Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Mayıs 2024 Perşembe

Ömrü törpülemek...


daha doğduğun o gün 
dünya denen eleğe, 
başladı ömrün her an
yavaşça elenmeye
yedin içtin tükettin 
koca ömrü yaşarken
ömrünü de tükettin
vakitleri elerken

dünya törpüsü her an 
seni senden çalarken
toz pembe bir hayattan
umdukların beklerken
rüyâ gibi uçtu yıllar 
rüzgâr gibi hayaller
koca bir ömrü tükettin 
iple yarın çekerken

birdin bütündün bir zaman
zaman ömrünü yedi
ömrün her an törpülendi
kırıntı oldun şimdi
toprağa karışıp gittin
ölüm yok zannederken
veda bile edemedin
burdan çekip giderken

29 Mayıs 2024 Çarşamba

Cüce, karıncadan az yüce...


bağa fare dadandı
it kendini kurt sandı
göz yumanlar namerttir
söz gırtlağa dayandı
bakkaldaki diploma
işe yaramayınca
dayılar arka çıkar
su başını tutunca

a dayım a dayım
sanırsın tek sadayım
budakların ne çokmuş
hakkın, keser, be dayım
yalancısın yalancı
herkese oldun yancı
falancı hem filancı
karın ağrısı, sancı
işin erbabı gibi
arz-ı endam eylersin
cühelâdan birisin
ilim sana neylesin
biz biliriz sen kimsin
kibirlinin tekisin
gâh onla gâh şununla
bize ne kimlerlesin
çok şişinme çok şişinme
kalabadan birisin
avamdan avamisin
mühim biri değilsin
sonradan görme cüce
dev aynası görünce
kendini dev zanneder
karıncadan az yüce
gidicisin gidici
yeter bu bıcı bıcı
dünyanın tapusu yok
ey yokluğa alıcı
bu ne hırs bu ne hırs
vız gelen gider tırıs
dünyayı yutsan n'olur
ölüm var a muhteris
kurt görünümlü it
 uluyunca bilinir
eğer kanlanmışsa bit
bir fiskeyle ezilir

28 Mayıs 2024 Salı

Erguvan mevsimi ve insan...


evvel zaman içinde;
cumbalı, turkuaz pervazlı,
beyaz badanalı evlerin
erguvanlı bahçelerine bakan balkonları vardı 
şehirde...

erguvan kokusuyla ıslanıp
kuş cıvıltısıyla uyanan
abide insanları
huzur menbaıydı …

gel vakit git vakit...
havadaki gri bulutlar
semânın maviliğini
perdeledi...
güneş ve ay gizleniverdi...
akıllı ama ruhsuz,
gri betondan rezidanslara
abandı insanlık...
mekâna aşık, kafası karışık
zamana dolaşıktı artık...

ne cumba, ne erguvan
ne de kuş kaldı
şehirde...

her sabah
telaşa uyanan insanlar,
ruhsuz grilikte huzuru
ve mehtapsız gecelerde 
kendilerini
boşuna arıyorlardı...

huzurun sırrı;
cumbada mı
yoksa erguvanlarda mıydı ?

Bir şarkının hikâyesi: Artık Bu Solan Bahçede...

Artık Bu Solan Bahçede Bülbüllere Yer Yok

Şarkının bestecisi Prof.Dr. Alaeddin Yavaşça, güftekârı Faruk Nafiz Çamlıbel...

Hikâyesi hazin; Alaeddin Yavaşça nın muayenehanesine bir gün Faruk Nafiz Çamlıbel gelir ve karısının hasta olduğunu Ordinaryüs Prof.Dr.Kazım İsmail Gürkan’dan karısı için randevu almasını rica eder. 

Yavaşça randevuyu alır, Faruk Nafiz Çamlıbel ve eşi ile beraber Prof.Dr. Gürkan'a giderler.

Hoca bayan Çamlıbel'i muayene eder ve Alaeddin Yavaşça'ya bayanın çok ilerlemiş bir kanser hastası olduğunu ve geç kalındığını, artık tıbbi olarak yapacak bir şey olmadığını söyler ve ilave eder, hanımefendinin kalan ömrünü ağrısız geçirmesi için gereken artık ne yapılacaksa yapılmalı, der.

Yaşaşça bu durumu öğrenir, Çamlıbel’e zar zor söylediğinde Faruk Nafiz Çamlıbel çok üzülür, dünyası başına yıkılır. 

Kısa bir süre sonra hanımefendi vefat eder.

Faruk Nafiz Çamlubel vefattan bir süre sonra bir gün çok hüzünlü bir şekilde Alaeddin Yavaşça'ya uğrar, cebinden çıkardığı kağıttaki şiiri okur ve bestelenmesini istirham ederek Alaeddin Yavaşça'ya verir...


Şiirin sözleri şöyle:

Artık bu solan bahçede 
Bülbüllere yer yok
Bir yer ki 
Sevenler sevilenlerden eser yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok


Güfte: Faruk Nafiz Çamlıbel
Beste: Prof.Dr. Alaeddin Yavaşça
Makam: Hicâz

Evet bu fani dünyanın bahçeleri herkes içün bir gün solacak, güller lâleler kuruyacak, bülbülleri ötmez olacaktır...
virane olunca da baykuşlar ötecek bülbüllerin yerinde, baykuşlara mekân olacaktır bülbül yuvaları !
Masallar "bir varmış bir yokmuş" diye başlar ya...; insanoğlu da şu yalan dünyaya gelir var olur, vaktini tamamlar gider yok olur...insanın doğasında var hani, varlığına sevinmek yokluğuna yerinmek...gelen vefâ umar, sonunda ise bî-vefâ olduğunu anlar dünyanın, artık iş işten çoktaaan geçmiştir...

İşte bu fani dünya içün, türkülerde "Ah yalan dünya..." olmuş geçici konaklama yeri içün, bakınız Aziz Mahmud Hüdayi neler demiş:

Kim umar senden vefâyı
Yalan dünyâ değil misin
Muhammed-i Mustafâ'yı
Alan dünyâ değil misin

Yürü hey bî-vefâ yürü
Sensin hod bir köhne karı
Nice yüz bin erden geri
Kalan dünyâ değil misin

Sihr ile donadup kendin
Meydâna salan semendin
'Âleme mihnet kemendin
Salan dünyâ değil misin

Kasd edüp halkın özüne
Toprak doldurup gözüne
Ehl-i gafletin yüzüne
Gülen dünyâ değil misin

Eğer şâh ü eğer bende
Her kişiyi salan bende
Kimse mekân tutmaz sende
Vîrân dünyâ değil misin

Kimisini nâlân edip
Kimisini giryân edip
Âhir-i kâr 'uryân edip
Soyan dünyâ değil misin

İşin gücün dâim yalan
Çok kişiden arta kalan
Nice kerre boşaluban
Dolan dünyâ değil misin

27 Mayıs 2024 Pazartesi

Fethin 571. yılı...Fetih Marşı

İstanbul'un Fethinin 571. yılı Kutlu Olsun...

Aziz ve necîb Türk Milleti;
Rabbimizin lütfu ile, bin yılı aşkın bir zamandır "İ'lâ-yi Kelimetullah" mefkûresini şîar edinmiş, Anadolu'yu ebedi Türk-İslam yurdu,  İstanbul'u da 28 Mayıs 1453 senesi itibarı ile ilelebed beldesi haline getirmiş, Peygamber Efendimiz(sav)'in övgüsüne mazhar olmuştur. 

Fethin 571. yılı kutlu ola, Fatih Sultan Mehmed'in, şehid ve gazilerin ruhlârı şad ola, nice bin yıllara inşâ'Allah...
Arif Nihat Asya'nın FETİH MARŞI:

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek; 
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek 
Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın ? 
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.! 
Sen ne geçebilirsin yardan, anadan, serden.... 
Senin de destanını okuyalım ezberden... 
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden... 

 Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın... 
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.! 

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini... 
Göster : Kabaran sular nasıl yıkar bendini ? 
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini 
Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın; 
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.! 

Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir, Süleymandır. 
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinandır. 
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.! 
 Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın 
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.! 

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan 
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan ! 
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasandan .... 

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.! 
Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin ! 
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın! 
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın... 
Yürü, hâlâ ne diye kendinle savaştasın ? 
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın.!
 
Söz:Arif Nihat Asya
Beste: Yıldırım Gürses

26 Mayıs 2024 Pazar

Dünya ve ahrette sefa...


Susmak iyi güzel hoş da zulme karşı ne fikriniz,
Dilsiz şeytandır zulmü görür susar bilirsiniz
Size dokunana dek durup seyreder misiniz
Yoksa siz "Yüce Kitap"tan daha mı iyi bilirsiniz

Zevk u sefâya mı geldiniz be hey  insanoğulları
Yok öyle köşede sinmek, yok hem keyif sarhoşluğu
Hem kendiniz hem başkası imtihan sorusu size
Mücadele etmezseniz şeytan doldurur boşluğu

Nefsini gemlemeyenin bitmezmiş hırsı hevesi
Kemâl-ı kâmil olmadan onlar verir son nefesi
Hakla batıl mücadelesi, yaratılışın tek gayesi
Dünyaya keyf için gelene, yeter Hakkın tek sillesi

Yokmuş öyle bir hikaye, dünya ve ahrette sefa
Okuduğunu anlamaz söyle bu ne biçim kafa
Hep bahar, çiçek, kelebek, ne hoş böylesi bir hayat
Yaz, sonbahar, kışı da var, onlar da birer safahat

25 Mayıs 2024 Cumartesi

Liyakatsızlık rüşvet ve iltimas, cemiyeti içten içe kemiren bir kurttur !


Ehliyet ve liyakatın dikkate alınmadığı cemiyetlerde torpil, adam kayırma, rüşvet yaygınlaşır ve cemiyet ve devlet aygıtında çürüme başlar. Merhametin yerini gaddarlık, adaletin yerini zulüm, tevazuun yerini kibir, ilmin yerini cehalet aldığında ise o toplumdan hayır gelmez.

Bir Osmanlı atasözünde denmiştir ki;
"Devlet-i Osmani A'li de
Terfiyi temayüz
İlim irfan ile olmaz,
Ya olacak kuvvetli iltimas
Ya olacak madeni haz,
Ya da olacak ten ile temas."
(Yani diyor ki ; Osmanlı devletinde yükselmek ve terfi edebilmek için ilim, bilgi, liyakat gerekmez, Ya olacak torpil ya olacak rüşvet ya da olacak ten ile temas ! )

Osmanlıyı batıran sebeplerin başında maalesef, iltimas gelmektedir. Liyakatsiz, beceriksiz insanların iltimas  ile devlet görevlerine getirilmiş olması ile de  mülke ihanet edilerek adaletin ırzına geçilmiştir.

Liyakat yerine iltimas yolu ile gelinen devletteki yüksek mevki sahibinin devletin imkanlarını kendi akraba, hemşehri, ahbap, dost veya kaz gelecek yerlere kılıfına uydurularak peşkeş çekmesi, illegal olarak vermesi, bir takım beklentiler içinde olan dalkavuk ve fırsatçılara kadro/ihale imkanları sağlanması kamu hakkı ihlalleridir. Bunu yapanlar, buna çanak tutanlar, göz yumanlar, görüp de bana ne bana değmesinler de ne dolap çevirirlerse çevirsinler diyenler bu günaha ve cehenneme ortaktırlar.

Bırakınız, bu dediğimiz kamusal makamları veya imkanları etrafına dağıtmayı, bulunduğu görev icabı kamu imkanlarını peşkeş çekerek kaz gelecek yerden tavuk esirgememe hokkabazlıkları da cabası...
.
Osmanlı'da  "İlk Rüşvet alan Vezir" Kanuni Sultan Süleyman'ın veziri ve damadı olan devşirme Rüstem Paşa (1500-1561) olduğu kaynaklarda yazar.  O, domuz çobanlığı ile geçinmeye çalışan bir Sırp köylüsünün oğludur.  Dessas/entrikacı, fitneci, çalan ve çalışan bir sadrazam olarak bilinen Rüstem paşa için şair Taşlıcalı Yahya bir mısrasında onun için şöyle der: "Gülmez idi yüzü mahşerde dahi gülmeyesi!" 

Rüstem paşa devlet içinde de kendi adamlarıyla kadrolaşır. Kilit/stratejik noktalara kardeşlerini getirir ! Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa’nın ölümü üzerine önce Sokullu Mehmet Paşa’yı  ardından da öz kardeşi Sinan Paşa'yı Kaptan-ı Derya'lığa tayin ettirir. Her ikisinin de denizcilik tecrübesi yoktur, öyle ki, bir vakanüvisin benzetmesine göre, ‘ne Sokullu, ne Sinan Paşa, Marmara’dan başka deniz bilmezdi !’ Ama bunlar sonuna kadar söz dinler, verilen emirleri yerine getirirlerdi! Dolayısı ile bundan da anlaşılıyor ki, Damat Rüstem paşa atamalarda ‘liyakat’ı değil, ‘sadakat’ı önemsiyordu !

Yine mes'elâ iltizam satışlarında bir rüşvet şekli olan komisyon verilmesi ve yaygınlaşması Rüstem paşa ile başlar; hazineyi doldurmak için bahşiş, peşkeş vb.adı verilen bir çeşit rüşvet alıp  verilmesini usul haline getirmiştir. Bu türlü yolsuz kazanç kazanma ile kendi şahsi servetini de büyük miktarlara yükseltmiştir .
Bu yolsuzluklar yoluyla edinilen kazancın yaygınlaşarak alışılır görenek haline gelmesi, devlet kademesinde rüşvetin yaygınlaştırılması Osmanlı İmparatorluğu'nun içine bozulma tohumlarının atılması Rüstem Paşa ile başlamıştır. .

Rüstem Paşa, Vezir-i Azamlığa getirildikten sonra öyle zenginleşir ki; vefat ettiğinde ardında 15 milyon dukalık büyük bir miras bırakır, Osmanlı kaynaklarında serveti yaklaşık 12 milyon altın olarak zikredilir. Büyük miktarda mücevherat, altın ve gümüşten yapılmış değerli eşya, 1.700 köle, 2.900 harp atı, 1.160 deve, 8.000 dülbent, 700 bin sikke-i hasene (altın), 1000 yük nakit para, 5.000 dikilmiş kaftan, hil'at ve elbise, 1.100 altın üsküf, 600 gümüş eyer, 2.009 yük keçe, 2.000 zırh, 100 gümüş eyer, 500 mürassa altın eyer, 133 çift altın üzengi, 760 mürassa kılıç, 1.500 gümüşlü tolga, 1000 gümüşlü sesper, Anadolu ve Rumeli'de 1.000 çiftlik, 76 su değirmeni ve 5000 ciltten fazla çeşitli kitap ve daha birçok değerli eşya bırakmıştır. Bu hesapla Sultanların bile sahip olamayacağı kadar mal bırakmıştır.

Ayrıca kurduğu vakıflar ile Hırvatistan, Macaristan, Balkanlar, Rumeli, İstanbul, Anadolu, Mısır, Medine ve Kudüs başta olmak üzere farklı coğrafyalarda pek çok eser yaptırmıştır.

Tabi bu çöküşte eğitim sisteminin de çok büyük payı da olsa gerek. Çünkü Osmanlı Devleti’nde çöküş beşik ulemalığı sisteminden sonra başlamıştır. Alim babanın oğlu alimdir diye kabul edilmeye başlanınca, ilim ve irfanla alakası olmayanlar alim var sayılınca medreselerdeki eğitim kalitesi sorgulanmamış ve  bu bozulmalar yıkılışa giden yola taş döşemiştir.

İlmin yerini cehalet, alimin yerini beşik kertmesi alimler alınca yüksek(!) eğitimden mezunlar yüksek mevkilere gelmiş, iltimas/kayırma, ahbap-çavuş ilişkiler ile görevde yükseltilme had safhaya çıkmış, diğer yandan ahiret korkusu günden güne azalmıştır. 

Bu sebeplerle Osmanlı Devletinde çöküşü hızlandıran bu ehliyetsiz ve liyakatsiz makam sahiplerinin istihdam edilmesi (iltimaslıların devletin önemli mevkilerini doldurup işgal etmesi)'ne dair  devrin padişahı III. Mustafa tarafından ifade edilen aşağıdaki satırlar durumu ayan beyan ortaya dökmektedir….
“Yıkılıpdur bu cihân, sanma ki bizde düzele!
  Devleti çarh-ı denî verdi kamu müptezele,
  Şimdi ebvâb-ı sa’âdetde gezen hep hezele
  İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem-Yezel’e.”

İltimas, cemiyeti içten içe kemiren bir kurttur, ehliyet ve liyakatı dikkate almayan bu yaklaşımlar neticede devlete güvensizliği yaygınlaştırır. Kendilerine emanet edilen kamu görevini torpil yaparak veya göz yumarak kötüye kullanan şahıslar kamu vicdanını her devirde yaralamışlardır.
Ehliyet ve liyakat sahibi olanları keriz yerine koyan, hiçbir ölçü olmadan tamamen ahbap-çavuş ilişkisi veya hamil-i kart yakinimdir pespayeliği üzerinden peşkeş çekenler her devirde çok kötü sıfatlarla anılmış, hakkı yenen mazlumların bedduasını almış ve ahir ömürde de iflah olmamışlardır.

Kamu hakkı yiyenler hesap gününde Mülkün sahibi olan Yüce Allah'a  bu kul haklarının hesabını verebileceklerini mi düşünüyorlar acaba ?
Halbuki Kitab-ı Kerim'inde Rabbimiz buyurmuyor mu:
"(Ey Müminler) Allah size (görev, yetki ve sorumluluk gibi tüm) emanetleri ehline teslim ve tevdi etmenizi, insanlar arasında (ortaya çıkan herhangi bir ihtilafı çözüme kavuşturmak üzere) hakemlik yaptığınız zaman da adalet ve hakkaniyetle hüküm vermenizi emreder. Bakın, Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitendir, bilendir.”(Nisa suresi 58. ayet)

Hz. Muhammed (sav)’de; “İş ehli olmayana (layık olmayana) tevdi edildiği (verildiği) zaman, kıyameti bekle.”  buyurmakta değil mi...?

Osmanlı'daki tesbit ile noktalayalım:
"Devlet-i Osman-i Ali'de terfiyi temayüz ilim irfan ile olmaz...Ya olacak kuvvetli iltimas, ya olacak madeni haz, ya da olacak ten ile temas..."

Şöyle bir etrafınıza bakınız, gözlerinizi açınız, kulak kesiliniz...bugün de bunlar cari değil mi, ne dersiniz !

24 Mayıs 2024 Cuma

Muhtaca muhtaç olma...


Bu saltanat, zevk u sefa, bil ki sana da kalmaz
Sırça köşkünün camına, taş değer elbet bir gün
Bu diyardan gittiğini, bil ki duymayan kalmaz
Güvendiğin dağlara, karlar yağar elbet bir gün

Ne esiri tâc u taht ol, ne muhtaca muhtaç ol
Bir gün mîrâs olacağı, şol dünyayı neyler ol.
En mühim tâc u taht imiş, lutf-ı Yezdân'a kulluk
Dünyanın mal u mülküne, asla meyletmeyen ol.
“Gönül ne arzü-yı câh ider ne tâc u taht ister
Reh-i himmette ancak kalb-i nerm ü pâ-yı saht ister. “ (Nâbî)

(Gönül ne rütbe, ne taç ne de taht ister.
O gayret yolunda yumuşak bir kalp ile sebat eden bir ayak ister)

23 Mayıs 2024 Perşembe

Behlül Dânâ'dan bir hikâye: Çarşı-pazarın zaten bir ağası varmış !


Bir gün Behlül Dânâ, Harun Reşit’in yanına gider ve der ki;
-Bana bir iş ver. 

Harun Reşit düşünür ve der ki; 
-Sana fırınları denetleme işini veriyorum. Git fırınların ağası ol, onları denetle. 

Behlül Dânâ hemen yola koyulur ve fırınları denetlemeye başlar. İlk fırına girer, ekmeklerin gramajlarını kontrol eder. Bakar ki normalinden eksiktir. Hemen fırının sahibini çağırır ve ona;
-Durumun nasıl, hayattan memnun musun, hayattan lezzet alabiliyor musun, çocuklarınla aran nasıl, geçimin nasıl, iyi mi ?,  diye sorar. 

Fırının sahibi bütün sorulara olumsuz cevap verir; mutsuzdur, huzursuzdur, sıkıntısı hiç bitmemektedir. Fırıncıyı can kulağı ile dinler ve konuşması bitince oradan ayrılırken fırıncı arkasından seslenir:
-Ya Hu Behlül ceza kesmeyecek misin  bana?

-Hayır, der Behlül ve yoluna devam eder, başka bir fırına girer. 
Orada da yine ekmeklerin gramajlarını kontrol eder. Bu fırında ise ekmeklerin gramajı olması gerekenden daha fazladır. Fırıncıyı yanına çağırır ve ona da aynı soruları yöneltir: 
-Durumun nasıl, hayattan memnun musun, hayattan lezzet alabiliyor musun, çocuklarınla aran nasıl, geçimin nasıl, iyi mi ?

Bu fırıncı soruların hepsine  hep olumlu cevaplar verir, işi ile eşi ile evlatları ile toplum ile bütün muamelatından memnundur, hiç şikâyeti yoktur, şükürden başka bir şey ağzından çıkmaz. 

Behlül Dânâ başka bir fırını denetlemeye gerek görmez, bu iki fırını denetlemekle görmesi gerekeni görmüştür, derhâl Harun Reşit’in yanına çıkar ve Harun Reşit’e der ki: 
-Ben bu işi yapmayacağım, bana başka bir iş ver. 

Harun Reşit:
-Ya Hu daha az önce bir iş istedin, biz sana bu işi vermedik mi, ne demek şimdi bu, kalkmış yeni bir iş istiyorsun ?

Behlül açıklamasını yapar ve der ki: 
-Efendimiz, çarşı-pazarın zaten bir ağası varmış. Benden önce ekmeklerle birlikte vicdanları da tartmış ve ona göre herkesin hayatta iken, şimdiden hesabını ödemekte olduğunu gördüm. Yani bana ihtiyaç kalmamış...
★★★
Dünya hayatında, her hâl ve kârda alış veriştedir insan oğlu; işi ile eşi ile evlatları ile toplum ile bu muamelat sürüp gider.. Alış-verişlerini dosdoğru yapan ve yapmayanlar ve bunların hayatlarına dair yukarıdaki hikâye  bu hususta ibretliktir. Dosdoğru olmayanlar bunun ne bereketini görür ne hayatta  huzur bulur, ölçü-tartı ve muamelatta dosdoğru olanlar ise bereketli ve huzurlu bir hayat yaşarlar...

Allah asla ihmal etmez, ama mühlet verir.  Alış-veriş ve ölçü-tartı ile ilgili olarak Rabbimiz buyurur:

"Ölçü ve tartıya hîle karıştıranların vay hâline! Onlar, insanlardan bir şey ölçerek aldıkları zaman tastamam alırlar. Fakat kendileri başkalarına bir şey satarken, eksik ölçüp tartarlar. Sahi onlar, yeniden diriltileceklerini hiç akıllarına getirmezler mi?" (Mutaffifin sûresi, 1-4. ayetler)

"Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. (Şuayb onlara) Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka İlahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız."(Araf Suresi, 85. ayet)

"Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp- eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın."(Hud Suresi, 85. ayet)

"Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha güzeldir." (İsra Suresi, 35. ayet)

"Ölçüyü tam tutun ve eksiltenlerden olmayın."(Şuara Suresi, 181. ayet)

"Dosdoğru olan terazi ile tartın."(Şuara Suresi, 182. ayet)

"Sakın mizanda haksızlık ve taşkınlık yapmayın. Tartıyı adaletle tutup-doğrultun ve tartıyı noksan tutmayın"(Rahman Suresi, 8-9. ayetler)

22 Mayıs 2024 Çarşamba

Hikâye: Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz...


Abbâsî halifesi Hârun Reşid, sarayın bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Biçimi, eşsiz kokusu ve müstesnâ rengiyle dikkatini çeken bu gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir.
Bahçıvan da bu emir üzere, gülün üzerine âdeta titremeye başlar. Her seher ilk işi, o gülün bakımını eksiksiz yapmak olur. Yine bir sabah gülün bakımını yapmak için yanına gittiğinde bir de bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül ne kadar yaprak varsa hepsini gagalayarak yere düşürmüş, gülün dallarında tek bir yaprak bırakmamış. Bahçıvan korku içerisinde halifeye koşar. Huzûra kabul edilince:

–Sultanım, üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, gülün üstünde tek bir yaprak bırakmamış.

Hârun Reşid, bahçıvanın söylediklerini sükûnetle dinler ve sakin bir şekilde:

–Üzülme bahçıvan efendi, üzülme! Bülbülün yaptığı yanına kâr kalmaz, der

Bu cevabı üzerine rahat bir nefes alan bahçıvan ise işine döner. Aradan henüz birkaç gün geçmiştir ki, bahçıvan, gülün yapraklarını düşüren bülbülü bir yılanın yakaladığını ve yutmak için otların arasında kaybolup gittiğini görür.

Heyecanla yine halifeye gelir:

–Sultanım, çok sevmiş olduğunuz gülün yapraklarını döken bülbülü bir yılan yakalamış, yutarken gördüm, der

Sultan yine sakin:

–Merak etme, bülbülün âhı yılanda kalmaz. O da ettiğini bulur, der

Bahçıvan yine işine döner. Bir ara bahçede çalışırken, bülbülü öldüren yılanın otların arasından kendisine yaklaşmakta olduğunu görür. Hemen elindeki küreğiyle vurarak yılanı öldürür.

Yine halifenin huzuruna gelir sevinç ile:

–Sultanım, bülbülü öldüren yılanı ben de bahçede küreğimle öldürdüm, diyerek durumu anlatır.

Hârun Reşid yine sakin:

“–Bekle bahçıvan efendi bekle, yılanın âhı da sende kalmaz, sen de yaptığının karşılığını görürsün, der.

Çok geçmeden, bahçıvan işlediği bir hata sebebiyle halifenin huzuruna çıkarılır ve Halife de onun zindana atılmasını emreder. Askerler, bahçıvanı yaka paça zindana doğru götürürlerken bahçıvan Sultana derki:

–Sultanım, bülbülün yaptığı yanına kâr kalmaz dediniz, onu yılan yuttu. Bülbülün âhı yılanda kalmaz dediniz, onu da ben öldürdüm. Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, zira sen zindana attırıyorsun. Kimsenin yaptığı yanına kalmıyor da, senin yaptığın mı yanına kâr kalacak... Demekki sana da bir yapan çıkacak, öyle ise gel sen bana yapma ki, bir başkası da sana yapmasın...

Hârun Reşid bir müddet sükût ettikten sonra, bahçıvana:
--Doğru söyledin, diyerek askerlere:

–Bırakın bahçıvanı, çiçeklerini sulamaya devam etsin, der.

Sultan ile bahçıvan arasındaki konuşmalara şâhit olan biri sorar:

–Sultanım, gereken cezâsını vermediğiniz takdirde bahçıvanın yaptığı yanına kalmış olacak.

Hârun Reşid, bunun üzerine şu hakîkati ifâde eder:

–Hayır! Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz. En ağır şekliyle âhirette ödemek üzere tehir edilir! Ama gâfil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kâr kaldı sanırlar...

Vesselâm...

21 Mayıs 2024 Salı

Hân-ı yağma: Yiyin efendiler yiyin, tıksırıncaya kadar...


Bulunca yedi, kanını içti iliklerini emdi yekdiğerinin, yine de doymadı insanoğlu.

Açgözlülüğüne kılıflar uydurdu, vazife uydurdu, yapmam lazım dedi, diplomasiyle perdelediğini sandı. Öğrenmişti hem: mühür kimdeyse sultanın o olduğunu...ölmeyi de hiç düşünmüyordu zaten !

Üç günlük dünyanın beş parasına tamah etti, utanmadı asla...

İnsanoğlunun doğasında var açgözlülük, doymak bilmez iştihâ... fırsatını bulsa ne varsa o kadarını yer, doyuramaz aç gözünü ne gök ne yer... Ne mala mülke, ne para  pula, ne şan şöhrete , ne makam mevkiye doymaz...

Bir dünya yetmez ona, yakıştıramaz şanına !

Saldırır dünyalığa, dur durağı olmaz bir hırsla ve doymak bilmez iştihayla...

İhtiras ve iştiha dedik de çöl dikenini duymuşsunuzdur elbet; harese dikeni de denirmiş arabistanda, "harese" hırs, ihtiras demekmiş,  develer bu dikeni aşk derecesinde severek yerlermiş. 

Develer çölde çok uzun zaman susuz gezer, bir gram su aramaz da harese dikenini görünce dayanamaz. Bu dikenli bitkiyi ısırınca, dikenleri ağzına diline batar ve kanatır, dikeni çiğneyip yemeye çalıştıkça kendi kanını da içer, giderek ağzı yara bere dili paramparça olur ve kendi kanını içerken sonunda kan kaybından ölür.

İnsanoğlu da tıpkı hırs bitkisi tüketen deve gibi hırsından kendini tüketir. 

Hırsına yenik düşenler dün de öyleymiş bugün de öyle...

Tevfik Fikret açgözlü ve muhterislerden rahatsızlığını ve gelenin gidenden farkının olmadığını gözlemleyince dayanamaz meşhur "Han-ı Yağma" şiirini kaleme alır, der ki:
"Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin"

İşte şiirin tamamı: 

-HAN-I YAĞMA-

Bu sofracık, efendiler, ki -iltikama muntazır
Huzurunuzda titriyor- şu milletin hayatıdır;
Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır,
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır.
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler! Pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir?
Şu nadi-i niam, bakın, kudumunuzla müftahir,
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hakk da elde bir!
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı zi-safa sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say:
Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı, yok zarar,
Gurur-ı ihtişamı var, sürür-ı intikamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar;
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar.
Yiyin efendiler, yiyin, bu han-ı can-feza sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını
Vücüdunu, hayatını, ümidini, hayalini;
Bütün ferag-ı halini, olanca şevk-ı balini
Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helalini.
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak:
Yarın bakarsınız söner, bugün çıtırdayan ocak;
Bugünkü miğdeler kavi bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı pür-neva sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Helal haram demeden götürür, haram içün kılıfını da bulur muhteris puştlar...bunlar için ne demiş Ömer Hayyam:
"Puşt ile içilen su bile haramdır"

Sülük ve kene gibiler içün kaleme aldığımız bu yazıda, azıcık ağzımızı bozup şürç-i lisân eylediğimizi düşündünüzse affola, vesselâm

20 Mayıs 2024 Pazartesi

Çelebinin seyahatnâmesi...

Seyyah oldun belde belde dolaştın
Yuvanda hiç oturmadın ki ağam
Tüccar olup pazarladın kendini
Fiyat biçen bulamadın mı ağam

Her ipte oynadın, her telden çaldın
Bam telini hiç bulamadın ki ağam
Dügâh segâh çargâh dolanıp durdun
Yegâh makamını mı unuttun ağam

Yoksa Evliyâ Çelebi'ye mi özendin
Evliyâ olmadığın, biliriz biz ağam
Hem Çelebilik de hiç kolay değildir
Yemeniyle kaftan kurtarmaz ağam

Evliya Çelebi'yi bile solladın
Gitmedik diyar kaldı mı ağam
Ekmek elden su gölden binek çiftlikten
Ambarda metelik kalmadı ağam

Ammenin meteliği zakkum zehirdir
Yedikçe yakar insanı çürütür ağam
Bir burçtan bir burca uçup dururken
Töre ve güzel ahlâk yerlerde ağam

Bir gün gelir mızrak çuvala sığmaz
Minarelere hiç bir kılıf bulunmaz
Ardına saklanacak bahane kalmaz
Kılıflar diktirmekten gel vazgeç ağam

Gel bir seyahatnâme yazmaya başla
Hangi kapıya vardın bilmesek olmaz
Kaç memleket gördün kimle görüştün
Merakımız tatmin olmazsa olmaz

Bilesin ki yuvanı fareler bastı
Ambarlar delindi kiler boşaldı
Kâhyası ırgatı çiftliğe küstü
Ayaklar baş oldu bilesin ağam

Bağlar ve bostanlık dağ bayır oldu
Su verdiğin hıyarlar tarlada kaldı
Köstebekler türedi bostan kurudu
Kelek karpuzlara merkep dadandı ağam

Çiftlik satılığa çıkmış dediler
Ne var ne yok kıymetli, yemiş fareler
Ağa buralara dönmez dediler
Gel son pırtını da al, git burdan ağam

Senin gibilere bizde münafık derler
Dilde yalan kalpte şeytan yerleşik derler
Yaldızlı kof lâflarına ahmaklar kanar
Şeytanınla muhabbetin daim ola ağam

Keşke hurufu dosdoğru okuyabilsen
Ona kendi hesabınca mânâ vermesen
Müteşabih olanı da eğip bükmesen
Muhkemi de iman ile yaşasan ağam

Kumaşın mı defolu dikişin mi sökük
İpin mi çürümüş düğmen mi kopuk
Yoksa seni sırlayan foyan mı dökük
İnsan sarraflarına mı rast geldin ağam

Anlaşıldı makber sana çok dar gelecek
Berzahta beklemek de çok zor olacak
Fırsat elde iken durma gez toz eğlen
Ölünce gitmediğin yer kalmasın ağam

19 Mayıs 2024 Pazar

Cemaziyelevvelini de bilmek !

Osmanlı'da bir postacı ve temsili posta çuvalı

Vaktiyle bir kasabadaki posta işletmesinde bir posta memuru varmış; adamcağız, o zamanın usulünce bir ayda gelip dağıtımı yapılacak olan mektup ve benzeri evrakları üzerle­rinde arabi ayların isminin yazılı olduğu bir torbaya doldurur, bu postaları binek hayvanı ile veya yaya olarak mahalle ve köylere dağıtıma çıkar, adrese teslim edermiş

Bir gün, postahâne müdürü hamama gitmiş;  postahânede çalışan postacıyı hamama girmeye hazırlanıyorken görmüş,  postacı soyunuyor... Birde ne görsün, üstünü başını çıkaran postacının iç çamaşırının üzerinde gayet iri bir hat ile ‘cemayizelevvel’ yazılı değil mi ! 

Meğer postacı posta torbalarını usulca aşırıp iç çamaşırı içlik yapar giyermiş...

....

Üzerinden çok zaman geçmez postacının şansı yaver gider(!), baht yıldızı  parlayıverir(!) bü­yük mevkilere çıkar, çokça para ve itibar kazanır...artık kibir ve azame­tinden yanına yanaşılamaz olur. 

Vazifesinde mıhlanıp ka­lan posta müdürü postacının bu haline şaşar, bildiği cemaziyyelevvele dair sırrını da etrafa söylemekten o saatten sonra kor­kar, fakat içinde saklamaya da razı olamaz...eski postacısı, burnu Kafdağı’nda, kabara kabara yanından geçip gi­derken, müdür başını iki yana sallar ve sonunda dayanamaz ve arkasından şöyle seslenir:

”Ben senin cemaziyelevvelini de bilirim!”

Bugünkü dünyada hiç kimse posta torbasından mamul içlik giydiğini uzun süre saklayamaz...

Etrafta adam zannedilip itibar edilen “cemaziyelevvel"ini kimsenin bilmediğini zanneden çapsızlar var ya...onların çapını bilen birileri de vardır mutlaka...

Okur yazar olup gözünü dört açan çuvaldaki cemaziyyelevvel yazısını okur...sorumluluk mevkiindeyse hesabını sorar, sormalı !

Cemaziyelevvelin ardı  cemaziyelahir, o vakit gelince içlik giyenlerin ve dahi görüp gereğini yapmayanların ahir ve akibetini biz de merak ediyoruz !

18 Mayıs 2024 Cumartesi

Dilin kemiği..zakkumun zehri !


Dilin kemiği yok, çoğu insan fenomen olma arzusu ile kendini en (...) bilir/gösterir. 

"Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var" hatırlatmasının yapıldığı devirler ise fi tarihinde kalmış !

Öyle bir devri idrak etmekteyiz ki, kitabın ortasından konuşan kimi hakikat ve hikmet papağanları, parazitliğe meyyal kimi pazarcı alleme fırsat kollayıp piyasasını bulmayagörsün... özü zehirli cezbedici zakkum ağacının gösterişli çiçeğine aldananlara, kurtlanmış tarafını görmedikleri meyveye ağzı sulananlara  pazarlama faaliyetine her fırsatta girişiverirler.

Cemiyette suret albenisinin cazibesine kapılan ve oltaya takılan iyi niyet ve safiyet sahiplerinin cazibedar görünüşe aldanmaması için ise bu devirde insanın gözünü kırpmadan hep açık tutması ve kılı kırk yarması elzemdir.

Çünkü sadece surete bakanlar daima aldanır, çünkü yaldızlı sözlerle göz boyayan, kendini en-....- göstermeye çalışan megaloman tipler, zakkum çiçeği pazarlayan tatlı dilliler, kurtlanmış meyve satıcıları, bu hususta çok mahir olurlar.

Dijital iletişim çağının imkanlarını fırsata çeviren megaloman karakerler böylesi mümbit vasatı hiç kaçırırlar mı ?

Bu kişilerin, fenomen olma güdüsü ve dürtüsü ile sireti kılıflayan (en....?) suretleri üzerinden her hâl ve adımlarını duyurmaları, zayıf karakterler üzerinde kısa süreli etki oluştursa da, bu durum süreklilik arz etmez...olsa olsa geçici süreliğine o megalomanın egosunu tatmin etmesine yarar o kadar...


Dolayısıyla; ey hakikat yolcusu, sen suretten geç sirete bak, yaşantıya bak.

Kişinin dediğini kendisinin uygulayıp uygulamadığına bak...

Şahsın asıl maksadına, erdemler ve değerler üzerinden geçinip geçinmediğine bak, gizli  bir çıkarı olup olmadığına bak... 

Unutma, bülbül boyalı kargalar, kartal maskeli akbabalar bir yandan cambaza bak der, arka bahçede leş paylaşma kavgasına tutuşurlar...


Bil ki; çölü vaha gösteren cambazların tuzağını görmeyenler, çöldeki serabı vaha zanneder, susuzluktan kavrulurlar !

Kartal ve bülbülü unutup akbabayı ve kargayı örnek alanların burnu/gagası leşten kurtulmaz...

Ebû Hüreyre'den nakil bir rivayete göre,
Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“…Bizi aldatan, bizden değildir.”

Üstelik bizim terminolojimiz ve değerlerimiz üzerinden bizi aldatıyorsa, aman Allah'ım...

Rol model arayan, güzel ahlâk örneği arayan Allah Resûlü'nün hayatına baksın, dediklerine kulak assın, güzel ahlâk kisvesini giyinmeye çalışsın;
"Andolsun ki, sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü ümid eden ve Allah'ı çokça anan kimseler için, Resûlullah'ta güzel bir örnek vardır." (Ahzab sûresi, 21)

Vesselâm...

17 Mayıs 2024 Cuma

Kim oluyorsunuz siz ?

Eken biziz biçen biz
Buğday biziz un da biz
Yoğuran pişiren biz
Sofraya getiren biz

Peki kim oluyorsunuz siz
Soğuktan sıcağa değmezken eliniz
Neyiniz varsa hepsi bizim emeklerimiz
Doymak bilmez iştihayla yediniz de yediniz

Bizi saf bildiniz
Sırtımızdan  geçindiniz
Sırtımız oldu pazar yeriniz
Yörük sırtından kurban kestiniz
Yediniz içtiniz semirdiniz
Öğürene kadar da doymak bilmediniz
Konforu, lüksü, şatafatı sevdiniz
Üstelik tepeden bakıp ne çok kibirlendiniz

Bir şeyi hiç unutmayınız:
Kanı da vicdanı da asil olan biziz kirli olan siz
Birgün bizden öylesi bir tokat yersiniz
Ne ceddiniz kalır ne mirasyediniz
Yele sele kapılır taptığınız makam mevkiniz
Yerlerde sürünür burnunuz, kibriniz

Siz gidi münafıklar; siz riyâkârsınız haramzâdesiniz...
Ziyâde olsun şeytanınız hem ateşiniz...
Siz var ya, şükretmeyi de huzuru da bilmezsiniz...
Keşke şunlar kadar olsaydı kanaatkarlığınız, teslimiyetiniz...
Yok yekdiğerinden farkınız bilmez misiniz ?
Üstünsünüzdür ama tek şartla, eğer müttakîyseniz !

16 Mayıs 2024 Perşembe

Mesnevi'den hikâye: Debbağ ıtriyat dükkânına girerse...

Güzel koku (ıtrıyyât) satanlar çarşısına varan birinin aklı başından gitti; iki büklüm oldu. Kerim ve cömert koku satıcılardan gelen ıtır kokusu, başını döndürdü, yere düştü! O, kendinden bihaber, gün ortasında, yol uğrağına bir leş gibi yıkıldı, kaldı. Derhal halk, başına toplandı. Herkes “Lâhavle…” çekmekte, derdine derman aramaktaydı. Birisi, eliyle kalbini yokluyor, öbürü yüzüne gülsuyu serpiyordu. Bilmiyordu ki o alanda onun başına ne geldiyse gülsuyundan geldi. Birisi bileklerini, başını ovuyor; öbürüsü harareti düşsün diye samanlı ıslak balçık getiriyordu. Biri ödağacıyla şekeri karıştırıp tütsülüyor, başka biri elbisesinin bir kısmını soyup üstündekileri hafifletiyordu. Birisi nasıl atıyor diye nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyordu. Şarap mı içti, esrar mı, yoksa afyon mu yuttu, anlamak istiyordu. Halk, onun neden bayıldığını anlayamamış, şaşırıp kalmıştı.

Falan adam feşman yerde perişan bir halde düşüp kaldı diye derhal akrabalarına haber gönderdiler. Neden bayıldı, ne oldu da leğeni damdan düştü? Kimse bilmiyordu!

O iriyarı debbağın (dericinin) bilgili ve anlayışlı bir erkek kardeşi vardı; hemencecik koşa koşa geldi. Yenine biraz köpek pisliği almıştı; halkı aralayıp, kardeşinin yanına sokuldu.

“Ben, neden hastalandı biliyorum” dedi… “Hastalık teşhis edildi, sebebi bilindi mi tedavisi kolaydır. Sebebi bilinmezse tedavisi güçleşir… Hangi ilaç iyi gelecek? Yüz türlü ihtimal vardır. Fakat sebebi bilindi mi iş kolaylaşır. Sebeplerini bilmek, bilgisizliği giderir.”

Adam kendi kendine, “Onun iliğine, damarına kat kat köpek pisliği sinmiştir. Rızkını elde etmek için her gün, akşamlara kadar pisliğe gömülmüş, tabaklığa gark olmuştur.” dedi.

Calinus(Galenos) da öyle demiştir: “Hastaya, neye alışkınsa onu ver! Aykırı olan şeylerden zahmet çeker; onun için hastalığının ilacını da alıştığı şeylerde ara!”

Bu adam, köpek tersi taşımaktan pislik böceği gibi olmuştur. Pislik böceğine gülsuyundan baygınlık gelir. Bu sebeple onun ilâcı yine köpek pisliğidir… Çünkü ona alışmış, onu huy edinmiştir.

“Pisler, pislerindir” âyetini oku da bu sözün önünü, sonunu anla!

Öğütçüler, nasihat edenler, pis kişiyi, ona bir kapı açılması, iyileşmesi için amberle, gülsuyu ile tedavi etmek isterler! Fakat ey inanılır, itimat edilir kişiler, pislere temiz şeyler lâyık değildir ki!

Onlar, vahyin güzel kokusuyla eğrilmişler, sapıtmışlardır da “Siz bize uğursuzsunuz; biz, sizin yüzünüzden kötülüğe uğradık” diye feryada başlamışlardır. “Bu söz, bize zahmet veriyor, bu sözden hastalanıyoruz… Sizin vâ’zınız iyi değil, bize iyi gelmiyor. Eğer yine susmaz da nasihata başlarsanız derhal sizi taşlarız. Biz, oyunla, abes ve saçma şeylerle semirmişiz… Öğüte hiç alışmamışız! Bizim gıdamız yalandır, asılsız lâftır, saçma sapan sözlerdir… Sizin bildirdiğiniz şeyler, midemizi bozuyor. Siz bu sözlerle hastalığımızı yüzlerce defa artırıyor, akla ilâç olarak afyon veriyorsunuz” demişlerdir.

Delikanlı, kardeşine yapacağı ilâcı kimse görmesin diye halkı uzaklaştırdı. Gizli bir şeyler söyler gibi ağzını kulağına, avucunu da burnuna götürdü. Köpek pisliğini avucuna sürmüştü…

Avucunu koklatır koklatmaz adam, deprenmeye başladı. Halk, bu pek mühim bir afsun dediler… Afsunu okuyup kulağına üfürdü… Adam adeta ölmüştü, afsun imdadına yetişti!

Mayası bozuk, kötü kişilerin harekete gelmesi, canlanması da (gıybet), zina, göz süzme, kaş oynatma (haram el uzatm ve yeme benzeri gibi kötü ahlâk) tarafında olur.

Kime öğüt miski fayda vermezse muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır.(1)

Edebiyatımızda doğaya, ağaç ve çiçeklere felsefi derinlikler yüklenmiştir; "servi vahdeti; gül de kesreti temsil ettiği için "serv-i gül endam" gibi sözlerle, aslında kesret altında gizlenen vahdet anlatılmak istenmiştir." (2)

Yine "Gül ruhu, Bülbül gönlü, Nergis sağ duyuyu, Meltem nefsi, Servi doğruluğu, Irmak saflığı, Diken kin ve kibri..." temsil ederler.(3)

İşte bu ruhanî bakış ve zevk ile, Ümmî Sinan'ın dediği gibi onların dünya ile ticareti gül gibidir, gül iledir: 

"gül alırlar gül satarlar
gülden terazi tutarlar
gülü gül ile tartarlar
çarşı pazarı güldür gül"

Aziz Mahmud Hüdâyî derki:

"Ehl-i zâhir gaflet ile Hakk’ı kor dünyâ arar
Benzer ol debbâğa kim ol kelb murdârın arar"

Elhak ne doğru kelâm, derici işlemek için ölü köpek leşi arar durur, tabaklayacağı deriyi beleşe getirmek içün...o debbağ leşin kokusuna da alışmış ve belki tiryakisi olmuştur, güzel koku (övülmüş ahlâk) ise muhakkak onu bozar(!) 

Konformist ben ve bencillik debbağlığa eştir, seyreyle bir gün ayine-i devran sana da gösterir debbağın ahvâlini, gel debbağa özenme ey can, gül yetiştiren âdem ol, bilir misin gül ağacı altında soluklananların teri de nefesi de gül kokarmış, yoksa duymadın mı, vesselâm...

___________

Kaynaklar: 

(1)Mevlâna Celaleddin, Mesnevi-i Şerif.
(2)Kurnaz, C. "Gül", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, cilt: 14, s. 220 Ankara 1996.
(3)Özkan, M., "Gül", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, cilt:14 sayfa:222-223, Ankara 1996.

15 Mayıs 2024 Çarşamba

Nizâ hiç yok, varsa yoksa (belki) müdârâ


Bak bahar gelmiş bile
Devretmiş devrân yine
Çık hadi bugün kırlara
Can gözüyle bak nebatata
Çiğdemi nergisi pıtrağı yanyana
Sarılmışlar toprağa
Güneşi suyu toprağı paylaşmakta
Hiç etmiyorlar değil mi kavga
Nizâ hiç yok, varsa yoksa (belki) müdârâ
Tohumlarını saçarken de gelecek yıllara
Anlaşma var gibidir aralarında: 
hem sana hem bana...

Toprak nasıl doğum yaptırmış, bak şu güneş ve su ile emzirilmiş tohumlara
Nasıl da hayat buluyormuş tohum, ediyormuş neşv ü nemâ...

Bir şeyler anlatıyorlar ot deyip hakir görülen o otlar, dünyaya kazık olacaklarını zanneden, gözleri doymayanlara
Teslimiyet, tevekkül, sabır, rıza ve huzuru anlatıyorlar adeta
"Oku" emrinin muhataplarına
Okuduğunu anla(ma)yan dünyalılara
Ot kadar bile olamamışlara...

14 Mayıs 2024 Salı

Ahlattan paşa armudu yemek !


Kime ne anlatıyoruzki, değil mi ? 

Kökünden koparılmış -android- bir toplum özlemi hayata geçeli çok oldu...

Ahlattan armut tadı alacağımızı mı zannediyoruz ?

Armut ağaçlarını kökünden söktük, dağdan getirdiğimiz ahlat dikmelere aşı yapmaya çalışıyoruz da, aşı tutar mı bilmem ahlatlar, hem tutsa da paşa armudu olur mu, hiç bir fikrim yok ?

Her iklimin kendine has ağacı vardır bilirsiniz, bunlar başka bir iklime zorla da uyum sağlamaz...tropikal meyve mutedil iklimli bölgeye alışmaz...

Balık suda yaşar amma, her balık her suda yaşamaz ! Meselâ deniz balığı tuzlu suda yaşar, gölde tatlı suda yaşamaz...

Bizim için malumat ve bilgi aynı şeyi ifade etmez, ilim ve bilim de aynı şey değildir. 

Bilim mânâdan yoksun olarak, tabii karakterinin ve esneklik sınırının dışına çıkamayan maddenin tabiatı üzerine inşa edilen bilginin açığa çıkartılması kullanıma arzı ile meşgul olur. Bu bilim insanının işidir.

İlim ise aynı zamanda bilginin felsefesi ile uğraşır, mânâsı ile iştigâl eder. İlim adamı âlim/bilgedir, bilim insanı bilgi işçisidir.

Âlim olanlar ilim ile hakikat ve hikmeti anlamaya ve idrakini derinleştirmeye çalışırlar. Gayeleri bildiğini bilmek ve onunla amel edip yaşamaktır; lakırdısını etmek, bilgiyi pazarlamak asla değildir...

Bu bakış açısıyla deriz ki; ne zamanki ilimsiz bilim seküler bir anlayışı getirdi, işte o zaman dünyevileşti insan oğlu, mânâ fukarası oldu, en sonunda da konformist ben hastalığının müptelası oldu.

Halbuki ancak köklerimizin irfânî anlayış ile beslendiği zamanlarda medeniyyet ağacımız büyür serpilir ve hikmet meyveleri verir, insanın insanlığını ihyâ ve inşâ eder.

İrfânın teşekkülü ise bilginin ilmi, ilmin de ilme'l yakîni beslemesi neticesi hasıl olur anca...formüle edilmiş maddenin sebep sonuç ilişkilerini görmek bilim ile, Oluş ve olgulardaki derûnî mânânın üzerinde tefekkür ve varlığın hakikatini (eşyanın hakikatini, isimlerin ve kelâmın fonksiyonelliğini) idrak etmek ilim ve hikmet ile mümkünât sahasına ancak girebilir...

Aslı ahlat olan aşılı ağacın meyvesine armut dense n'olur...olsa olsa ayılara yem olur !

Hem kalem aşısı köksüz ağacın nesine gerek !

Kaleme yazık olur, kaleme...

Kökünden koparılmış cemiyetler de tıpkı yaban yemişi gibidir, tatsız, tuzsuz lezzetsiz, kekrek ve soysuz...ne oralı ne buralı...yoz !

Hikâye bu ya, "adamın biri alt kısmı eski tip “kaval” (yivsiz) ile, üst kısmı “şeşhane” (yivli) olan iki tüfeği birleştirip bir tüfek yapmış. Olmuş size “altı kaval üstü şeşhane” bir tüfek… işte onun gibi bir şey...

Hasıl-ı kelâm; aslı ne, kökleri sağlam mı, asıl ona bakmalı !

13 Mayıs 2024 Pazartesi

Beytülmal fareleri...


Sinekten yağ çıkaranlar, 
kim imiş görmekteyiz...
Tutanın elindeki,
yağmanın peşindeyiz...
Hukuka uygun amma 
ahlakî olmayanı,
minarenin kılıfını, 
görecek bir yerdeyiz...

Öyle yağma yok beyler,
kandıramazsınız bizi,
çökemezsiniz sırtımıza,
karabasanlar gibi...

Bilmek isteriz ki siz;
hangi kitap ehlisiniz,
haramları helalinden 
nasıl götürmektesiniz...
Kibri yüzünden lanetli
şeytandan da betersiniz...

Sormak kimin haddine
Kalem benim elimde
İstediğimi yaparım,
kime ne ? deseniz de...

Yok öyle bir hakkınız
siz bir hizmetkârsınız
nalıncı keseri gibi
öyle yontamazsınız
o elinizdeki kalemi
 kim verdi size, niye ?
değilmi ki o vakit;
hizmete adaydınız !
gel vakit git vakit, nasıl
böyle firavunlaştınız...
Hak ile aldatandan
Hesap sorarız elbet
Yakasına yapışırız
Hem dünya hem de ahret...

Sizi gidi sizi, beytülmal fareleri
Sizi de bekliyor cehennem dereleri

12 Mayıs 2024 Pazar

Tribünlere oynayan tufeyliler !


hani reklâm var reklâm var,
kimisi kendi malını pazarlamaya çalışır...
kimi başkasının malını...

mal dedik de
kimi mallar varki
defolu, kalitesi kendinden menkul
sürekli vitrinde, güneşten sararmış
üstelik tozlu...
bir de en iyi bildikleri
kendini göstermek, vitrinde kalmak olanlar var !
şan şöhret için her fırsatı kollayanlar
gündem de kalmaktan haz alanlar
o pazar senin bu davet benim dolaşanlar
kümeste yemlenmiş tavukların
yumurtasını âleme pazarlayanlar
bahçede otlayan ineklerin
bakraçtaki sütünü yedi düvele satanlar


yeşil sahalarda;
oyun kurucu zannında olan top toplayıcılar,
tribüne oynamayı marifet sayanlar var...

bir de;
hakemi aldatacağını cinlik sananlar,
kulüp başkanının gözüne girme çabasında olanlar var...

şahsi gaye ve hedefini allayıp pullayıp gizlemeye çalışanlar
yiğitçe mertçe oynamayanlar
delikanlıymış gibi davrananlar
cinlik yarışına katılıp şişeden çıkmaya çalışanlar
sinsilikten medet umanlar...
her hâl ve kârdan ticaret umanlar
tufeyli sivrisinek gibi kan emenler var...
sinekten yağ çıkaranlar bile var...

kendilerinden söz ettirmek için
gündemde kalmak için
transfer pazarına göz kırpmak için 
fırsat kaçırmayan tufeylileri görüyoruz...

çabalarında;
samimiler mi? diye sormuyoruz
çünkü olmadıklarını, biliyoruz !

bin bir hesap içinde sinsice debelenen
çok mühim biri olduklarını zanneden
firavunlara özenenlerin;
ulvi hedef kılıfı altında
asıl gayelerinin sırmalı kaftan ve tâc u taht olduğunu da biliyoruz...

şimdi söyleyin bakalım;
bu tufeyliler hem münafık hem megaloman değil midir?

işte bunları bu yüzden 
yok hükmünde sayıyoruz... 
hatta küsur bile değiller, hiçler hiç....

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Zamandan âzâdeyim sanki üftâde...


ben ki;
âlem-i ervah ile harmanlanmışım sanki
zamandan bir zerreyle kayıtlanmışım belki

dünden yarına anda yol almaktayım madem
mâziden âtîye bütün zamanlarla müdam

zamandan âzâdeyim sanki üftâde
kûşe-i mahrem-i ruhumda firâk pek çok ziyâde
olmaz mıyım ziyâyı görsem, bir aciz pervâne

sen ki;
binlerle kaza ve kader bestesisin
şarkılar, şiirler ve nağmelerdesin
ruhlarla hemhâlsin, bir nefessin
yere göğe sığmazsın gönüllerdesin

hem yazılanı oku anla demektesin
hem uymayanı ikaz etmektesin

hem kader senaryosunu yazmakta
hem biçilmiş rolleri dağıtmaktasın
sen ki;
gündüzü geceden sıyırmaktasın
kürreyi zerreye sığdırmaktasın

ben ki;
içindeyim hem uzaktayım; bu şehirden, 
hem bu devran ve devirden 
hem içinde yol almaktayım, hem seyrine dalmaktayım
bir fasıldan bir fasıla savrulmaktayım
gâh gül-i rânâ nezdindeyim gâh lâlezârdayım
dem a dem sahn-ı çemenzârda bir kelâm ve sessiz sadayım
hikmetinden sual olunmaz ki, buradayım

10 Mayıs 2024 Cuma

Bir şarkı ve hikâyesi: Duydumki unutmuşsun gözlerimin tengini...


1972 yılında Yarken’te bir arkadaşı sevdiği kız için bir şiir yazmasını rica eder. Turgut Yarkent:

"Peki nasıldır bu kız, gözleri ne renk mesela” diye soruyor.

Arkadaşı “Unuttum” diyor. Arkadaşı birkaç gün sonra karşılaştığında şiiri sorunca;

“Peki! Kızın göz veya saç rengini hatırladın mı?” Sorusuna yine yanıt vermeyince:

“Yakında hazırlarım merak etme” diyor.

Şair ne yazacağını düşünüyor ve sonunda kızın ağzından arkadaşına hitap edercesine şiiri yazıyor.

Yazdığı şiiri Muhayyerkürdî makamında Selahattin Altınbaş besteledi. Milliyet gazetesinin 1977'de açmış olduğu "Yılın Sevilen Şarkıları" yarışmasında "Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini" eseri ödül aldı.


Makam: Muhayyerkürdî
Bestekâr: Selahattin Altınbaş
Güftekâr: Turgut Yarkent
Usül: Semai

Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini
Yazık olmuş o gözlerden sana akan yaşlara
Bir zamanlar sevginle ateşlenen başımı
Dizlerinin yerine dayasaydım taşlara

Hani bendim yedi renk hani tende can idim
Hani gündüz hayalin geceler rüyan idim
Demekki senin için aşk değil yalan idim
Acırım heder olan o en güzel yıllara

(Kaynak: Suat Yener; Şarkıların Gözyaşları S:263, Altın Koza Yayınları)


9 Mayıs 2024 Perşembe

Çevir kazı yanmasın...

 

Bindik fındık kabuğundan kayığa
Çıktık mehtaba seyre, safaya
Küreklere asıldık vardık engin deryaya..
Kafalar hoş, martılar neşeli, yakamozlar ışıl ışıl...
Hayat beleş...
Bir de şarkı tutturduk:
"Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın..." diyerek saldık avazeyi her yana !

Zevk ü safamızı duymayan, avaz ve ahengimize uyanmayan kalmamıştır dedik amma peki ya Mehtap...onu uyandırmayacaktık !

Dedi dümenci hemen:
Eğer mehtap uyanırsa boş ver takma kafana...
"Çevir kazı yanmasın", de sen bana
Duyuralım kazın yanmadığını duymayana !
Üç maymun da azaldı mı toplumda acaba ?

Görmedim duymadım bilmiyorum diyecek yalancı şahit, götürene fener tutan, şakşakcı ve yağcılar var mı halen ?...

Bir zamanlar deve kuşları saklanmak için kafasını kuma gömerdi...

Gerçi, kumu da bitirdi ya aç gözlüler...

Kum da biter mi demeyin...

Biter !

Yazık, deve kuşları şimdi kafayı nereye gömecekler...

Kafayı gömmüştüm görmedim de diyemeyecekler...
Deve kuşları da uyandı, mehtap da !

Maymunlar da gözünü açtı...

Yanmış kazı çevirerek "çevir kazı yanmasın" diyerek nefes tüketme, boşa yorulma ey ehl-i safa !

8 Mayıs 2024 Çarşamba

Kırk yamalı bohça gibi...


Ömrün tesbih, günlerin de tanesi
Her tanede ömrünü tüketirsin
Başı da en sonu da  imamesi
Bir bir çekerek en sona varırsın

Tane doksandokuz, bir de imame
Ömür, ipekten ibrişime dizilir
Tesbihini dizme çürük ipliğe
Eğer ip koparsa hepsi saçılır

Kırk yamalı bohça, olmayasın ha
Bir ip çekilir de kırkı dökülür
Daha kırkın çıkmadan sakın kırkılma
Takke düşer ise kelin görünür

Ömrü bataklıkta telef edenler
Dağılır, hayat ipi koptuğu gün
Dikiş tutmaz yamaya güvenenler
Cavlak kalır ayna tutulduğu gün

7 Mayıs 2024 Salı

Köksüzlük ve riyâkârlık...

Köksüzlük kurumayı getirir, kökü zayıf ağaç çelimsizleşir, yaprakları azalır, çiçek ve meyve veremez, neticede odun hükmüyle yüzleşir.

Kendi millî ve manevî köklerinden beslenmeyen toplumlar da öyle...kendi kültürüne, kendi fıtratına, özbenliğine yabancılaşmış birey her halükârda kaybeder.

Tıpkı kökü kendi toprağının derinliklerinde olmayan hatta kökü dışarda ağaç gibi...

İnsan ya bir yere aittir ya değildir. Hiç bir yere ait olmamak köksüzlüktür. Aitmiş gibi görünmek ise riyâkârlıktır. Bu sığlık, sefillik ve özenti meziyet olarak sunulsa da, değerlerin içten içe reddiyesidir, tükenişidir. Hiçbir yere ait olmayanlar gerçekte köksüzlüğü hayat tarzı olarak benimsemiş olanlardır, bunlar sadece -mış gibi görünürler.

Mâzideki köklerinden beslenmeyen toplumlarda yaygınlaşan öze yabancı, sekülerleşmiş "miş gibi" riyâkarlığı ve şekilcilik, görgüsüzlük, kültürsüzlük, olsa olsa naylon/yapay ağaç gibi olur, belki gösterişlidir amma meyvesiz, gölgesiz ve köksüz...

Hani Ziyâ Paşa der ya:

"Bed-as­la necâbet mi ve­rir hîç üni­for­ma
Zerdûz pa­lan vur­san eşek yi­ne eşek­tir."

Yahyâ Kemâl Beyatlı "Koca Mustâpaşa" şiirinde bu mevzuyu çok güzel işler ki, o şiirinden bir bölümü şöyle:

"...

Bu geniş ülkede, binlerce lâtîf illerde,
Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Mânevî varlığının resmini çizmiş havaya.
-Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü'yâya.-
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.

Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda! "

Unutmamamız gereken, kadim millet ve medeniyetimiz için âtî; içi boşaltılmış, öz kültüründen nasiplenmemiş, dünyevîleşmiş, millî ve manevî değerler manzumesini "miş gibi" yaşayan ve bunlar üzerinden geçinmek ve menfaat sağlamak düşüncesinde olan, gösteriş yarışında nesillere teslim ve emanet edilemeyecek kadar kıymetlidir.

Bu hususa neşter vuran bir söz ile mim koyalım:

Yahyâ Kemâl Beyatlı’yı, gelenek ve millî kültür değerlerine bağlılığı dolayısı ile döneminin bir şâiri  “Harâbîsin, harâbâtîsin” diye tenkit eder. Yahyâ Kemâl'in, köksüzlüğe bir şamar gibi inen cevabı müthiştir, derki; “Ne harâbîyim, ne harâbâtîyim kökü mâzîde olan âtîyim(gelecek)”.

ne vakit geldik bu hâle
medenî insandan bedevîye
ne vakit dönüştük, niye ?
mamur bir evden kulübeye

Kültürü; ekmediği yerden biçmekle, medeniyeti köksüz batıdan devşirmekle anca yozlaşılır, işte o zaman sireti insan olanı mumla ararız, vesselâm...