Mevlânâ'nın Mesnevi'sinden bir hikaye:
Yılancının donmuş bir ejderhayı ölü sanarak iple bağlayıp Bağdat’a getirmesi...
Eski vakaları bilip söyleyenden bir hikâye dinle de bu üstü örtülü sırdan bir koku al.
Bir yılancı, afsunlarla yılan tutmak üzere dağlara yüz tuttu.
Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı, nihayet aradığını bulur.
İki elini de aramadan çekme. Arama, yolda en iyi bir kılavuzdur.
Topal olsan, sakat olsan bile, uyuklar gibi halde, hattâ edepsizcesine de olsa ona doğru kımıldan, onu ara.
Gâh lâfla, gâh susarak, gâh şuraya, buraya boynunu uzatarak, o padişahın kokusunu almaya çalış.
Yakup, oğullarına “Yusuf’un kokusunu haddinden fazla arayın” dedi.
Siz de her duygunuzu istidatlı bir hâle getirin de her yanda adamakıllı onu araştırın.
Allah, “Tanrı lûtfundan meyus olmayın, ümit kesmeyin” dedi. Çocuğunu kaybetmiş Yakup gibi sen de bucak bucak yürü.
Onu ağzınızla sorup soruşturun. Dört yana kulak verip onu araştırın!
Nereden bir güzel koku alırsanız koklayın. Ne taraftan o âşinanın kokusunu alırsanız o tarafa yürüyün!
Nerede bir kişiden lûtuf görürsen o adama mukayyet ol… belki o lûtfun aslına yol bulursun, olur ya!
Bütün bu hoşluklar, ulu bir denizdendir. Sen cüzü bırak da külle dön.
Halkın savaşları hep güzellik içindir, hep iyilik içindir. Fakat yoksulluk azığı yok mu, asıl saadet nişanesi odur.
Halkın kızışları sulh içindir ama rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır, zahmetle rahata ulaşılır.
Her sille, okşamak içindir... Her şikâyet, insana şükretmeyi andırır.
Ey kerem sahibi, cüzden kül kokusunu al…ey hakîm, zıttan zıddı istidlâl et!
Doğrusu savaşlar, barışa sebep olur. Yılancı da kim için yılan aradı.
İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için gam yiyip durur.
O da o karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı.
Derken bir dağda iri bir ölmüş yılan gördü. Şekli bile gönlünü dehşetle dolduruyordu.
Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü.
Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için yılan tutar. İşte sana halkın bilgisizliği!
İnsan, bir dağa benzer, dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana hayran olur?
Yoksul âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi, fazilet makamından gelip bu noksan âlemine düşüverdi.
İnsan kendisini ucuz sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti!
Yüz binlerce yılan ve dağ, ona hayranken o, niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?
Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için Bağdat’a geldi.
Birkaç para elde etmek için o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi.
“Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektim” diyordu.
O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti. Ejderha diriydi.
Kıştan, soğuktan donmuştu. Diriydi ama ölü gibi görünüyordu.
Âlem de donmuştur da adı cemad olmuştur. Üstadım, camit, donmuş demektir.
Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör.
Musa’nın elinde asâ, yılan oldu ya… bütün âlemi de buna kıyas et.
Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl bir cisim haline getirir? Bütün toprakları da bilgi ve anlayış sahibi bilmek gerek.
Bunların hepsi de bu âleme göre ölü, fakat hakikat âleminde diridir. Burada susup duruyorlar ama orada söylemekteler.
Onları hakikat âleminden bize yolladılar mı işte asâ, bize ejderha kesilir.
Dağlar, sese gelir, Davut’la beraber ırlar, ilâhi okur, demir bile avucunda mum gibi yumuşar.
Rüzgâr, Süleyman’ı yüklenir, taşır; deniz Musa ile konuşur.
Ay, Ahmet’in işaretini emrini anlar, fermanına uyar; ateş, İbrahim’e ağustos gülü olur…
Toprak, Karun’u yılan gibi sömürür, yutar; Hannâne direği akla, fikre sahip olur...
Taş, Ahmet’e selâm verir; Dağ Yahya’ya haber yollar…
Hepsi de bunlara “ Biz size karşı duyar, görürüz… sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup durmaktayız” derler.
Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cematların canına, sırrına nasıl mahrem olursunuz ki?
Cematlardan can âlemine gidin de âlemin cüzülerinin ahengini duyun!
O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsınız da tevil vesveselerine kapılmazsınız.
Can âleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun.
“Tespihten maksat, nasıl olur da zâhirî tespih olur? Bu tespihte bulunan bu cansız şeyleri görmek de sapıklıktan başka bir şey değil.
Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Tanrı’yı tespih eder.
Sana Tanrı’yı tespih etmeyi hatırlıyor ya… işte bu tespihe delil olmaları, onları tespih etmesi demektir” dersin.
İtizal ehlinin tevili budur işte. Hâl nuruna sahip olmayan kişinin işi budur.
İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancıdır.
Bu sözün sonu gelmez…
Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke, Bağdat’a kadar geldi, o maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için.
Yılanı Şat kıyısına koydu.Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu,
“Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret bir şey. Nasıl da avlamış?” diye,
Yüz binlerce ahmak adam toplandı, ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar.
Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu.
Halk, iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun diyordu.
Yüz binlerce herzevekil toplandı, halka oldular. Bir ayak, bin ayak üstüne geldi!
Kalabalıktan erkeğin kadından haberi yoktu. Halkla ileri gelenler birbirlerine girmiş âdeta kıyametten bir alâmet olmuştu.
Yılancı, yılanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk, parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu.
Ejderha, zemheriden donmuştu. Yüzlerce kilimin, kebenin altındaydı.
Yılancı, ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle bağlamıştı.
Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, Irak güneşi, yılanın üstüne vurmuştu.
Güneş onu epeyce ısıtınca âzasından soğuk ahlât sıyrılıp gitmişti.
O müddet zarfında ölü bir halde bulunan ejderha dirildi, kımıldamaya başladı.
Ölü yılanın kımıldadığını görünce halkın hayreti birken yüz bin oldu.
Şaşkınlıklarından naralar atarak hep birden kaçışmaya koyuldular.
Ejderha, halkın gürültüsünden çatır, çatır bağlarını koparmaya başladı. İplerin her biri bir yana düştü.
İplerini koparıp kilimin altından sıyrıldı. Bir de ne görsünler, aslan gibi kükreyen çirkin, mefret bir ejderha!
Kaçarken halk birbirini çiğnedi, birçok kişiler ayak altında kalıp öldüler, ölülerden yüzlerce yığın oldu.
Yılancı, ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim diye korkusundan yerinde katılıp kaldı.
O kör koyun kurdu uyandırdı. Cahil, Azrail’in yanına kendi ayağıyla gitti.
Ejderha o ahmağı bir lokma ediverdi. Haccac’a kan dökmekten kolay ne var,
Sonra da bir direğe sarılıp kendisini sıktı, karnında herifin kemiklerini çatır, çatır kırdı.
Senin nefsinde bir ejderhadır. O, nereden öldü ki? Dertten, eline fırsat düşmediğinden dondu, yoksa!
Firavun’un eline geçenler, onun da eline geçse neler yapmaz! Irmak bile, Firavun’un emriyle akardı.
Onun eline de böyle bir kudret düşse hemen firavunluğa başlar, yüzlerce Musa’nın da yolunu vurur, yüzlerce Harun’un da!
O ejderha, yoksulluk elinde bir kurtcağız kesilir. Mevki ve mal yüzünden bir sivrisinek büyür, çaylaklaşır!
Ejderhayı ayrılık karı içinde tut, sakın onu Irak güneşinin altına getirme.
Ejderhan donmuş bir halde iken selâmettesin fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun.
Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona pek acıma, o iyilik edilecek kişi değildir.
Üstüne şehvet güneşi vurdu mu o geberesice hemen yarasa gibi kanatlarını çırpmaya, uçmaya başlar.
Ercesine onu savaşa çek, babayiğitçe onunla vuruş… Tanrı, sana vuslatıyla karşılık versin!
Hulâsa o adam ejderhayı getirip de o korkunç şey, sıcak havada kendine gelince,
O fitneleri meydana çıkardı. Hattâ azizim, söylediklerimizin yüz kat üstününü yaptı!
Sen ona zahmet, eziyet vermeden uslu, rahat ve vefakâr bir halde tutmayı mı umuyorsun?
Bu, her aşağılık kişiye nasip mi olur? Ejderhayı öldürmeye bir Musa gerek.
Yüz binlerce halk onun tedbiriyle mağlûp oldu, ejderhasından yılıp kaçtı, ölüp gitti!
__________
Kaynak: MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
(985-1065.beyitler)