Tecrübelerimiz gösteriyor ki bugünün modern çağını idrak etmiş insanı, çoğunlukla gören bir “kör” gibi yaşıyor.
Bakıyor, gözüne çarpıyor, yanından geçiyor ve görmüyor, çünki görmek içün ayıracak vakti yok, vakit fukaralığından muzdarip, iş yükü, uğraşacağı alan o kadar çokki... Bu sebeple sadece silüetle yetiniyor, ayrıntıdaki san’at ile ise çok da ilgili değil…
Ancak yine de iddiası o ki, çok da iyi görüyor !
Halbuki farkı ortaya çıkaran nüanstır, (yanlış bir kullanımla-kanaatime göre)“şeytan ayrıntıda gizli” ifadesi ki yanlıştır, eğer kişi kendi düşünce kanallarında kötü/kötülük/olumsuzluk fikirlerine izin vermiyorsa, şeytanî düşünmüyorsa, işte bu durumda ayrıntıda hikmeti, ihtişamı, gözden kaçmaması gerekenleri görebilecektir !
Peki nasıl bakmalı ve neyi görmeli ?
Meselâ; bir parazit kendi kan emeceği konağı görüyor, bakmıyor, hatta öyleki kimi parazitler dünyada mevcut milyon türden fazla hayvanın içinden sadece bir türe ait bireyi arıyor, buluyor görüyor ve ona yerleşiyor…Yâni bilinçli bir bakma ve görme !
Ancak insanoğlunun bir çoğu kendini, yeteneklerini, etrafını, dünyayı, uzayı kâinatı maateessüf görmek için gayret etmiyor, günlük hayatın hızına kaptırmış, sadece bakıp geçiyor öylesine, geçip giden trene bakarmış gibi !
Zamanı saat kadranında dolaşan akrep yelkovan ve saniyeden ibaret algılamak, yahut kadranın ardındaki dişli sisteminin çark hareketine bağlamak da var, dünyanın dönüşüne uygun olarak güneş ışıkları ile şekillenen gece-gündüz, ay/mevsim/yıl peryotlarıyla algılamak da var…ya da her canlıyı doğumdan ölüme doğru giderek eskiten hayat yoluna bağlı algı da mümkün.
Yahut bu her ânda gerçekleşen yenilenme/eskime, şekilden şekile inkılab etme, farklılaşmayı olağana bağlayıp, farkına varmaksızın bakmak; görme melekesini uykuda tutarken, düşünme fonksiyonunu tembel tembel köşesinde istirahat ettirmek de mümkün…
Bu ise “akletmemeyi”, düşünme san’atına kayıtsızlığı getiriyor…
★★★
İnsan oğlunun gözü belli spektrum aralığındaki objeleri nesnelere bakar/görür, gözünün görme kabiliyeti aralığı dışında olanı ise, mesela mikroorganizma seviyesinde olanları farklı nitelikteki mikroskoplar ile, ya da uzayın derinliklerindeki objeleri teleskoplarla görme sınırları içine davet ederek görmek mümkün olur.
İnsanların görme aygıtı olan gözleri 400- 700nanometre (nm) dalga boyu aralığını görebilecek bir yapıdadır. Bu demek oluyor ki; 700 nm üzerindeki dalga boyundaki Infra Red (Kızıl ötesi, IR ) ışınlarını ve yine 400 nm’nin altındaki Ultraviyole (UV) ışınlarını görebilme kabiliyetinden yoksundur.
Şimdi, bu sınırlar aralığı dışındaki ışınları, dolayısı ile obje ve nesneleri göremememiz onların olmadığı anlamına mı geliyor, tabiki HAYIR !
Biz insanların gözü, saniyede 50 frekansı, yani saniyede 50 kez yanıp sönebilen ışığı görüp algılarken, bu frekans kimi böcekler için 300’ün üzerindedir. Bazı canlıların gözleri bu frekansın altına veya üstüne duyarlı olduklarından geceleri dahi rahatlıkla görebilirler.
Dolayısı ile canlılar arasında algı hızında ve çözümleme hızında da farklılıklar var.
Gelelim ışığa...
Işık canlıların görebilmesi için olmazsa olmaz şartlardan biri… ışık kaynağından çıkan ışınlar cisimlere çarpar ve oradan göze ulaşır.
Herhangi bir objeye baktığımız zaman cisim üzerine düşen ışığın dalga boylarından bazıları o cisim tarafından soğrulur, bir kısmı ise soğurulmaz ve geri yansır. İşte bu yansıma şeklindeki görüntü retina üzerinde bulunan milyonlarca sinir hücresi üzerinden, ışığın niteliğine göre kimyasal bir reaksiyon oluşturur, bu reaksiyon sonucu elektrik sinyali (impuls) oluşur, göz sinirleri yardımıyla beyindeki görme merkezine ulaşır, referanslara göre çözümlenerek algılanır ve obje/nesne görülmüş olur.
Bizim göremediğimiz aralıktakileri gören canlılar da var: mesela, kızılötesi(IR) ışınları biz sadece ısı olarak algılayabilirken bazı yılanlar bu ışınları görüntü olarak algılayabilir. Aynı şekilde bazı balık ve kurbağalar türleri ile sivrisinek ve arı türleri de kızıl ötesi ışınları görebilirler.
Birçok bitki, bizim göremediğimiz dalga boyundaki polarize ışık dalga boyu aralığında olan renk ve desen çeşitliliğine sahiptirler ki bu başta bal arıları olmak üzere polen taşıyıcısı tozlaştırıcı böcekleri çiçek nektarının olduğu kısma cezbeder. Hatta gece görüşüne sahip bazı böcek gözleri algıladıkları bu polarize ışık yardımıyla da o bitkiyi/çiçeği bulurlar.
Yine kafadan bacaklılardan ahtapotların ve bazı örümceklerin de polarize ışığı görecek yetenekte gözleri vardır.
★★★
“Bakar kör” olmak sanırım sahip olunan göz aygıtının hakkını vermemektir.
Yaşarken, uygun adım yürürken/koşarken; nüansları kaçırmak, obje ve nesnelere kaba bakış yüzünden hikmeti görememekle açıklanabilir.
Yâni bakmak malumatla yetinmek, görmek ise fikir sahibi olmak demektir bir başka ifâde ile...
Görme aygıtı dış dünyaya açılan pencere olarak beyindeki görme merkezine sinir telcikleri ile bağlı, görme merkezi ise algı/çözümleme merkezine verileri analiz etme algı ve sanrıyı rapor haline getirip organizmaya yönelim ve duyumsama ile görev yapmakta…
Nerden geldik, ve konu nerelere götürüyor…
Algı perdelerini aralamak, bakmak ile başlar da, onun ardına ise görme, fark etme melekesi ile geçilebilir, o zaman hakiki anlamını bulur...değilse asıl olanı kaçırır, tali ile yetiniriz, kabaca olanı görür, derûnunda gizli cevheri, mücevheri göremeyiz.
Cevheri mücevher hâline getirmek için önce toprağın derinliklerindeki cevheri keşfetmek, sonra onu kuyum haline getirecek kuyumcu titizliğine ihtiyaç var...
Bir objeye sadece bakılabilir ama bakmak ile objeyi görmüş olmaz insan.
Bir resim galerisinde gezinirken bir çerçeveye bakıp geçmek var, bir de o çerçeve ile sınırlanmış olanın ne olduğuna odaklanmak var ki, ancak o durumda tabloyu, san’atı, san’atkârını eserinde görür, anlatılmak isteneni ve bizim ne algıladığımızı tefekkür edebiliriz…San’atçı; eserine sadece bakışını değil onunla birlikte görüşünü de nüansları ile işleyerek ortaya koyar ki, bu da estetik ile birlikte bilgeliği karşı tarafa sunar.
San'ât, herkesin hakkında malumat sahibi olduğu, ve fakat her insanın kendince algıladığı bir kabiliyetin dışa vurumu…
Bakmak söz ise, görmek ma’nadır....Kelime harflerden müteşekkil iken o kelime ancak nefeslenince kelâm olur...
Bir san’at eserinde bir bestenin nağmelerinde, bir nutkun şiirselliğinde, seyirci ile san’atçı arasında kurulan bir köprünün temelinde, insandan insana bir yansıma söz konusudur ki bu da görmekle, duymakla, duyumsamakla ilişkilidir.
Görmenin getirdiği nüans düzeyinde, yani minimalistik düzeyde algı açılması, hayret edici şeyleri, olağan dışı olanı görmeyi de aynı zamanda sağlayacaktır.
Algıda seçici olmak akl-ı selim insana özgüdür... münevver insanın hesabîliği yoktur, o bakar ve görür, basireti dolayısı ile hasbî insandır !
Dünyaya ve içindekilere sadece menfaat tarlası olarak bakıp algılama anlayışı "insan"a değil, egosunun tatmininden öte gailesi olmayan hayvânâta has bir durumdur...
Buna göre tüketilen şeylerin tüketici açısından kalıcılığı yoktur, olamazda…somuta, bedene maddeye hitap eden cümle şeyler bu statüde değerlendirilir.
Ancak ma’na örüntüsü ruh ile ilgilidir, bunun içerisine bilgeliğe kapı açan bilgiyi/hikmeti, ilim ve irfânı, mûsıkîyi, şiiri, edebiyatı, görsel san’atları, güzel san’atları, estetikle ilgili olanların ışığında görünen âlemi san’atkârının san’atı olarak, seyrine doyulmaz aynadaki yansısı olarak bilmekliğimiz görmekliğimiz en önemli algıdır ki insan olarak bunlar ile bilgece bakış/görüş dairesine girebiliriz.
İşte ancak o zaman gözün gereği gibi kullanılmış, boş bakmayan, boşa bakmayan bir cihaz gibi kullanılmasından söz edilebilir. Böylece parça ile oyalanmak yerine manzaranın bütününde, nüans düzeyinde olanları dahi ayrıntısı ile görmek kemâline sahip insanlardan müteşekkil topluma gidişten bahsedilir ki, o toplum ne güzel bir toplumdur…Niceliğin niteliği ne kadar artarsa, dünya o kadar huzur bulur !
Bilenle bilmeyen; görenle görmeyen bir olabilir mi ? Bakan ile gören arasındaki fark gibi...
İronik bir yaklaşımla bağlayalım;
Bakgeç değil, bakkal...bakıp geçen seyirci, bakıp kalan müşteridir mahalle bakkalında !