme ve ilerlemenin önünde nasıl takoz olarak kullanıldığınn vesikası niteliğinde...

Buyrunuz !

"Daha yedi yaşlarında babamın çiftliğinde traktörle çift sürüyordum.

Traktör makine ve donanımlarına olan merakım daha o yaşlarda başlamıştı.

Öğretmen Okuluyla birlikte, Çınarlı Meslek Lisesi Radyo-Elektronik Eğitimi’nin gece bölümünü bitirdim.

Öğretmen okulunda öğrenciyken müdürümüz Tevfik Elmas'ın teşvikiyle, tarihte ilk defa Radyo-Elektronik kolunu kurdum.

19 yaşımda bir dağ köyüne atandığımda, bilgilerimi hayata geçirmeye can atıyordum.

O yıllarda Grundig marka transistorlu radyolar; dokuz yüz, öğretmen maaşı da dört yüz elli liraydı.

Yani bir transistorlu radyo, iki öğretmen maaşına, satılıyordu.

Atılmış radyo kondansatörleri, radyonun kalbidir, onu buldun mu, gerisini yapmak kolaydır! İzmir Çankaya Caddesinde elektronik hurdacıları vardı .

Hurdacıdan aldığım parçalarla bir radyo otuz liraya mal oluyordu .

Öğretmenlik yaptığım dağ köyünün, elinden marangozluk da gelen muhtarı İrfan, muhtarlık binasında bana yer verip bir de çalışma masası yaptı.

İşe koyulup radyo elemanlarını monte ettim.

En sona hoparlörü kalınca; muhtara, “Tut şu kablonun ucunu, hoparlörün dibine değdir” dedim.

Değdirdiği gibi oyun havaları patladı!

Ankara radyosu çalıyordu!

Muhtar radyoyu kapıp sevinçle dışarı fırladı:

“Öğretmenimiz radyo icat ettiii!” diye bağırarak köy meydanındaki kahvehaneye koştu.

Köylü merakla kahvehaneye doluşmuştu .

“Üleen dokuz yüz gaymelik iş, bu muymuş” deyip, dudak bükenler vardı.

Onlar, “Öğretmenimiz radyo icat etti” dedikçe; ben, “Ben icat etmedim, ben imal ettim, sadece…” diye uyarsam da; onlar, inatla, “hayır efendim, sen icat ettin…” diyorlardı.

Önce muhtara, sonra da köylülerime radyo yapmaya başladım.

Muhtar radyolara kutu yapıyor, hoparlör çıkışının deliklerini açıyordu. Kutunun yan tarafındaki kondansatör düğmesinden arama yapılıyor, tam net olmasa da istasyonlar da pekâlâ bulunabiliyordu.

Kimseden para da almıyordum ama onlar da çeşit ikramlarla memnuniyetlerini gösteriyorlardı…

Radyoya kavuşmaktan dolayı herkes çok mutluydu.
★★★
Bir gün, bizim Uzun Memet, radyosunu ağaca asmış; bir yandan müzik dinler diğer yandan tarlasını sürerken; devriyede olan jandarma başçavuşu radyoyu görüyor.

- Nedir ülen bu?
- Radyo başefendi.
- Böyle radyo mu olur ülen?
- Öğretmenimiz icat etti.
- Neee, kaçak radyo yapmış haaa… Tut onbaşı, tut tutanağı!

Hemen oracıkta tutanak tutuluyor, tutulan tutanak kaymakamlık makamına iletiliyor.

O yıllarda öğretmenlerin, milletvekili gibi dokunulmazlığı vardı. Jandarma ya da polis karakoluna çağrılamazlardı. Milli Eğitim Müdürü ifade alır, gerektiğinde savcılığa sevk ederdi.

Milli Eğitim Müdürümüz Ahmet Bey, “öğretmenimiz bana bir uğrayabilir mi” diyecek kadar kibardı.

Yine öyle demiş.

Yanına vardım.

“Ne yaptın be öğretmenim…” dedi.

Yanıt vermedim.

“Durduk yere niye başını derde sokarsın?” dedi.

Yine yanıt vermedim…

Beni alıp kaymakama çıkardı ve “O muhteşem mucit bu efendim!” dedi.

Kaymakam da suçumu yüzüme tebliğ etti.

Radyoların yıllık vergisi vardı ve vergi kaçakçılığı nedeniyle radyo başına para cezası kesiliyordu.

İzinsiz radyo imal etmek de casusluk gibi bir şeydi ve sonu hapis cezasıydı.

Savcılığa sevk etmemek için; önce takdir edip, sonra bir sürgün cezası ile işi kapatarak, Ödemiş Bozdağlardaki Kızılkeçili Köyü’ne sürgün ettiler beni…

Soruşturma kapanmış ama yurdumun geri kalmışlığının yaraları kapanmamıştı.

Bahar aylarında Bozdağlar'a geldim; İsviçre gibi bir yer!

Karakeçili Köyü, Bozdağların tepesindeki son köy, buradan öteye sürülecek yer yok!

Köyü gezerken, içinde alabalıkların oynaştığı, dere boyunda terk edilmiş üç su değirmeni gördüm.

Elektriklisi çıkınca, bunların pabucu dama atılmış!

Birinde bir su var; insana çarpsa parçalar ama ne yazık ki boşa akıyor!

O yıllarda hiç bir köyde elektrik yok.

Hafta sonunu dar ettim.

İzmir Sanayi Bölgesinde Manisalı Ahmet Tütüncüoğlu’nu buldum. Derdimi anlatınca yardımcı olup, jeneratör için gerekli parçaları bulmamı sağladı.

Alternatör, voltaj aralığı sağlayan kolektör ve kondüktör, jeneratörün miline monte edilecek kayış ve tribün kanatlarını kaynak yapacağım değirmen çarkı.

Ahmet Bey, o iyi yürekli insan, hepsini köyüme kadar kendi cipi ile getirdi.

Bir kaç günde montajı tamamladım.

Köy kahvesine, okuluma, camiye ve köy meydanına kılavuz aydınlatma için kablolar çektim. Açılış için akşam karanlığını seçtim.

Köylü merakla toplanmış bakarken, suyun kapağını açınca, ortalık gündüz gibi aydınlık oldu. Suyun gücü, neredeyse on beş köyü aydınlatacak elektriği üretebilirdi.

Köylü sevinçten çığlık atıyordu.

Köylülere, “sakın ola ki hiç kimseye, bunu, öğretmenimiz icat etti gibi şeyler söylemeyin; başıma iş açarsınız” diye sıkı sıkı tembih ettim.

O gece devreyi hiç kapatmadım, nasıl olsa bedavaydı!

Sabaha kadar efeler zeybek oynadı…

Kimi duayla, kimileri rakı içerek karanlıktan kurtuluşu kutladı.

Mutluluğumuz iki gün sürdü.

İki gün sonra basıldık. İlçe jandarması tüm köyü basmıştı.

“Emir aldık, sökün bunları yoksa fena olur…” dediler.

Söktük.

Kasabaya indim ve “Sizin mevzuatınıza da, palavra eğitiminize de....” diyerek istifamı verdim.

Oradan denizlere açıldım.

Önce telsiz ve güverte vardiya zabitliği, ardından süper tanker süvariliği...

Tüm dünyayı dolaştım.

Yıllar sonra memlekete döndüğümde gördüm ki; değişen hiçbir şey yok.
Sığırlar yine aynı yerde otluyorlardı
"
★★★
Ya kafa basmadığı ya da kıskançlık ve çekememezlik toplumun terakki ve kalkınmasında en büyük takoz olsa gerek...

İşte beyin göçünün asıl sebebi, işte iltifat edilmeyen marifetin topluma verdiği zarara dair bir hikâye...

Takozlarla aranız nasıl ? 

Ne dersiniz, değişen bir şey var mı?

Faturasını kim ödüyor ?

28 Haziran 2024 Cuma

Şeytan arabası...üfle gelen püfle gider !


"Bugün, modern bisikletin temel hatlarını az çok taşıyan ilk iki tekerlekli modeli tasarlayıp üreten kişinin Alman Baron Karl Von Drais (1785-1851) olduğu konusunda hemen herkes fikir birliği içinde..
Karl Von Drais, ulaşımdaki boşluğu doldurmak için bir "koşma makinesi" icat etti. Bu aracın tahtadan yapılma iki tekerleği, selesi ve sadece tutunmaya yarayan bir gidonu vardı. Drais bu araçla kayıtlara geçen ilk sürüşünü 12 Temmuz 1817'de Mannheim'da gerçekleştirdi, bir saatte yaklaşık 13 kilometre yol yaptı ve dünyanın ilgisini çekmeyi başardı. Bisikletin bu ilk atasına Almanlar "Draisine", Fransızlar "Velocipe" (Hızlı Ayak) ya da "Draisienne", İngilizler "Hobby Horse" (Tahta At) adını verdiler..
İzleyen yıllarda "velocipede"ler Fransa ve İngiltere'de yaygınlaştı. 1839'da İskoçyalı nalbant Kirkpatrick MacMillan, mekanik tahrikli ilk iki tekerlekli aracı imal etti. Aslında yaptığı şey bisikletin ön tekerleğine iki pedal eklemek, bu pedalların ürettiği enerjiyi bir zincirle arka tekerleğin dingiline iletmekti. MacMillan, bu buluşuyla tarihe "pedallı bisikletin mucidi" olarak geçecekti...
1868'de baba-oğul Fransızlar François ile Pierre Michaux, "iki çember" anlamına gelen "bi-cycle" adını verdikleri pedallı bisikletin seri üretimine başladı. Aynı yıllarda MacMillan'ın modelini geliştiren Thomas MacCall'un pedallı bisikleti de İngiltere'de ticari başarıya ulaşıyordu..
1879'da Henry Lawson, pedalları doğrudan arka tekerleğe bağlanan bisikleti geliştirecekti. 1888'de İskoçyalı veteriner John Boyd Dunlop, tahta tekerlekler üzerine içi havayla şişirilmiş lastikleri geçirmeyi akıl etti : Sarsıntı azalmış, bisikletin sürüş keyfi artmıştı...
Bisiklet, Osmanlı döneminde "Memalik-i Şahane" sınırları içinde İstanbul'dan çok evvel, ilk kez 1880'li yıllarda Selanik şehrinde görüldü. Yarı İtalyanca, yarı Latince olarak karma bir adla, "çabuk giden ayak" manasına gelen "velocipede", halk ağzında "velespit" olurken, kimileri ona "şeytan 
arabası" adını yakıştırıyordu..."(*)
Dünyanın çok hızlı ulaşım vasıtaları yanında, bugün artık bisiklet, spor amaçlı veya kısa mesafelere gitmek içün ulaşım aracı olarak kullanılmaktadır...

İnsanoğlu hayat yolunda ilerlerken her tür vasıtadan istifade etmeye çalışmıştır...
Eski devirlerdeki binek hayvanlarının yerini otomobil, hızlı tren, uçak vb. araçlar aldı...gerçi bisiklet, balon, paraşüt de  halen insanoğlunun kullanımındadır !
Yaya yahut herhangi bir vasıta ile çıktığınız yol bildiğiniz yoldur umumiyetle...vardır elbet bir hedefiniz...bilirsiniz ki, gayesiz yürüyenler avaredir, serseridir...bunlar esen rüzgârlar önünde savrulur, sürüklenirler...

Geliş yolunuz gidiş yolunuzdur, çünkü o yolu  ve yordamı bilirsiniz, rotayı güzergâhı planlamışsınızdır (her ne kadar ani gelişecek riskleri hesaplayamazsanız da)...

Roma'ya her yol çıkar deseler de, yol halinin yolcuya ne getireceği önceden kestirilemez...bazen köprüler yıkılır, bazen nehir taşkınları geçit vermez, bazen de ömür yetmez !

Yola birlikte çıktıklarınız mutlaka vardır, yolda bulduklarınız ve buluştuklarınız da olabilir elbette...yol şartları ve beklentiler doğrultusunda, genellikle yolda bulunanları görünce yola birlikte çıktıklarını unutan insanlarla yol yürüyenleri de, yolda yoldaşını satanları da duymuşluğunuz vardır...

Yol, yolcu ve vasıta kişiden kişiye değişir...Bir yere "üfle gelen püfle gider", ayak oyunları ile gelen ayak oyunları ile gider, birinin başına külah örenin karşısına başına külâh ören biri çıkar, geldiğiniz yoldan geldiğiniz gibi gidersiniz, ettiğinizi mutlaka bulursunuz, yaşattığınızı yaşarsınız, kınadığınıza düçar olur kınanırsınız, "büyük lokma ye büyük laf konuşma" sözü gün olur gerçekleşir...büyük konuşanların başına geleni  bugüne kadar duymadıysanız şimdi duydunuz işte...

Yavuz Sultan Selim Han-ı Veli diyor ki: “Bütün dünya benim olsa gamım bitmez nedendir bu,
Ezelden gam turabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu,
Gelen gider, giden gelmez iki kapılı handır bu,
Sakın insafı terk etme makam-ı imtihandır bu.”

Netice-i kelâm; şeytanın arabasına binen, sıcak hava balonu ile havalara giren ve seyahati seven, paraşütle tepeden inenler şeytani yollara tevessül etseler de, "şeytan arabası" ile gelen "şeytan arabası" ile gider, bize de haydi iyi yolculuklar, güle güle demek düşer !

__________

(*) R. Sertaç KAYSERİLİOĞLU, Şeytan Arabası, Tarih Dergisi, Temmuz 2017 sayısı

26 Haziran 2024 Çarşamba

Para, para, para...peki ya iman !


"Öz"ü çürük "kan"ı bozuk Malı götürüyorsa
Kabahat onda değil fırsat verende...
Kargalar bülbül yuvasına tünüyorsa
Kabahat ona tüneği tahsis edende

Gün olur, döner keser döner sap
Dökülür ortaya hem bir bir tutulan hesap

Adam teoloji okumuş para nerde o orda
Yahu hani ehliyet nerde kaldı liyakat
Adama sormazlar mı bu nasıl bir marifet
Sanki teoloji değil okumuş muhasebat

Gün olur, döner keser döner sap
Dökülür ortaya hem bir bir tutulan hesap

Eşkiyalar suların başını tutmuşsa
Haramiler azmışsa hem kudurmuşsa
Ehil olan eller bir yana atılmışsa
Okunmaz olmuş demek raftaki yasa

Gün olur, döner keser döner sap
Dökülür ortaya hem bir bir tutulan hesap

Görünse şakiler sureta haktan
Giyinse adiler ipekli kaftan
Okusa cahiller Mim'i kitaptan
Ağzı elbet çarpılır sin ile kaftan

Gün olur, döner keser döner sap
Dökülür ortaya hem bir bir tutulan hesap

25 Haziran 2024 Salı

Neyzen Tevfik ve "HİÇ"lik...


Neyzen Tevfik genellikle Hocapaşa Camii’nin tabutluğuna gidip bir tabutun kapağını kaldırarak içine girip kapağını üzerine örterek rahat rahat uyuyan bir şair, yazar, hiciv ustası ve taşlama ustası, ney sanatçısı, bestekâr, sinema oyuncusu, felsefeci...kimine göre deli kimine göre veli bir şahsiyet. 1789 da Samsun'lu öğretmen babanın oğlu olarak Bodrum'da dünyaya gelir, çocukluk çağlarında babanın tayini nedeniyle İzmir'e taşınırlar, o yaşlarda sara hastalığı nöbetleri başlar, İstanbul'a tedavi için gider....

Tevfik’in çocukluk yıllarına dair unutamadığı bir olay sırıklar üzerine geçirilmiş insan kafalarını gördüğü gündür. Davul, zurna seslerinden çok hoşlanan Tevfik seslere doğru yöneldiğinde sırıklar üzerine geçirilmiş olan insan başlarını görür ve gördüklerinden çok etkilenir. Dediklerine göre kafası kesilen kişiler eşkiyadır ve masum insanların ölmelerine sebep olmuşlardır. Galeyana gelen halk da bu eşkıyaları jandarmanın elinden almış ve cezalarını vermiştir. İbreti âlem için de bu şekilde sokaklarda teşhir etmişlerdir. Tevfik, bu vahim olayı hayatının sonuna kadar unutamayacaktır. Gördüğü dehşet verici manzara çocuk gönlünde kapanması zor yaralar açmıştır. Kafalardan sızan kanlar, pörtlemiş gözler… Çocuk Tevfik sürekli olarak bunları düşünmektedir. O günün akşamı yoğun titremeler eşliğinde vücudu sarsılır. Annesi de babası da çok üzülmüşlerdir ancak olan olmuştur. Zaman zaman konuşmalarında kafasındaki bir tahtanın o gün yerinden oynadığından ve bir daha yerine oturmadığından bahsedecektir.

Tevfik özgür bir ruha sahiptir, başıboş gezmekten hoşlanır. Aklı, fikri babasıyla dinlediği Tepecik Kahvesi’nde dervişlerin üflediği Ney adlı müzik âletindedir. Bodrumda çocukken gittiği kıraathanedeki neyzenlerden etkilenir ve ney üflemeye başlar. İzmir'de ve Istanbul'da mevlevihaneye ney ve muhabbet içün takılmaya başlar, orada bir çok entellektüel ile tanışır...Tokadîzâde Şekib Bey, Tevfik Nevzat, Şair Eşref, Ruhi Baba, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Tanburi Cemil, Yunus Nadi, Udi Nevres, Hacı Arif Bey, Şair Şeyh Vasfi, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci tanıştığı ve görüştüğü yazar ve şairlerlerdir.
Mehmet Âkif ile dostlukları vardır, Şair Eşref'ten de etkilenmiştir ve onun ile Mısır'a gider bir süre orda yaşar, tekrar İstanbul'a döner...

Mısır’da Kahire’de beş parasız sokakta kalmış, bir Bektaşi tekkesine sığınmıştur Neyzen. Ağzında ekmek olan bir köpek gelir yanına. Ve Neyzen açlığın tesiriyle köpeğin ağzından ekmeği kapıverir. Fakat sonra dayanamaz ve ekmeğin yarısını köpeğe iade eder. Neyzen diyorki, "herhalde köpek aramızda bir fark olmadığını düşünmüş olacak ki korkuyu atlattı ve ekmeği yemeye başladı" İşte yarı kavga yarı lokma paylaşmak suretinde başlayan köpeği ile olan bu ilişki çok sadık ve sağlam bir dostluğun temeli olmuş. Neyzen köpeğin adını da Ashab-ı kehf’ten yani yedi uyuyanlardan birinin adı olan Mernuş koymuş ve köpeğini ölene dek yanından hiç ayırmamış. Mernuş ölünce yazdığı şiir:

MERNUŞ (*)
Bu engin ayrılık canıma yetti, 
Başımdan aşıyor kederim Mernuş. 
Bu yolda yazılmış ferman-ı kaza, 
Bunu da gösterdi kaderim Mernuş.

Bağlanmıştım bütün kalbimle sana, 
Şu fani cihanı okuttun bana. 
Sen göçtükten sonra ben yana yana
 Hicranla gözyaşı dökerim Mernuş. 

Bu yolda cahilim, bildiğim kısa, 
Sen girdin toprağa ben düştüm yasa. 
Haklı haksız hatırını kırdımsa 
Affet günahımı, beşerim Mernuş! 
(*)Azâb-ı Mukaddes kitabı, S. 193. 
 
Ardında Hiç Azab-ı Mukaddes gibi kitaplar, Nihavent Saz Semaisi, Şehnazbuselik Saz Semaisi gibi besteler,  taksim kayıtları taş plaklar bırakarak 1953'te "hiç"likten "hep"liğe irtihâl eylemiştir...
Hüseyni taksimi ve bestekeldiği Nihavent saz semaisi, buyrunuz:
Dünya malına zerre tamahı yoktur. Kimseye minneti de yoktur.
“Dünyanın en yüksek tahtına da çıksan yine aynı ....(kabalarının üstüne)'nün oturacaksın” der.

İyi kalpli bir genç, bir gün Neyzen'in parasız pulsuz gezdiğini bildiğinden ona para vermek ister, ama onun dillere destan hazır cevaplılığı da gözünü korkutmaktadır ve parayı neyzenin arkasından yere atarak "Neyzen paran düşmüş" der. Neyzen'in cevabı müthiştir: "O düşen benim param değil, zaten bende para ne gezer, o düşen senin altın kalbindir."

Kıvır kıvır beyaz saçlı, harita yüzlü Neyzen ara sıra en olmayacak şeylere sinirlenir, homurdanır;
"Getirin elbisemi; çıkar, kaçarım burdan da ha!.. Kimse beni tutamaz!.. Bu dünyadan da kaçarım ha!.. Adam gibi eşit davranın insanlara!.." der...

Geçmiş günlere yananlara şöyle seslenir:
“Geçen gençlik günlerine yanmayan yok gibidir, bense bakar geçerim. Yoku vara varı hiçe gömerek, her solukta bir gam yakar geçerim.”

İlk çıkardığı şiir kitabına da “Hiç” adını vermiştir. 
Kendisine memuriyet teklif eden Talat Paşa’ya "memur olunca sonunda ne olacağım" diye sorar.
Talat Paşa memuriyet silsilelerini bir bir saydıktan sonra son kademeye gelir ve en son kademeyi şöyle söyler: "Hiç"
Neyzen, Paşaya döner ve şöyle der: 
İşte ben bugün de hiçim !

1940’lı yıllarda Bakırköy Akıl Hastanesi’nde 21 numaralı koğuş O’na ayrılır. Hem doktoru hem de dostudur ünlü sinir uzmanı Dr. Mazhar Osman. İstediği zaman gider kalır sonra canı istediğinde çıkar.

Gençliğinde hem Mevlevi hem de Bektaşi dergâhlarında kalmış olan Neyzen buradaki pek çok kişiden de feyz almıştır. Ancak hiçbir tarike bağlı kalmamıştır.

Öyle ki; İstanbul’a medrese eğitimi için geldiği yıllarda sarık ve cübbe taşımadığı için medreseden; ardından da mevlevihaneden kovulur.

Savaş vurguncularından birinin dedikodusu yapılmaktadır. “Tonla parası var… Herifin bir eli yağda bir eli balda… Nereye gitse hemen yol açıyorlar!” diye.
Neyzen “Gerçekten kenara çekiliyor mu herkes? ” diye sorar, “Çekiliyor” cevabını alınca; “Demek cebindeki pisliğe bulaşmak istemiyorlar…” diye yapıştırır cevabı.

Bir gün Neyzen’e sorarlar: “Neyzen, sen çalarken mi neşelenirsin yoksa neşeli olduğun zaman mı çalarsın?” 

Maliye Bakanı hakkında yolsuzluk dedikodularının dolaştığı bir dönemdir.

Neyzen: “Maliye Vekili değilim ki çalarken zevk alayım” der.

İkinci Meşrutiyet döneminde nazırlığa getirilen bir zat çok geçmeden yeğeninin vali olarak atanmasını sağlar.

Karşılaştıklarında Neyzen: “Maşallah kardeşinizin oğlu tıpkı fasulyeye benziyor.” deyince, adam: “Genç yaşta vali oldu neden fasulyeye benzesin? ” diye sorar.

Neyzen de verir cevabı: “İşte ben de onun için benzetiyorum ya, fasulye de sırığa sarılarak büyür.”

Basın çevrelerinde tanınmış bir hanım, Neyzen'le karşılaşınca, "aşk olsun, benim için aşifte filan gibi sözler söylemişsiniz?"  diye sitem eder,  Neyzen elini başından sinek kovalar gibi sallar; "hanım, sen beni tanımıyorsun, ben herkesin bildiği şeyleri söylemem" der.

Hayatı yoksullukla geçmiş  yüreği insan sevgisiyle dolu, dünya malına hiç değer vermeyen Neyzen Tevfik'e arkadaşları 1952 yılında Şehir Komedi Tiyatrosu’nda jübile yapacaklar, jübile yapılacağı gün bir arkadaşına telefon açar kendisine bir takım elbise göndermesini ister. Arkadaşı elbiseyi gönderir.

Jübile bitince sahnenin arkasında o elbiseyi çıkartıp oradaki garsonlara verir sonra eski elbiselerini giyer. "Bana vereceğiniz parayı yoksullara dağıtın" der.

Nice abdalların bulmak için nice yıllar yanıp tutuştuğu, aptalların ise dünya malında bulmayı umduğu o son mertebeyi ne de güzel izah etmiştir Neyzen. "Hiç"tir.

Bu yüzden 28 Ocak 1953’de verdiği son nefesinde o “Hiç”i uğurlamak için binlerce insan akın eder Barbaros Bulvarı’na.

En yüksek derecede devlet memurlarından, kılıklarına çeki düzen vermeye çalışan sarhoşlara, üniversite profesörlerinden, sokak dilencilerine kadar binlerce insan… Hiçlik mertebesine erişmiş Neyzen’i “hep” birlikte uğurlarlar…
_________
(Derleme)

23 Haziran 2024 Pazar

Cilalı taş devrinden cilalı adam devrine...


3. Mustafa (1717 – 1774)'nın Lâle devrinde (1718 – 1730) Şehzade iken yazdığı şiirinde şöyle der:
"Yıkılıpdur bu cihân sanma ki bizde düzele
Devlet-i çarh-ı denî verdi kamu mübtezele 
Şimdi ebvâb-ı saâdetde gezer hep hezele
İşimiz kaldı hemân merhamet-i lem-yezele’
(Düzeleceğini zannetmeyin, dünya yıkılıp gidiyor; / Alçak dünya devleti aşağılık adamlara teslim etti. / Mutluluk kapılarında şimdi bu aşağılık, âdî adamlar dolaşıyor / İşimiz artık Allah’ın merhametine kaldı.)

İdrak ettiğimiz zaman diliminde eşref-i mahlukat olarak doğan ancak esfel-i mahlukat olarak hayat yolunda yürürken evrimleşmiş(!), koyun bile demenin iltifat olacağı insanımsılar maatteessüfki  her yerdeler...koyun değil belki onlara har demek ehveninden kurtarabilir.

Cilalı taş devrindeki Homo sapiens; şimdilerde ya içinde şeytanın dizginleri ele aldığı, aklına kırk tilkinin danışmanlık yaptığı, "cilalı adam" görünümlü olarak debdebe ve şaşaa içinde yaşıyor...yahut uydum akıllı koyun sürüsü devrini yaşıyor geri kalan beceriksizler !

Bu dışı cilalı içi küflü/paslı, liyakat ve ehliyet yoksunu/yoksulu zevât içün Osmanlı devrinde kullanılan tabir, adam kıtlığı manâsındaki "kaht-ı rical"...

’Rical’’ (recûl kelimesinin çoğulu) iyi eğitimli, irfan, akıl, hikmet, ilim, dürüstlük ve cesaret sahibi insanları ifade etmek manasına kullanılır...‘’Kaht-ı rical’’, cemiyetin her kesiminde, hatta bürokraside, yönetimde, ehliyet ve liyakat gereken işlerde, ahlâklı, dürüst, bilgili, tecrübeli insanların kıtlığını da kasteder mahiyette özellikle kullanılan bir tabir...

Ziya Paşa yaşadığı devirde, bu minvaldeki zamanının yöneticilerine, siyasetçi ve bürokratlarına yazdığı mısralardan birisinde şöyle der:
‘’Asiyab-ı devleti (devletin değirmenini) bir har (eşek) da olsa döndürür.’’

Türk edebiyatının hiciv ustası Şair Eşref de Ziya Paşa’ya cevaben yazar:
"Asiyab-ı sengi'yi bir har da olsa döndürür, Döndürür ama mili kırar çarka s…çar harabeye döndürür.’’

Neyzen Tevfik de yukarıdaki mısralara “nazire” olarak, şöyle bir beyit yazar:
"Öyle harlar koştular kim asiyab-ı devlete, birbirin çiğnemekten, dolab-ı devlet dönmüyor.’’

Devletlerin tarihinde bu kıtlık dönemlerine rastlamak mümkün, işte yukarıda Ziyâ Paşa ve diger ediblerin kaleme aldıkları mısralardan da adam kıtlığı yaşandığı bir döneme dair yazılmış mısralarda bunu görüyoruz...demeli ki: "Kırk çoban eşeğinden bir çoban çıkar mı ?"

Netice-i kelâm, devlet adamı terbiyesi ve eğitimine azami dikkat etmek elzem olup, devletlerin terakkisi ve toplumların huzur ve adalet duygusunun tatmini, ehliyet ve liyakatın gözetilmesi, nefsine değil topluma hizmet makamında olduğunun bilincinde olarak kişilerin hizmete/hizmetkârlığa talip olması bu açıdan çok mühim...değilse, çoban kisvesine bürünmüş har elinde koyun sürüsü derekesindeki sürü toplumlarda insaniyetten bahis havada kalır !  

Ziya Paşa' ile nihayet verelim:
"Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı"
(Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda hâline geldi; namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı.)
"Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma 
Zer-dûz palan vursan da eşek yine eşektir" 
(Asılsız/soysuz birine üniforma ya da gösterişli, pahalı giysiler soyluluk verir mi hiç; eşeğe altın semer vursan da eşek yine eşektir.)

22 Haziran 2024 Cumartesi

Her dem dalkavuk...


över durur dalkavuk
kibirlinin kibrini
güce tapar her lavuk
bilir gücün sihrini

sevilmez mi yalaka
makbuldur filhakika
yere kadar eğilir
gözdedir hep mutlaka

dalkavuk hem soytarı
yağdanlıktır tek varı
ulufesi kemiktir
ipektendir yuları

her meclise seyirtir
he'ye yok'a sırıtır
baş sallar alkış tutar
iyi yalan kıvırır

el öper etek öper
eşiğe döşek serer
yetmez yalar hem pabuç
başı göklere değer

değişse devir devran
hergelen ona hayran
vazifesinde usta
her devran ona bayram

21 Haziran 2024 Cuma

Kimi sütü sağarken kimi yer kaymağını...


dünyanın hakikati işte;
birileri sütü sağar,
mayalar
yoğurdu kaymak tutar
yayık yayar yağ çıkarır
çeker cefasını

kimileri yer
bal, yağ, kaymak
sürer sefasını

biri ayran içer
gözü de toktur gönlü de
kuru çökeleğe de şükreder

öteki süt içer
ne yağa doyar ne kaymağa
gözü açtır gönlü fukara
ister de ister

buluşurlar nihayetinde;
okunur önce selâ, ardı sıra musalla
gömülürler aynı toprağa
hem de koyun koyuna...

kimi suçlu ve borçlu...
kimi alacaklı ve huzurlu...
bir yanı karanlıkmış bir yanı nurlu
işte bu dünyanın sonu...

20 Haziran 2024 Perşembe

Müzmin alacaklılar, "cool"lar !


Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Kibirlenip de insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman sûresi, 18)

Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Mütekebbirler/kibirli kimseler, kıyâmet gününde insan sûretinde küçük ve kırmızı karıncalar kadar haşrolunacaklardır. Zillet her taraflarından onları saracaktır. Cehennemdeki “Bûles” adı verilen bir zindana sürükleneceklerdir. Onları ateşlerin ateşi kuşatacak ve Cehennem ehlinin Tînetü’l-habâl denilen kan, irin ve pisliklerinden içirileceklerdir."
Egosu tavan yapmış burnu havada narsist kişilikler aslında her türlü değer üzerinden asalakça yaşamaya çalışan, kendi çıkarı içün başkalarını kullanan kibir kumkumalarıdır...kendilerinin çok özel, mükemmel, eşi ve benzeri bulunmaz olduğuna ve bunun ise ancak özel ya da üstün diğer kişilerce ya da kurumlarca anlaşılabileceğine, ancak onlarla ilişki kurması gerektiğine inanır, gereğini yapar ve bunları duyurarak diğerleri tarafından beğenilmek isterler. Çünkü şahsının bunu hak ettiği duygusu içindedirler.
Narsistler ile ilgili bazı özellikleri bilmek, insanları tanımak açısından önemli;

"...anlamak gerek: Sarsılmaz görünen özgüvenin ardındaki ruhsal çelimsizliği, karizmanın ardındaki hamlığı, böbürlenmenin ardındaki utancı, yalanların ve manipülasyonun ardındaki korkuyu, değersizleştirmelerin ardındaki değersizlik inancını, yetersiz hissettirmelerin ardındaki yetersizlik algısını, sürekli sızlanan mağdurun ardındaki faili, aşırı özverinin ardındaki hıncı, kendini adamanın ardındaki asalaklığı, sahte tevazunun ardındaki kibri, kendine acımanın ardındaki büyüklenmeyi, küskünlüğün ardındaki hasedi, kalabalık sosyal çevrenin ardındaki içsel boşluğu, kendini sevme söylemlerinin ardındaki kendilik nefretini, havalı (cool) duruşların ardındaki empati yoksunluğunu, soğukkanlılığın ardındaki anksiyeteyi, ilgi ve sahiplenmenin ardındaki kontrol ve iktidar çabasını, olgun duruşların ardındaki çiğliği, eğlenceli görünümün ardındaki iç sıkıntısını, keyif alışların ardındaki huzursuz arayışı, yarattığı ruh ikizi illüzyonunun ardındaki geçici kılık ve hatta şekil değiştirme kıvraklığını, etkileyici centilmenin ardındaki sadisti, cömert kahramanın ardındaki ruh ve beden cimrisini, sımsıkı saran kucaklamanın ardındaki sarsıcı kopukluğu, ne yaptığını bilen ağırbaşlı yetişkin görünümünün ardındaki sabırsız, güvensiz, travma mağduru çocuğu görmeden, bilmeden anlamadan narsist bireye karşı kendini korumak mümkün değildir. Çünkü narsisizmin dinamiklerini kavramadan narsist bireyle mücadele etmeye çalışmak, yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot gibi, bir illüzyona kılıç çekmeye benzer. Bir narsistle yaşamak, orada olmayanla yaşamaktır. Orada olmayana karşı korunamayız. Orada zannettiğimiz aslında nerededir? Önce bunu görmek, anlamak 
lazım."..."büyüklenmeci narsist hayata karşi alacaklı pozisyon almıştır, sürekli tahsilat peşinde koşar, risk almayı ve rekabeti sever, tanınmak, şöhret kazanmak için ugrasir."...."Narsisistik yakıt ikmali; başkalarının vereceği aşırı ilgi, övgü, hayranlık ya da (bunlar olamıyorsa) korku, itaat ve hizmete ihtiyaç duyma, talep etme ve almak için yoğun çaba gösterme halidir. Narsist birey, ötekilerin duygu, tercih ve beklentilerini hiçe sayarak sahne şovunu sergiler ve onlardan sahte benliğini alkışlayarak onaylamalarını, zayıf egosunda anbean oluşmakta olan çatlakları, yarıkları beğeni ve hayranlıklarıyla sıvamalarını bekler."..."Hak etme yanılsamasının fahiş bedeli ebedi tatminsizlik ve huzursuzluktur. Çünkü bu yanılsama narsist bireyi “alacaklı” rolüne iter. Müzmin alacaklıdır narsist. Hayat borçludur ona: Servet, başarı, şöhret, zekâ, güzellik, bitmeyen gençlik, aşk, iktidar ve ayrıcalıklar borçludur. Bu durumda ihtiyaçları hasbelkader karşılansa bile narsist birey doğayla ve kendi gerçekliğiyle uyumlu olmayan beklenti ve hayallerin peşinde olduğu için bunun farkında ve doyumunda olamaz."(1)

"İyi bir lider, ekip üyeleri ve arkadaşlarıyla bir araya gelip rakip ekip ve kuruluşların önüne geçmeleri için onlara yardımcı olmaya çabalarken, narsist bir lider kendi ekibinde öne geçer. Böyle bir lider, en iyi ihtimalle yalnız bir kurt ve en kötü ihtimalle de bir asalak olur."(2)

Denk gelirseniz bu tevazu ile kılıflı narsist ve "cool" asalakları tanırsınız mutlaka !

Ve netice-i kelâm:
A. Avni Konuk der ki,
"İlimsiz mârifet muhal ve mârifetsiz ilim vebaldir"
___________
(1)Şule Öncü, 2024, Hepimiz Narsistiz, Destek Yayınları.

(2) Why do So Many Incompetent Men Become Leaders ? Harvard Business Review Press. 19 February 2019

19 Haziran 2024 Çarşamba

Pendimiz, bendimiz...


çayın sallamasından, adamın dallamasından uzak durmalı
yalancının sallaması bol, ahmağın anlaması ehven olur
eşeğin anırması, edebsizin bağırması berbad olur
arsızları uyarması, sağıra öğüt vermesi beyhude olur
şaşı gözlü tek görür mü,
katır kısrak doğurur mu,
keçi kılını eğirmek,
hallaca nasip olur mu
"Bir"i iki görenler gölgeyi varlık sanır, ve gölge etrafında ömür boyu dolanır.
yoku yoklamakla "Var"ın anlaşılması muhal
unutmamalı ki, öküzün kavurması sert, hazmı dert olur...
tefekküre dair: tavşanın koşup da görmeden geçtiği yerleri, kaplumbağa hafızasına nakşeder...acele şeytandandır, temkin Rahman'dan !
Ve bir ozan der:
"Tutmayan pîr ü peder pendini rağbetten çıkar
Hazret-i Âdem gibi gûyâ ki cennetten çıkar" (Âşık Ömer).
A.Avni Konuk der:
"İlimsiz mârifet muhal ve mârifetsiz ilim vebaldir"

18 Haziran 2024 Salı

Sahici olmayanları yok hükmünde saymak...silip atmak !

 

 "Bozuk para insanın cebini deler, bozuk insan da kalbini. Bu yüzden harcayın ikisini de gitsin" (Tolstoy)

Şöyle dönüp, insan yaşadığı yılları gözden geçirse...
Yıllarca biriktirdiğim neler varmış neler meğer, der sanırım...
Ve belki gün; hayatı boyunca biriktirdiği kişiler, dostluklar, hatıra ve arkadaşlıkların gerekliliği ve lüzumunu, samimiyetini ve kıymetin gözden geçirir...

Mes'elâ telefon rehberindeki yüzlerce kişinin kaçı gerçekten samimi dost, arkadaş, ahbab...yılda kaçıyla kaç sefer ve ne içün görüşmüş acaba....ne içün ve ne zaman aramış yahut aranmış !

Sonra radikal bir karar alsa insan, gereksiz, samimiyetsiz, çıkar beklentisi içinde olanları mezata çıkarıp açık eksiltme yoluyla elden çıkarmayı denese... Çıkarıyorum hayatımdan birer ikişer hepsini dese...
Bilirsiniz ikinci el satış yapılan yerler var, bit pazarları ve müzayedeler gibi...

Sosyolojik açıdan bir değerlendirme yapılacak olursa, aslında insanın mazide değerli zannedip, kıymet vererek hayatı boyunca biriktirdiklerini düşününce, insanlarda tıpkı bit pazarına götürülen eskiden kıymetli görüp alınmış sonra gözlerinden düşünce elden çıkarılan şeyler gibi bir yığın lüzumsuzu biriktirdiğini görecektir....işte bu farkındalık oluşunca insan gözden düşeni rehberinden silmekle kalmayıp, hayal ve hatırasından da kazıyıp çöp kutusuna gönderince sıfırlar kendini, sünger çeker maziye ve mazideki fazladan değer verdiklerine, huzura doğru adım atar...

Bu durumda; riyâkar, samimiyetsiz ve çıkarcılara ayırdığı vakte, verdiği emeğe, kıymet biçmeye değdi mi diye hayıflanmadan silmeli hepsini, yok hükmünde saymalı...

Kolleksiyonerliğin lüzumu yok demeli, kolleksiyonundakileri, hayatı boyunca biriktirdiği bir vakitlerin "en"lerini def etmeli kalan ömründen, silmeli hafızasından, çıkarmalı hatıratından... mes'elâ şunlar gibilerini:
cilalı, boyalı, sırlanmış olanı
topraktan geldiğini unutanı
toprak kökenli çinisini, bronzunu, porselenini
ağaç kökenli olanı: odunu, takozu, çıra gibisini
ecnebi özentisi ingiliz poturlusu, melon şapkalısını
badem bıyıklısı, keçi sakallısını
üç para çıkar içün el etek öpeni
adamlık taslayıp zibillikte gezeni
kaftanı, kepi, sarığıyla adam olduğunu zannedeni
aşırma sözler satıp dilini süsleyeni
makam mevki içün nefes nefese seyirteni
haketmeyerek ayak oyunları ile geldiği taht ve taht-ı revandan inmek istemeyeni
yağdanlıkları, dalkavukları, sakallılar içün cebinden taraklar eksiltmeyeni
ahlâk edebiyatı yaparken ahlâksızlığını gizleyeni
küflü paslı metâını süsleyip bezeyeni
sahteyi hakiki diye yutturmak içün Allah'ı şahit tutup yemin edeni
kibrini tevazu kılıfına bürüyerek arz-ı endam edeni
yaladığı mürekkebi sindirmeyi hak etmeyen müsvedde alimleri
kendi gölgelikte oturup etrafını güneşin altında ayakta bekleteni
insanların sırtından çıkar teminini karakter haline getireni...
ucuz etini yahni diye servis edeni...
ilâ ahir...(.....)
Ve gözünü dört açılmalı insan, bir dahaki sefere ince eleyip sık dokumalı;
meğer ben ne safmışım, 
dış görünüşe nasıl da aldanmışım
antika zannetmiş, dağarcığımda saklamışım, 
maskeleri olduğunu zamanla anlamışım, belki de geç kalmışım...demeden, 
keşke demeden, ah u vah etmeden !
kurtulmalı gözden düşmüş, gönülden çıkmış, rehberden silinmiş olanlardan.
....
müzayedeye çıkarmalı onları belki... 
haraç mezat
satıyoruuuum, buyursunlar...
haraç mezat mallar bunlar, 
buyrun koleksiyona, 
tecrübeyle test edilmiş çuvallar dolusu sahtekâra;
ciltlere sığmayan yalanları ile yalancılara....
yok mu alan, diyerek...bit pazarı niyetine hicvedip, 
üstüne basıp ayak altında çiğneyerek geçip gitmeli...
Halen bunlara talip olan, kalite kontrolundan geçememiş defolu arayan ve asla nasihatten anlamayan, musibetle öğrenmeye istekli olan varsa onlara demeli:
haydi koşun edin talan ! 

17 Haziran 2024 Pazartesi

Yürü git ilâhlarına tapıya...

Oğul aç kulaklarını eyi dinle söyleyeceklerimi:

Üçüncü çeyrek asırı içinde olduğumuz bu ömürde haddimizi de bildik, had bildirmeyi de...

Ekmeyi, ektiğimiz yerden biçmeyi, hakkı olanlara pay etmeyi iyi biliriz; ekmediği yerden biçmeye çalışanları, hak etmediğine çökmeye çalışanları hiç sevmeyiz...

Orağı, tırpanı, tırmığı da elimize aldık, harman yerinde yaba da kullandık düven ile harman da çevirdik...

Koyun kuzu da güttük, sürüye çobanlık ta yaptık...

Zervevatta suladık, çapa da yaptık, bağda belledik, soku taşında bulgur buğday da dövdük, tandır hamuru da yoğurduk, odunda kestik...

Sınır nöbeti de tuttuk, çatışmalara da girdik...sınırı asla çiğnetmedik !

Mektep medrese de gördük, mürekkep de yaladık, okkayı da diviti de kullandık...

Köyden bağı kopartmadan şeher çocuğu olarak doğduk böyüdük...ancak havas görünümlü avam hiç olmadık...

Şehiri, burjuvazisini, aristokrasisini de biliriz, onlarla hem hâl olmayı oturup kalkmayı da...çeyrek asırlık akademya bürokratlığımızda adalet üzre hizmetkâr olarak mesuliyetin hakkını vererek yerine getirmeyi, kürsüyü, nutuk atmayı da biliriz, kulak çekmeyi de, salonu sahne adamlığını da ihmal etmedik, gereğini yapmayı da iyi biliriz...

Ne küçük ve hor gördük her bir yaradılanı, ne de kendimizi dev aynasında görmedik...Allah'a kul olduk, "iyyake n'abudu" diye haykırdık içimizden dışımızdan her bir an...

Türk İslâm kültür ve medeniyetini sıkısıkıya giyindik, tarih şuuruyla dağarcığımızı besledik, vatan sevgisinin imandan geldiğinin idraki ile yaşadık, amma ve asla çıkar umarak pazarlamadan !

İlme'l, ayne'l, hakka'l yakîni naklî ve aklî ilimlerin delilleri ile özden idrak ederiz, lafzıyla piyasa yapanları da ifşâ ve tekdir ederiz...

San'atın da zenaatın da, ustalarla icrâ edecek kadar içinde olduk....şâirliğimiz, bestekârlığımız da oldu icrâcılığımız da...

Edebimizi edebiyatımızda gören görür...

Akl-ı selim ve zevk-i selim olarak ilmimizle amil, irfanımızla ve fakrımızla müftehiriz hamd olsun...

Sonradan görme cavırdan dönmelere pabuç bırakmadık bırakmayız...

İlmi laf-ı güzaf, irfanı kiyl ü kâl, ahlâkı çıkma/çakma olan hatip diplomalıları kapıdan değil eşiğimizden bile sokmayız...

Gönül nedir bilmeden gönül pazarlamacılığına soyunanlara aldanmayız...

Damla bile değilken deniz olduğunu zanneden ruhu çölleşmiş muhterem(!)leri adamdan saymayız...

Çıkarı içün örümcek ağı benzeri ilişkiler kuranları, ikbal içün çalmadık kapı bırakmayanları da biliriz hem görürüz, yazıklar olsun der geçeriz böylesi gübre sineklerine...

İlim ve irfan ehlini de, kalem ve kelâm ehlini de, keyf ve kebap ehlini de gözünden tanırız...

Devlet adamı terbiyesini ve ciddiyetini iyi biliriz, devlet adamı ciddiyetinden yoksun terbiyesizleri de hemen tanırız...

Ayak takımının, yalaka ve yağcıların, ehliyet ve liyakatı olmadan baş olduğu, baş tacı edildiği devirleri de gördük, neticesini de !

Basîretimizle hamd olsun ki, adamın sahtesini sahte paradan daha kolay ayırd ederiz...

Biz aziz milletin asli unsuruyuz, çakma millilerin sahtekârlıklarına asla göz yummadık yummayız...

Adam gibi adamlıktan sapmadık, sapmayız !

Oğul, bu millî ve manevî değer bezirgânı zamazingolara rast gelince demeli ki:

"Ey muhteris, sahtekâr, çakma millî, ayak takımı, diploması bakkaldan onaylı cahil: haydi defol başka kapıya, yürü git ilâhlarına tapıya..."

16 Haziran 2024 Pazar

Bir halt olmaz...


karga iken bülbüle özenenden
el âleme gösteriş için bezenenden
he'ye yok'a havlayandan ötenden
çok şey olsa da, bir halt olmaz

ikbali içün el etek öpenden
salya akıtıp yal dilenenden
postal yalamayı huy edinenden
çok şey olsa da, bir halt olmaz

koltuğunu ikizi zannedenden
(be)leş görse sinek olup süzülenden
rütbesi sökülünce büzüşenden
çok şey olsa da, bir halt olmaz

lafla peynir gemisi yürütenden
fani dünya ardında seyirtenden
ilmini pul peşinde çürütenden
çok şey olsa da, bir halt olmaz

15 Haziran 2024 Cumartesi

Fincandaki çıkmaz fal...


bir bahar ki içi güz 
aklı kısa fikri uz
yüzü güney ardı kuz 
nasıl kanıyormuşuz

çiçek böcek manzara
oynar içi tamzara
şeytanla münazara
biz ne anlıyormuşuz

dile bakma gönle bak
kalbi put dolu tabak
peruk takmış kel kabak
hikmet satıyormuşuz

etiketli fason mal
aşı tutmaz çürük dal
fincandaki tutmaz fal
neler umuyormuşuz

14 Haziran 2024 Cuma

Mezar taşındaki rütbenin...


hakkı verilmemiş cübbenin
kulağa girmemiş hutbenin
çözümü imkânsız ukdenin
çıkara dayalı hizmetin
faydası yok faydası yok
okutması nakıs mektebin
manâsı olmayan nüktenin
palanı düşüren merkebin
mezar taşındaki rütbenin
faydası yok faydası yok
ya ihlas ya iflas ortası yok
mimde sır elif ki, dosdoğru ok
cevher arar isen toprakta çok
ihlassız işlerin kıymeti yok
süslü esvab çok, içte âdem yok

11 Haziran 2024 Salı

Bir ibretlik hikâye: Örnek bir devlet adamı nasıl olurmuş...

Büyük kubbeli serin Dîvan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincâbî bahar ziyaları, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan ihtiyar sadrazamın sönük gözleri, gayet uzak, gayet karanlık şeyler düşünüyor gibi, mevcud olmayan noktalara dalıyordu.

— Cesur bir adam lazım, paşalar, dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara garkederek gönderdiği elçisine, padişahımızın elini öptürmedik; ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da mukâbele etmeye kalkacak.
— Şüphesiz.
— Hiç şüphesiz.
— Mutlaka...

Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi fikrinde olduğunu anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:

— O halde bizden elçi gidecek adamın çok cesur olması lazım! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusu ile, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin...
— Evet!
— Hay hay.
— Çok doğru...

Sadrazam, sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı.

— Haydi öyleyse... Bir cesur adam bulun, dedi. Hâcegân'dan, Enderun'dan, Dîvan'dan benim aklıma böyle gözü pek bir adam gelmiyor. Siz de düşünün bakalım.
— ..... Kaldım...
— .....
— .....
— .....

Sofu, sulhperver, sakin padişahın koca devletine sessiz, küçük bir dimağ olan Dîvan düşünmeye başladı.

Bu elçi, yedi sene sonra takdirin "Yavuz" namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safevi'ye gönderilecekti! 

Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan ziyade, kitapla geçiren Bayezid-i Veli'nin tabiatı son derece halimdi. Yalnız şiiri, hikmeti, tasavvufu sever; muharebeden, mücadeleden nefret ederdi.

Vezirler, sevgili padişahlarının sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sanırlardı. Bununla beraber hudutlarda yine kavganın arkası alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrad, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini takip ediyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro fetholunuyordu. Sanki İstanbul Fâtihi'nin azmiyle dehası -tahta geçer geçmez babasının heykelini "gölgesi yere düşüyor" diye kırdırıp sevaba girmeye kalkan- zâhit[1] halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, ezeli bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe, gaile[2] gaile üstüne çıkıyordu. Hele şark... Kan içinde, ateş, zulüm içinde kıvranıyordu. 

Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının enkazı üstünde Şah İsmail serseri bir saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyük babası Cüneyd'in intikamını aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş Şah, akla gelmedik canavarlarla sağına, soluna saldırıyordu. Kendine iltica eden tarafları bile çağırdığı ziyafette, yemekmiş gibi, kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, mağlup ettiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bu gaddar Şah, dünyada hakikaten eşi görülmemiş bir zalimdi. 

Bayezid Dîvanı'nın edib, sakin, haluk, dindar vezirleri, onun vahşetlerini hatırlamaya tahammül edemezlerdi. Bu zalim, bir gün mutlaka bizim hududumuza da tecavüz edecek, şark eyaletlerini zapta kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye hâkimi Alâüddevle'den nikâhla kızını istemişti. Alâüddevle kızını vermedi. İsmail, uğradığı bu red hakaretinden hiddetlendi; intikam için padişahın toprağından geçti. Müdafaasız Zülkadriye arazisine girdi, Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alâüddevle'nin oğlu ile iki torunu eline esir düştü. Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle bir vahşet şarkta yeni duyuluyordu. 

Cenk istemeyen padişah, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. 

Bu şah, zalim olduğu kadar da kurnazdı. Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O vakit Trabzon valisi bulunan Şehzade Yavuz, babası gibi sabredememiş, Tebriz hududunu geçmiş; Bayburd'a, Erzincan'a kadar her tarafı talan etmiş, hatta Şah'ın kardeşi İbrahim'i esir almıştı. İsmail'in elçisi şimdi bu tecavüzden de şikayet ediyor; Osmanlı toprağına son akınlarının, padişahın devletine karşı değil, sırf Alâüddevle aleyhine olduğunu tekrarlıyordu. 

İşte Dîvan'da bu kurnaz, bu zalim, gaddar türediye gönderilecek münasip bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı hakanıyla bir tutan, hatta bütün şarkta cihangirlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama karşı şüphesiz birçok münasebetsizlikler edecek; münasebetsizliklerine mükâbele edeni ihtimal kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri, bir mezar taşı gibi hareketsiz duran, kırmızı tuğlu kavuk yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:

— Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum, dedi. Babası benim yoldaşımdı, ama devlet memuriyeti kabul etmez.
— Kim?
— Muhsin Çelebi.

Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:

— Burada mı oturuyor?
— Evet
— Ne iş yapıyor?
— Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ülfet etmez. İkbâl istemez.
— Neye?
— Bilmem ama, belki "zevâli var" diye.
— Tuhaf...
— Fakat çok cesurdur. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok defa gaza etmiştir. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
— Bize elçi olmaz mı?
— Bilmem.
— Bir kere kendisini görsek...
— Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
— Nasıl gelmez?
— Gelmez işte... Dünyaya minneti yoktur. Şahla gedâ[3] nazarında birdir.
— Devletini sevmez mi?
— Sever sanırım.
— O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
— Tecrübe buyurun efendim.
.....

Sadrazam, o akşam kethüdâsını[4] Muhsin Çelebi'nin Üsküdar'daki evine gönderdi. Devlete, millete dair bir maslahat için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka tereddüt etmeyip gelmesini yazıyordu.

Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük, loş bir odada kâtibinin bıraktığı kağıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebi'nin geldiğini haber verdiler.

— Getirin buraya, dedi.

İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı ceviz kapısından pala bıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının tekâpûsuna[5], secdesine alışan sadrazam, bir an, eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin daima öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi, gayet tabii bir sesle sordu:

— Beni istetmişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
— Şey...
— Buyrunuz efendim.
— Buyur oğlum, şöyle bir otur da...

Muhsin Çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden, gayet tabii bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden: "Ne biçim adam? Acaba deli mi?" diyordu. Halbuki... Hayır. Bu çelebi gayet akıllı bir insandı! Merde, namerde muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Fukaraya, zayıflara, gariplere bakar; sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı. Ama mutaassıp değildi. Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı. Devletinin büyüklüğünü, kudsiliğini anlardı. Yegane mefkûre[6] si: "Allah'tan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak"tı... İlmi, kemali herkesçe malumdu. İbn-i Kemal ondan bahsederken "Beni okutur!" derdi. Şairdi. Lâkin ömründe daha bir kaside yazmamıştı. Hatta böyle methiyeleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mîna çiçekli, cenneti andıran nuranî yolların nihayetinde daima "kirli bir etek mihrabı" bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun nazarında çok yüksek, çok büyüktü. İnsan, arzın üzerinde Allah'ın bir halefiydi. Allah, insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her mevcudun fevkinde idi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe tabasbus[7] pek yakışırdı; ama, insana... Muhsin Çelebi, her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzet-i nefissiz kölelerden, zâhifeler[8] gibi yerlerde sürünen mülevves[9] esirlerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için merdümgiriz[10] olmuştu. Yalnız muharebe zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı. Huzurda serbest, tabii oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama, kızdırmadı:

— Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin, oğlum?
— Ben mi?
— Evet.
— Ne münasebet?
— Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da...
— Ben şimdiye kadar devlet mansıbına girmedim.
— Niçin girmedin?

Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi:

Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi; halbuki zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek hatta ayak öpüp, bin türlü tabasbusla, riya ile, tekâpu ile çıktıklarından etraflarına daima hep bu zelil[11] mazilerinin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimleri, himaye ettikleri, hep denî[12] riyakarlar, ahlâksız müdâhinler, namussuz maskaralar, haysiyetsiz dalkavuklardır. Mert, doğru, izzet-i nefis sahibi, hür, vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen garez olur, mahvına çalışırlar. Gedik Ahmed Paşa niçin hançerlendi, paşam?
— ....

Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kağıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu. Ama hiddetlendiği zamanlarda olduğu gibi yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında akranlarından kimse böyle dümdüz laf söyleyememişti. Tekrar "Acaba deli mi?" diye düşündü. Deli değilse... Bu ne küstahlıktı. Bu derece küstahlık, "nizamı âleme" muhalif değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden, "Şunun başını vurdursam..." dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: "İşte, sen de tabasbus, riya, tekâpu yollarından yükselenler gibi, serbest, düz, bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!" Süzgün gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kağıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebi'ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı...al yanakları...yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu...biraz büyücek, eğri burnu...ince sarığı...tıpkı Şehnâme sahifelerinde görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu, alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhuna akseden sesini, gururunun karanlığı ile boğmadı. "Tam bizim aradığımız adam işte..." dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğunu hafifçe salladı:

— Seni Tebriz'e elçi göndereceğiz.

Muhsin Çelebi sordu:

— Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan intihâb etmiyorsunuz?
— Sen, Şah İsmail denen habisin kim olduğunu biliyor musun?
— Biliyorum.
— Devletini seviyor musun?
— Seviyorum.

Hakim sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:

— Pekâlâ öyleyse, dedi, bu habis "elçiye zeval yok" kaidesini kabul etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. İhtimal işkenceyle idam eder. Çünkü Allah'tan korkusu yoktur. Halbuki elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam lazım ki, hakaret görünce başından korkmasın... Bu hakareti aynıyla o habise iade etsin... Devletini seversen sen bu fedakarlığı kabul edeceksin!

Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:

— Ettim efendim, fakat bir şartla, dedi.
— Ne gibi?
Mademki bu bir fedakârlıktır, fedakârlık ücretle olmaz. Hasbî[13] olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, hakikatte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıp, ücret filan istemem. Fahri olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!
— Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atları, hademeleri, esvabı daha muhteşem, daha ağır olmak icap eder. Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.

Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:

— Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. İcap eden muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim. Hatta...
— .....

Sadrazam gözlerini açtı.

— ... Hatta sırtıma Şah İsmail'in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.
— Ne giyeceksin?
— Sırmakeş Toroğlu'ndaki, dîbâsı Hind'den, harcı Venedik'ten gelme "Pembe İncili Kaftan"ı alacağım.
— Ne... O kadar parayı nerede bulacaksın, oğlum?

Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay evvel tamamlanan, üzeri en nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanın namını İstanbul'da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha hediye etmek için Toroğlu'na müracaat ettikçe, o, fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi, bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı:

— Çiftliğimle, mandıramı, evimi rehine vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altın atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.

Sadrazam bu hareketi makul bulmadı:

— Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin.
— Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigar bıraktığı mandıram devlete feda olsun... Devletten hep alınmaz ya... Biraz da verilir!
— ......

Muhsin Çelebi ile konuştukça sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek tam bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Dîvan'ın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin haysiyetinden ziyade alacağı ihsanı düşünerek, hakkında revâ görülen her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi'yi yemeğe de alıkoymak istedi. Muvaffak olamadı, giderken onu tâ sofaya kadar teşyi etti.

......Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzdü. Bunların hepsi hakikaten emsali görülmedik derecede muhteşemdi. Dönüşte yedi bin liraya iade etmek şartıyla Toroğlu'ndan meşhur Pembe İncili Kaftan'ı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın nâmesini koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin debdebesi, dârâtı[14], hele incili kaftanının şöhreti bütün Anadolu'dan geçerek Şah İsmail'in diyarına taşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz kalesine büyük bir ihtişamla girdi. Bu küçük pâyitahtın süse, dârâta, renge, ziynete meftun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdılar. Şehir, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail "Pembe İnci"yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı nefsinde derin bir garez duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden evvel tahtının arkasına cellatlarını hazırlattı. Tahtın önündeki dibâ şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyorlardı.

...Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi yukarda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Koynundan çıkardığı nâme-i hümâyununu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu, ipek yığınlarına sarılmış, sırmalarla, tuğlarla, sancaklarla bağlanmış gibi- garip bir yırtıcı kuş sükûnetiyle tüneyen Şah'a uzattı. Ayağı öpülmeyen Şah gazabından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Nâmeyi aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir etrafına baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden: "Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba..." dedi. Bir an düşündü. Bu hakarete nasıl mukâbele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftan'ı çıkardı. Tahtın önüne, yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar, hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymettar kaftanın üzerine bağdaş kurdu. İnce dev, ejderha resimleri nakşolunmuş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sadâsıyla:

— Nâmesini verdiğim büyük padişahım, Oğuz Kara Han neslindendir! diye haykırdı, dünya yaratıldığından beri onun ecdadından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ecdâdı hilkatten itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir ecnebî padişah karşısında dîvan durmaz. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur.

Çünkü... Muhsin Çelebi, kaba Türkçe nutkunu bağırdıkça, fârisî bilmeyen Şah kızarıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı nâme, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Mukarripler, vezirler, cellatlar, muharipler hükümdarlarının sabrına, tahammülüne şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi, sözünü bitirince müsaade filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail donmuş, taş kesilmişti. Çaldıran'da kırılacak gururu, bugün, bu tek Türk'ün ateş nazarları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi hayretten donan nedimlerine:

— Şunun kaftanını veriniz, dedi.

Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:

— Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz.

Muhsin Çelebi durdu, güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek Şah'ın işiteceği yüksek bir sesle:

— Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz şilteniz yok... Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz? dedi.

...Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar'a girdiği zaman, Muhsin Çelebi'nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki:

— Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları[15], takımları, üstünüzdeki esvâbları, belinizdeki murassâ[16] hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
— Ediyoruz.
— Ediyoruz.
— Anamızın ak sütü gibi.

Cevabını alınca onları başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Nâmeyi Şah'a verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, Şah'ın müsaadesine tenezzül etmeden habersizce kalkıp İstanbul'a döndüğünü söyledi. Zaten Sadrazam, onun vazifesini hakkıyla îfâ edeceğinden son derece emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:

— Ben satın almak istiyorum, oğlum, kaftanın burada mı? dedi.
— Hayır, getirmedim.
— Acemistan'da mı sattın?
— Hayır, satmadım.
— Çaldırdın mı?
— Hayır.
— Ya ne yaptın?
— Hiç!

Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi, yaptığı ile iftihar edecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar'a döndü. Ertesi günü yedi bin altına geri almak için kendisini bulan Sırmakeş Toroğlu'na da kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul'da, hiç kimse, meşhur Pembe İncili Kaftan'ın "nasıl, nerede, niçin" bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz sarayındaki macera, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Fakat eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını, iradlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigar kalan atı ile murassâ takımını satıp Kuzguncuk'ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar pazarında sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama yine ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı !
____________
Alıntı Kaynağı: Pembe İncili Kaftan Ömer Seyfettin. İlk yayım: Yeni Mecmua, 1 Kasım 1917, sene 1, sayı 17. (https://tr.m.wikisource.org/wiki/Pembe_%C4%B0ncili_Kaftan)