Yıl 1982, bir sosyal antropoloji son sınıf öğrencisi; Naci…
Sürekli okuyan, 20’li yaşlarına rağmen derin bir tarih bilinci ile vak’aları gözler önüne serip tarih felsefesi ile izahlarını ma’kul bir şekilde yapabilen, insanlık ve dinler tarihi, kültür sosyolojisi, sosyal antropoloji, Türk tarihi ve İslam tarihini tedris ve tevhid etmiş; farsça, arapça, uygurca, göktürkçeyi öğrenmiş, kirl alfabesini okuyabilen bir genç.
Naci, bir saha çalışması için bir göçer aşiret ile yaylalarda bir süreliğine yaşar.
Hikâyenin devamını ve gözlemlerini aynı zamanda iyi bir araştırmacı ve gözlemci olan Naci’den dinleyelim:
“Çok kalabalık bir nüfusa sahip olan, birkaç şehire dağılmış, bir kısmı kışın yerleşik hayata geçmiş, bahardan itibaren yaylalara çıkmakta olan bir büyük oymak…
Kıl çadırlarda yaşıyorlar, kadınlar yün örgü ve kilim dokuma ile arta kalan vakitlerini değerlendiriyorlar, erkekler sürü işleri ile meşguller, bir yandan da yaz boyu peynir, tereyağı vs. yapılıyor.
Yapılan örgü (yün çorap, hırka vb.)lerde ve kilimlere orta asya ve selçuklu motiflleri işleniyor, keskin hatlı … (motiflerimizin yuvarlaklaşmasının, kültürümüze Ortadoğu insanları ile ilişkilerimiz sonrası girdiğini lafın arasında izah ediyor).
Ben, aşiret beyinin çadırında kalıyor, onunla sohbetler ediyor ve notlar alıyorum. Aynı çadırda yatıyoruz…gittiğimin ertesi günü şafak vakti bey kalktı, abdestini aldı ve birlikte sabah namazı kıldık… sonra tesbihâtını yaptı, huşu içerisinde dualar etti…
Bulunduğumuz yerin rakımı yüksek, ufkî olarak tâ öteleri görüyoruz…
Doğuda ufuk kızarmaya başladı, oymak beyi huşu hâlini muhafaza ederek gözlerini doğuya, ufka dikti, hiç kıpırdamadan dağların ardından güneşin ufuk çizgisine doğru yükselişini izlemeye koyuldu… ben birkaç adım gerisinde ayakta onu izliyorum. Derken güneş görünmeye başlayınca, bey 9 kez ihtiram duruşu hâlini bozmadan, başını göğsüne doğru eğip doğruldu, ağır ağır.
Seremoni sona eripte çadıra doğru yöneldiğinde dayanamadım sordum bu hareketinin sebebini. Dedi ki;
Babalarımız ve dedelerimizden böyle gördük, Rahman olan Rabbimiz her gecenin sonrasında Rahmaniyyetinin tecellisi olarak dünyamıza, bütün canlılara, insanlara ve bize güneşiyle bereket, aydınlık….ikrâm ediyor, ayakta sübhanallah-elhamdülillah-allahuekber diyerek bu tecelli anını görüyor ve tefekkür ediyoruz. Yaratıcımızın Şanını ve kudretini kulu olarak gözlüyoruz…
Deyince, bu ne derin irfan, ne münevverce idrak dedim kendi kendime.
Çadıra geçtik, kahvaltı faslından sonra güneş biraz yükseldi ve gece yarısından sonra koyunları otlatmaya götüren çobanlar sürüyü önlerine katmış geliyorlardı, sağılmaları için….
Çobanın kepeneğinin sırt kısmında uçları eğik çarpı işaretine benzer bir sembol gözüme ilişti, kök boyası benzeri bir boya ile boyanmış aynı sembol koyun ve kuzuların sırt kısmında da vardı.
Beye sordum bu işaret neyin nesi diye.
Dediki: bu bizim aşiretin/oymağın damgası(sembolüdür). Mânâsı var mı diye sordum, yine “babalarımız ve dedelerimizden böyle gördük” diye cevaplandırdı.
Ben bunun Göktürk alfabesinden bir kelime olduğunu biliyordum, mânâsı “ora, şura, doğru” yani uzaklara, ötelere demekti."
........
Göçerler, göçleri ve sürüleri ile sürekli ufuklardan ötelere giden topluluklar değil midir ?
Bu göçer oymağının “Kızıl Elma”sı daha iyi iklim şartlarına, otlaklara, verimli topraklara doğru erişmek imiş demekki !
* * *
“Kızıl Elma”;
bütün cihânın duvarlarında yankılanan sadâ, yakın ufukların bile farkında olmayana...
Bir mefküredir, bir meşaledir yaklaştıkça ötelenen “Kızıl Elma”...
Anın hep bir adım ötelerinde som altından parıldayan kızıl küre...
Her devir kaf dağı ardı yenilenir, yinelenir; mefküre bir dönem “turan”dır, “i’lâ-yı kelimatullah” dır bir başka devirde...
Millî bir ideal için kararlı duruş ve emin adımlarla ereğe yürüyüştür…
Hedefe varınca, bir sonrakine odaklanılır, ötelerdedir “Kızıl Elma”, istikbâlde durur, lidere/ çobana/beye inanmış kamuyu, ardında yürütür…
Kamu bilir ki, lider şâmildir, müteâl/aşkın/ulvî gayeye ulaşmaktan başka hesap yoktur bunda.
"Kızıl Elma", aslı faslı olmayan bir efsâne değildir, derin tarihi bilenlere !
Bu milletin örfünde her dâim yok mudur "Kızıl Elma"?
"Kızıl Elma" sadâsı sadece sefer için değildir, hazar vakitlerinde bile bir müteâl gayedir.
"Kızıl Elma" var ! (sa) ki, hep olmuştur milletin dimağında-damarlarında, öyleyse var olanın müsemmâsı da olmak gerektir.
Halkın önderleri; eğitimlileri, ümerâ-ülemâ-üdebâ, olup da model olanlar, toplumun istediği şeyin ne olduğunu bilmezlerse yazık, çok yazık..
Evvela umerâ; cesur, muktedir, hâkim, mârifet ve fâzılet sahibi, insâflı olmalı…! Zira, insâftan yoksun muktedir, adalet değil zulüm üretir..
Ulemâ; derûnî murakebe, ilim ve sezgi sahibi olmalı...
Üdebâ ve şuarâ; çimen, mehtap,yakamoz, gazeller ile bezeli heyûlâsı yanına, kelâm-ı kibâr ile müzeyyen “mit” leri, ulu ereği de koymalıdır.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu bir şiirinde ne güzel demiş:
Gazi alperenler işe koyulun
Gayrı söze vakit az verilmeli
Bidevi atlara rüzgarca soluk
Ve yıldırımlarca hız verilmeli
Şanlı kitap önderimiz kılındı
İman sancak gönderimiz kılındı
İklim-i Rum,minderiniz kılındı
Ol mindere kavi diz verilmeli.
Barak Baba,Sarı Saltuk orada,
Hacı Bektaş Veli,Taptuk orada,
Bir mübarek vatan yaptık orada,
Ki,bir can dilerse bin verilmeli.
Töre,nizam,yol ve yordam her kula
Usul,erkan,edep,erdem her kula,
Yirmidört saatte her dem her kula,
Allah ın buyruğu uz verilmeli.
İnatla girmeyin soy sop faslına
Kurtsa kurt itse it döner aslına
Rum ülkelerinde Oğuz nesline
Peygamber kavlince öz verilmeli.
İçinde olanlar bir nebze iman
Gönlünü mazluma eder süt liman
Halkı ayırmadan kafir müslüman
Açsa aş,açıksa bez verilmeli.
Bu kılıçlar iller fethi içindir.
Bu kitaplar diller fethi içindir.
Türküler gönüller fethi içindir.
Cümle ozanlara saz verilmeli.
Kartal yuvasıdır Söğüt te burçlar,
Devletin zırhıdır sınırda uçlar,
Gazi Osmanlara zağlı kılıçlar
Yunus Emrelere söz verilmeli...
***
Umerâ odur ki, her şeyi murakebe ve muhakeme eder; kararı vermezden evvel empati süzgecinden geçirir. "Derûnî sezgi melekesine" kulak verir ve "...Sezer !" .
Sezgi ise, belki rasyonalite ile ele geçmeyen...hilkatin, ilmin, irfanın ötesinde bir hakîkattır !
"Kızıl Elma", sanki ma’şerî vicdanların ortak paydasıdır, dile getirilmemiş sezgisidir.
Mazide; “Çin”dir, “Hind”dir, “Konstantin”dir, “Otranto”dur, “Kosova”dır, “Nil”dir, "Haremenyn-i Şerifeyn”dir, "Adriyatik"dir, ya da “Viyana”dır…
"Belki hepsine şâmildir, ancak daha ötelerde bir yerdir, tükenmeyen bir erektir !"
Âtideki "Kızıl Elma" neresi mi ?
Arif bildiğini bilmeyip sezendir ki, bu millet derin irfanı ile bu hassaya sahip olmuştur her vakit...
"Kızıl Elma !" diyorsa kamu, rüzgârın sesinde, kuzuların sessizliğinde, kuşların ötüşünde bile bir mânâ olduğunu sezdiğindendir ve bundan irfan ehli de bir şey murâd etmektedir filhakika.
Liderlik vasfına sahip olanların bildiği, kamunun önüne düşerek götüreceği yer olsa gerektir !
“Kızıl elma”, ehil lidere teslimiyet gösteren, kamunun varmak istediği, sezgi ile duyumsadığı, ancak bir türlü dile getiremediği, Kaf dağı ardındaki hedefdir !
Kamunun dillendiremediği ma’şerî sezgisinde değişme olmaz. …çünkü güneşten ışığını alan aynaların yansıtmakta olduğu ışığı tek tiptir de ondan...yâ'ni tek bir(dir) hakîkat !
"Kızıl Elma", "Zül'Celâl vel'ikrâm"ın, liderin arkasına kamuyu takıp götürdüğü Kaf dağının ardındaki ülke...
"Mâlik-ül Mülk''ün mülkünde gidilecek yerin sınırı mı olurmuş !
Hak ve hakikat yolunun çıktığı "Kızıl Elma" ereği karşısında, birtakım fâni mülk ve harabelerin esamesi bile okunmaz !
“Kızıl Elma”...”arş”a dayalı merdivenden nâ-mütenâhî’ye doğru çıkmaktır !