e-Dergi: Fikir, Kültür, Edebiyat ve San'at, Popüler Bilim muhtevalı yazılar - Editör: Prof.Dr. Suat Kıyak - Redaktör: Nursultan Ahıskalı - İletişim: nefes.kelam@gmail.com
30 Mayıs 2024 Perşembe
Ömrü törpülemek...
29 Mayıs 2024 Çarşamba
Cüce, karıncadan az yüce...
28 Mayıs 2024 Salı
Erguvan mevsimi ve insan...
Bir şarkının hikâyesi: Artık Bu Solan Bahçede...
Artık bu solan bahçede
Kim umar senden vefâyı
Yalan dünyâ değil misin
Muhammed-i Mustafâ'yı
Alan dünyâ değil misin
Yürü hey bî-vefâ yürüSensin hod bir köhne karıNice yüz bin erden geriKalan dünyâ değil misin
Sihr ile donadup kendin
Meydâna salan semendin
'Âleme mihnet kemendin
Salan dünyâ değil misin
Kasd edüp halkın özüneToprak doldurup gözüneEhl-i gafletin yüzüneGülen dünyâ değil misin
Eğer şâh ü eğer bende
Her kişiyi salan bende
Kimse mekân tutmaz sende
Vîrân dünyâ değil misin
Kimisini nâlân edipKimisini giryân edipÂhir-i kâr 'uryân edipSoyan dünyâ değil misin
İşin gücün dâim yalan
Çok kişiden arta kalan
Nice kerre boşaluban
Dolan dünyâ değil misin
27 Mayıs 2024 Pazartesi
Fethin 571. yılı...Fetih Marşı
İstanbul'un Fethinin 571. yılı Kutlu Olsun... |
Rabbimizin lütfu ile, bin yılı aşkın bir zamandır "İ'lâ-yi Kelimetullah" mefkûresini şîar edinmiş, Anadolu'yu ebedi Türk-İslam yurdu, İstanbul'u da 28 Mayıs 1453 senesi itibarı ile ilelebed beldesi haline getirmiş, Peygamber Efendimiz(sav)'in övgüsüne mazhar olmuştur.
Söz:Arif Nihat Asya
Beste: Yıldırım Gürses
26 Mayıs 2024 Pazar
Dünya ve ahrette sefa...
25 Mayıs 2024 Cumartesi
Liyakatsızlık rüşvet ve iltimas, cemiyeti içten içe kemiren bir kurttur !
Bir Osmanlı atasözünde denmiştir ki;
"Devlet-i Osmani A'li de(Yani diyor ki ; Osmanlı devletinde yükselmek ve terfi edebilmek için ilim, bilgi, liyakat gerekmez, Ya olacak torpil ya olacak rüşvet ya da olacak ten ile temas ! )
Terfiyi temayüz
İlim irfan ile olmaz,
Ya olacak kuvvetli iltimas
Ya olacak madeni haz,
Ya da olacak ten ile temas."
Osmanlıyı batıran sebeplerin başında maalesef, iltimas gelmektedir. Liyakatsiz, beceriksiz insanların iltimas ile devlet görevlerine getirilmiş olması ile de mülke ihanet edilerek adaletin ırzına geçilmiştir.
Liyakat yerine iltimas yolu ile gelinen devletteki yüksek mevki sahibinin devletin imkanlarını kendi akraba, hemşehri, ahbap, dost veya kaz gelecek yerlere kılıfına uydurularak peşkeş çekmesi, illegal olarak vermesi, bir takım beklentiler içinde olan dalkavuk ve fırsatçılara kadro/ihale imkanları sağlanması kamu hakkı ihlalleridir. Bunu yapanlar, buna çanak tutanlar, göz yumanlar, görüp de bana ne bana değmesinler de ne dolap çevirirlerse çevirsinler diyenler bu günaha ve cehenneme ortaktırlar.
Bırakınız, bu dediğimiz kamusal makamları veya imkanları etrafına dağıtmayı, bulunduğu görev icabı kamu imkanlarını peşkeş çekerek kaz gelecek yerden tavuk esirgememe hokkabazlıkları da cabası...
Osmanlı'da "İlk Rüşvet alan Vezir" Kanuni Sultan Süleyman'ın veziri ve damadı olan devşirme Rüstem Paşa (1500-1561) olduğu kaynaklarda yazar. O, domuz çobanlığı ile geçinmeye çalışan bir Sırp köylüsünün oğludur. Dessas/entrikacı, fitneci, çalan ve çalışan bir sadrazam olarak bilinen Rüstem paşa için şair Taşlıcalı Yahya bir mısrasında onun için şöyle der: "Gülmez idi yüzü mahşerde dahi gülmeyesi!"
Ayrıca kurduğu vakıflar ile Hırvatistan, Macaristan, Balkanlar, Rumeli, İstanbul, Anadolu, Mısır, Medine ve Kudüs başta olmak üzere farklı coğrafyalarda pek çok eser yaptırmıştır.
Tabi bu çöküşte eğitim sisteminin de çok büyük payı da olsa gerek. Çünkü Osmanlı Devleti’nde çöküş beşik ulemalığı sisteminden sonra başlamıştır. Alim babanın oğlu alimdir diye kabul edilmeye başlanınca, ilim ve irfanla alakası olmayanlar alim var sayılınca medreselerdeki eğitim kalitesi sorgulanmamış ve bu bozulmalar yıkılışa giden yola taş döşemiştir.
İlmin yerini cehalet, alimin yerini beşik kertmesi alimler alınca yüksek(!) eğitimden mezunlar yüksek mevkilere gelmiş, iltimas/kayırma, ahbap-çavuş ilişkiler ile görevde yükseltilme had safhaya çıkmış, diğer yandan ahiret korkusu günden güne azalmıştır.
“Yıkılıpdur bu cihân, sanma ki bizde düzele!Devleti çarh-ı denî verdi kamu müptezele,Şimdi ebvâb-ı sa’âdetde gezen hep hezeleİşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem-Yezel’e.”
İltimas, cemiyeti içten içe kemiren bir kurttur, ehliyet ve liyakatı dikkate almayan bu yaklaşımlar neticede devlete güvensizliği yaygınlaştırır. Kendilerine emanet edilen kamu görevini torpil yaparak veya göz yumarak kötüye kullanan şahıslar kamu vicdanını her devirde yaralamışlardır.
Kamu hakkı yiyenler hesap gününde Mülkün sahibi olan Yüce Allah'a bu kul haklarının hesabını verebileceklerini mi düşünüyorlar acaba ?
Hz. Muhammed (sav)’de; “İş ehli olmayana (layık olmayana) tevdi edildiği (verildiği) zaman, kıyameti bekle.” buyurmakta değil mi...?
24 Mayıs 2024 Cuma
Muhtaca muhtaç olma...
Sırça köşkünün camına, taş değer elbet bir gün
Bu diyardan gittiğini, bil ki duymayan kalmaz
Güvendiğin dağlara, karlar yağar elbet bir gün
Ne esiri tâc u taht ol, ne muhtaca muhtaç ol
Bir gün mîrâs olacağı, şol dünyayı neyler ol.
En mühim tâc u taht imiş, lutf-ı Yezdân'a kulluk
Dünyanın mal u mülküne, asla meyletmeyen ol.
Reh-i himmette ancak kalb-i nerm ü pâ-yı saht ister. “ (Nâbî)
(Gönül ne rütbe, ne taç ne de taht ister.
O gayret yolunda yumuşak bir kalp ile sebat eden bir ayak ister)
23 Mayıs 2024 Perşembe
Behlül Dânâ'dan bir hikâye: Çarşı-pazarın zaten bir ağası varmış !
"Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. (Şuayb onlara) Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka İlahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız."(Araf Suresi, 85. ayet)
"Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp- eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın."(Hud Suresi, 85. ayet)
"Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha güzeldir." (İsra Suresi, 35. ayet)
"Ölçüyü tam tutun ve eksiltenlerden olmayın."(Şuara Suresi, 181. ayet)
"Dosdoğru olan terazi ile tartın."(Şuara Suresi, 182. ayet)
"Sakın mizanda haksızlık ve taşkınlık yapmayın. Tartıyı adaletle tutup-doğrultun ve tartıyı noksan tutmayın"(Rahman Suresi, 8-9. ayetler)
22 Mayıs 2024 Çarşamba
Hikâye: Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz...
Abbâsî halifesi Hârun Reşid, sarayın bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Biçimi, eşsiz kokusu ve müstesnâ rengiyle dikkatini çeken bu gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir.
–Sultanım, üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, gülün üstünde tek bir yaprak bırakmamış.
Hârun Reşid, bahçıvanın söylediklerini sükûnetle dinler ve sakin bir şekilde:
–Üzülme bahçıvan efendi, üzülme! Bülbülün yaptığı yanına kâr kalmaz, der
Bu cevabı üzerine rahat bir nefes alan bahçıvan ise işine döner. Aradan henüz birkaç gün geçmiştir ki, bahçıvan, gülün yapraklarını düşüren bülbülü bir yılanın yakaladığını ve yutmak için otların arasında kaybolup gittiğini görür.
Heyecanla yine halifeye gelir:
–Sultanım, çok sevmiş olduğunuz gülün yapraklarını döken bülbülü bir yılan yakalamış, yutarken gördüm, der
Sultan yine sakin:
–Merak etme, bülbülün âhı yılanda kalmaz. O da ettiğini bulur, der
Bahçıvan yine işine döner. Bir ara bahçede çalışırken, bülbülü öldüren yılanın otların arasından kendisine yaklaşmakta olduğunu görür. Hemen elindeki küreğiyle vurarak yılanı öldürür.
Yine halifenin huzuruna gelir sevinç ile:
–Sultanım, bülbülü öldüren yılanı ben de bahçede küreğimle öldürdüm, diyerek durumu anlatır.
Hârun Reşid yine sakin:
“–Bekle bahçıvan efendi bekle, yılanın âhı da sende kalmaz, sen de yaptığının karşılığını görürsün, der.
Çok geçmeden, bahçıvan işlediği bir hata sebebiyle halifenin huzuruna çıkarılır ve Halife de onun zindana atılmasını emreder. Askerler, bahçıvanı yaka paça zindana doğru götürürlerken bahçıvan Sultana derki:
–Sultanım, bülbülün yaptığı yanına kâr kalmaz dediniz, onu yılan yuttu. Bülbülün âhı yılanda kalmaz dediniz, onu da ben öldürdüm. Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, zira sen zindana attırıyorsun. Kimsenin yaptığı yanına kalmıyor da, senin yaptığın mı yanına kâr kalacak... Demekki sana da bir yapan çıkacak, öyle ise gel sen bana yapma ki, bir başkası da sana yapmasın...
Hârun Reşid bir müddet sükût ettikten sonra, bahçıvana:
Sultan ile bahçıvan arasındaki konuşmalara şâhit olan biri sorar:
–Sultanım, gereken cezâsını vermediğiniz takdirde bahçıvanın yaptığı yanına kalmış olacak.
Hârun Reşid, bunun üzerine şu hakîkati ifâde eder:
–Hayır! Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz. En ağır şekliyle âhirette ödemek üzere tehir edilir! Ama gâfil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kâr kaldı sanırlar...
21 Mayıs 2024 Salı
Hân-ı yağma: Yiyin efendiler yiyin, tıksırıncaya kadar...
Açgözlülüğüne kılıflar uydurdu, vazife uydurdu, yapmam lazım dedi, diplomasiyle perdelediğini sandı. Öğrenmişti hem: mühür kimdeyse sultanın o olduğunu...ölmeyi de hiç düşünmüyordu zaten !
Üç günlük dünyanın beş parasına tamah etti, utanmadı asla...
İnsanoğlunun doğasında var açgözlülük, doymak bilmez iştihâ... fırsatını bulsa ne varsa o kadarını yer, doyuramaz aç gözünü ne gök ne yer... Ne mala mülke, ne para pula, ne şan şöhrete , ne makam mevkiye doymaz...
Bir dünya yetmez ona, yakıştıramaz şanına !
Saldırır dünyalığa, dur durağı olmaz bir hırsla ve doymak bilmez iştihayla...
İhtiras ve iştiha dedik de çöl dikenini duymuşsunuzdur elbet; harese dikeni de denirmiş arabistanda, "harese" hırs, ihtiras demekmiş, develer bu dikeni aşk derecesinde severek yerlermiş.
Develer çölde çok uzun zaman susuz gezer, bir gram su aramaz da harese dikenini görünce dayanamaz. Bu dikenli bitkiyi ısırınca, dikenleri ağzına diline batar ve kanatır, dikeni çiğneyip yemeye çalıştıkça kendi kanını da içer, giderek ağzı yara bere dili paramparça olur ve kendi kanını içerken sonunda kan kaybından ölür.
İnsanoğlu da tıpkı hırs bitkisi tüketen deve gibi hırsından kendini tüketir.
Hırsına yenik düşenler dün de öyleymiş bugün de öyle...
Tevfik Fikret açgözlü ve muhterislerden rahatsızlığını ve gelenin gidenden farkının olmadığını gözlemleyince dayanamaz meşhur "Han-ı Yağma" şiirini kaleme alır, der ki:
"Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin"
İşte şiirin tamamı:
-HAN-I YAĞMA-
Bu sofracık, efendiler, ki -iltikama muntazırHuzurunuzda titriyor- şu milletin hayatıdır;
Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır,
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır.
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler! Pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir?
Şu nadi-i niam, bakın, kudumunuzla müftahir,
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hakk da elde bir!
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı zi-safa sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say:
Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı, yok zarar,
Gurur-ı ihtişamı var, sürür-ı intikamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar;
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar.
Yiyin efendiler, yiyin, bu han-ı can-feza sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını
Vücüdunu, hayatını, ümidini, hayalini;
Bütün ferag-ı halini, olanca şevk-ı balini
Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helalini.
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak:
Yarın bakarsınız söner, bugün çıtırdayan ocak;
Bugünkü miğdeler kavi bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…
Yiyin efendiler, yiyin; bu han-ı pür-neva sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
"Puşt ile içilen su bile haramdır"
Sülük ve kene gibiler içün kaleme aldığımız bu yazıda, azıcık ağzımızı bozup şürç-i lisân eylediğimizi düşündünüzse affola, vesselâm
20 Mayıs 2024 Pazartesi
Çelebinin seyahatnâmesi...
Yuvanda hiç oturmadın ki ağam
Tüccar olup pazarladın kendini
Fiyat biçen bulamadın mı ağam
Her ipte oynadın, her telden çaldınBam telini hiç bulamadın ki ağamDügâh segâh çargâh dolanıp durdunYegâh makamını mı unuttun ağam
Yoksa Evliyâ Çelebi'ye mi özendin
Evliya Çelebi'yi bile solladınGitmedik diyar kaldı mı ağamEkmek elden su gölden binek çiftliktenAmbarda metelik kalmadı ağam
Bir gün gelir mızrak çuvala sığmazMinarelere hiç bir kılıf bulunmazArdına saklanacak bahane kalmazKılıflar diktirmekten gel vazgeç ağam
Hangi kapıya vardın bilmesek olmaz
Kaç memleket gördün kimle görüştün
Merakımız tatmin olmazsa olmaz
Bilesin ki yuvanı fareler bastıAmbarlar delindi kiler boşaldıKâhyası ırgatı çiftliğe küstüAyaklar baş oldu bilesin ağam
Çiftlik satılığa çıkmış dedilerNe var ne yok kıymetli, yemiş fareler
Ağa buralara dönmez dedilerGel son pırtını da al, git burdan ağam
Keşke hurufu dosdoğru okuyabilsenOna kendi hesabınca mânâ vermesenMüteşabih olanı da eğip bükmesenMuhkemi de iman ile yaşasan ağam
İpin mi çürümüş düğmen mi kopuk
Yoksa seni sırlayan foyan mı dökük
İnsan sarraflarına mı rast geldin ağam
Anlaşıldı makber sana çok dar gelecekBerzahta beklemek de çok zor olacakFırsat elde iken durma gez toz eğlenÖlünce gitmediğin yer kalmasın ağam
19 Mayıs 2024 Pazar
Cemaziyelevvelini de bilmek !
Osmanlı'da bir postacı ve temsili posta çuvalı |
Vaktiyle bir kasabadaki posta işletmesinde bir posta memuru varmış; adamcağız, o zamanın usulünce bir ayda gelip dağıtımı yapılacak olan mektup ve benzeri evrakları üzerlerinde arabi ayların isminin yazılı olduğu bir torbaya doldurur, bu postaları binek hayvanı ile veya yaya olarak mahalle ve köylere dağıtıma çıkar, adrese teslim edermiş.
Bir gün, postahâne müdürü hamama gitmiş; postahânede çalışan postacıyı hamama girmeye hazırlanıyorken görmüş, postacı soyunuyor... Birde ne görsün, üstünü başını çıkaran postacının iç çamaşırının üzerinde gayet iri bir hat ile ‘cemayizelevvel’ yazılı değil mi !
Meğer postacı posta torbalarını usulca aşırıp iç çamaşırı içlik yapar giyermiş...
....
Üzerinden çok zaman geçmez postacının şansı yaver gider(!), baht yıldızı parlayıverir(!) büyük mevkilere çıkar, çokça para ve itibar kazanır...artık kibir ve azametinden yanına yanaşılamaz olur.
Vazifesinde mıhlanıp kalan posta müdürü postacının bu haline şaşar, bildiği cemaziyyelevvele dair sırrını da etrafa söylemekten o saatten sonra korkar, fakat içinde saklamaya da razı olamaz...eski postacısı, burnu Kafdağı’nda, kabara kabara yanından geçip giderken, müdür başını iki yana sallar ve sonunda dayanamaz ve arkasından şöyle seslenir:
”Ben senin cemaziyelevvelini de bilirim!”
★
Bugünkü dünyada hiç kimse posta torbasından mamul içlik giydiğini uzun süre saklayamaz...
Etrafta adam zannedilip itibar edilen “cemaziyelevvel"ini kimsenin bilmediğini zanneden çapsızlar var ya...onların çapını bilen birileri de vardır mutlaka...
Okur yazar olup gözünü dört açan çuvaldaki cemaziyyelevvel yazısını okur...sorumluluk mevkiindeyse hesabını sorar, sormalı !
Cemaziyelevvelin ardı cemaziyelahir, o vakit gelince içlik giyenlerin ve dahi görüp gereğini yapmayanların ahir ve akibetini biz de merak ediyoruz !
18 Mayıs 2024 Cumartesi
Dilin kemiği..zakkumun zehri !
Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“…Bizi aldatan, bizden değildir.”
Vesselâm...
17 Mayıs 2024 Cuma
Kim oluyorsunuz siz ?
16 Mayıs 2024 Perşembe
Mesnevi'den hikâye: Debbağ ıtriyat dükkânına girerse...
Güzel koku (ıtrıyyât) satanlar çarşısına varan birinin aklı başından gitti; iki büklüm oldu. Kerim ve cömert koku satıcılardan gelen ıtır kokusu, başını döndürdü, yere düştü! O, kendinden bihaber, gün ortasında, yol uğrağına bir leş gibi yıkıldı, kaldı. Derhal halk, başına toplandı. Herkes “Lâhavle…” çekmekte, derdine derman aramaktaydı. Birisi, eliyle kalbini yokluyor, öbürü yüzüne gülsuyu serpiyordu. Bilmiyordu ki o alanda onun başına ne geldiyse gülsuyundan geldi. Birisi bileklerini, başını ovuyor; öbürüsü harareti düşsün diye samanlı ıslak balçık getiriyordu. Biri ödağacıyla şekeri karıştırıp tütsülüyor, başka biri elbisesinin bir kısmını soyup üstündekileri hafifletiyordu. Birisi nasıl atıyor diye nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyordu. Şarap mı içti, esrar mı, yoksa afyon mu yuttu, anlamak istiyordu. Halk, onun neden bayıldığını anlayamamış, şaşırıp kalmıştı.
Falan adam feşman yerde perişan bir halde düşüp kaldı diye derhal akrabalarına haber gönderdiler. Neden bayıldı, ne oldu da leğeni damdan düştü? Kimse bilmiyordu!
O iriyarı debbağın (dericinin) bilgili ve anlayışlı bir erkek kardeşi vardı; hemencecik koşa koşa geldi. Yenine biraz köpek pisliği almıştı; halkı aralayıp, kardeşinin yanına sokuldu.
“Ben, neden hastalandı biliyorum” dedi… “Hastalık teşhis edildi, sebebi bilindi mi tedavisi kolaydır. Sebebi bilinmezse tedavisi güçleşir… Hangi ilaç iyi gelecek? Yüz türlü ihtimal vardır. Fakat sebebi bilindi mi iş kolaylaşır. Sebeplerini bilmek, bilgisizliği giderir.”
Adam kendi kendine, “Onun iliğine, damarına kat kat köpek pisliği sinmiştir. Rızkını elde etmek için her gün, akşamlara kadar pisliğe gömülmüş, tabaklığa gark olmuştur.” dedi.
Calinus(Galenos) da öyle demiştir: “Hastaya, neye alışkınsa onu ver! Aykırı olan şeylerden zahmet çeker; onun için hastalığının ilacını da alıştığı şeylerde ara!”
Bu adam, köpek tersi taşımaktan pislik böceği gibi olmuştur. Pislik böceğine gülsuyundan baygınlık gelir. Bu sebeple onun ilâcı yine köpek pisliğidir… Çünkü ona alışmış, onu huy edinmiştir.
“Pisler, pislerindir” âyetini oku da bu sözün önünü, sonunu anla!
Öğütçüler, nasihat edenler, pis kişiyi, ona bir kapı açılması, iyileşmesi için amberle, gülsuyu ile tedavi etmek isterler! Fakat ey inanılır, itimat edilir kişiler, pislere temiz şeyler lâyık değildir ki!
Onlar, vahyin güzel kokusuyla eğrilmişler, sapıtmışlardır da “Siz bize uğursuzsunuz; biz, sizin yüzünüzden kötülüğe uğradık” diye feryada başlamışlardır. “Bu söz, bize zahmet veriyor, bu sözden hastalanıyoruz… Sizin vâ’zınız iyi değil, bize iyi gelmiyor. Eğer yine susmaz da nasihata başlarsanız derhal sizi taşlarız. Biz, oyunla, abes ve saçma şeylerle semirmişiz… Öğüte hiç alışmamışız! Bizim gıdamız yalandır, asılsız lâftır, saçma sapan sözlerdir… Sizin bildirdiğiniz şeyler, midemizi bozuyor. Siz bu sözlerle hastalığımızı yüzlerce defa artırıyor, akla ilâç olarak afyon veriyorsunuz” demişlerdir.
Delikanlı, kardeşine yapacağı ilâcı kimse görmesin diye halkı uzaklaştırdı. Gizli bir şeyler söyler gibi ağzını kulağına, avucunu da burnuna götürdü. Köpek pisliğini avucuna sürmüştü…
Avucunu koklatır koklatmaz adam, deprenmeye başladı. Halk, bu pek mühim bir afsun dediler… Afsunu okuyup kulağına üfürdü… Adam adeta ölmüştü, afsun imdadına yetişti!
Mayası bozuk, kötü kişilerin harekete gelmesi, canlanması da (gıybet), zina, göz süzme, kaş oynatma (haram el uzatm ve yeme benzeri gibi kötü ahlâk) tarafında olur.
Kime öğüt miski fayda vermezse muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır.(1)
Edebiyatımızda doğaya, ağaç ve çiçeklere felsefi derinlikler yüklenmiştir; "servi vahdeti; gül de kesreti temsil ettiği için "serv-i gül endam" gibi sözlerle, aslında kesret altında gizlenen vahdet anlatılmak istenmiştir." (2)
Yine "Gül ruhu, Bülbül gönlü, Nergis sağ duyuyu, Meltem nefsi, Servi doğruluğu, Irmak saflığı, Diken kin ve kibri..." temsil ederler.(3)
İşte bu ruhanî bakış ve zevk ile, Ümmî Sinan'ın dediği gibi onların dünya ile ticareti gül gibidir, gül iledir:
"gül alırlar gül satarlar
gülden terazi tutarlar
gülü gül ile tartarlar
çarşı pazarı güldür gül"
★
Aziz Mahmud Hüdâyî derki:
"Ehl-i zâhir gaflet ile Hakk’ı kor dünyâ ararBenzer ol debbâğa kim ol kelb murdârın arar"
___________
Kaynaklar:
(1)Mevlâna Celaleddin, Mesnevi-i Şerif.(2)Kurnaz, C. "Gül", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, cilt: 14, s. 220 Ankara 1996.
(3)Özkan, M., "Gül", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, cilt:14 sayfa:222-223, Ankara 1996.
15 Mayıs 2024 Çarşamba
Nizâ hiç yok, varsa yoksa (belki) müdârâ
Devretmiş devrân yine
Çık hadi bugün kırlara
Can gözüyle bak nebatata
Çiğdemi nergisi pıtrağı yanyana
Güneşi suyu toprağı paylaşmakta
Hiç etmiyorlar değil mi kavga
Nizâ hiç yok, varsa yoksa (belki) müdârâ
Tohumlarını saçarken de gelecek yıllara
Anlaşma var gibidir aralarında:
Toprak nasıl doğum yaptırmış, bak şu güneş ve su ile emzirilmiş tohumlara
Nasıl da hayat buluyormuş tohum, ediyormuş neşv ü nemâ...
Bir şeyler anlatıyorlar ot deyip hakir görülen o otlar, dünyaya kazık olacaklarını zanneden, gözleri doymayanlara
Teslimiyet, tevekkül, sabır, rıza ve huzuru anlatıyorlar adeta
Okuduğunu anla(ma)yan dünyalılara
Ot kadar bile olamamışlara...
14 Mayıs 2024 Salı
Ahlattan paşa armudu yemek !
Kime ne anlatıyoruzki, değil mi ?
Kökünden koparılmış -android- bir toplum özlemi hayata geçeli çok oldu...
Ahlattan armut tadı alacağımızı mı zannediyoruz ?
Armut ağaçlarını kökünden söktük, dağdan getirdiğimiz ahlat dikmelere aşı yapmaya çalışıyoruz da, aşı tutar mı bilmem ahlatlar, hem tutsa da paşa armudu olur mu, hiç bir fikrim yok ?
Her iklimin kendine has ağacı vardır bilirsiniz, bunlar başka bir iklime zorla da uyum sağlamaz...tropikal meyve mutedil iklimli bölgeye alışmaz...
Balık suda yaşar amma, her balık her suda yaşamaz ! Meselâ deniz balığı tuzlu suda yaşar, gölde tatlı suda yaşamaz...
★
Bizim için malumat ve bilgi aynı şeyi ifade etmez, ilim ve bilim de aynı şey değildir.
Bilim mânâdan yoksun olarak, tabii karakterinin ve esneklik sınırının dışına çıkamayan maddenin tabiatı üzerine inşa edilen bilginin açığa çıkartılması kullanıma arzı ile meşgul olur. Bu bilim insanının işidir.
İlim ise aynı zamanda bilginin felsefesi ile uğraşır, mânâsı ile iştigâl eder. İlim adamı âlim/bilgedir, bilim insanı bilgi işçisidir.
Âlim olanlar ilim ile hakikat ve hikmeti anlamaya ve idrakini derinleştirmeye çalışırlar. Gayeleri bildiğini bilmek ve onunla amel edip yaşamaktır; lakırdısını etmek, bilgiyi pazarlamak asla değildir...
Bu bakış açısıyla deriz ki; ne zamanki ilimsiz bilim seküler bir anlayışı getirdi, işte o zaman dünyevileşti insan oğlu, mânâ fukarası oldu, en sonunda da konformist ben hastalığının müptelası oldu.
Halbuki ancak köklerimizin irfânî anlayış ile beslendiği zamanlarda medeniyyet ağacımız büyür serpilir ve hikmet meyveleri verir, insanın insanlığını ihyâ ve inşâ eder.
İrfânın teşekkülü ise bilginin ilmi, ilmin de ilme'l yakîni beslemesi neticesi hasıl olur anca...formüle edilmiş maddenin sebep sonuç ilişkilerini görmek bilim ile, Oluş ve olgulardaki derûnî mânânın üzerinde tefekkür ve varlığın hakikatini (eşyanın hakikatini, isimlerin ve kelâmın fonksiyonelliğini) idrak etmek ilim ve hikmet ile mümkünât sahasına ancak girebilir...
Aslı ahlat olan aşılı ağacın meyvesine armut dense n'olur...olsa olsa ayılara yem olur !
Hem kalem aşısı köksüz ağacın nesine gerek !
Kaleme yazık olur, kaleme...
Kökünden koparılmış cemiyetler de tıpkı yaban yemişi gibidir, tatsız, tuzsuz lezzetsiz, kekrek ve soysuz...ne oralı ne buralı...yoz !
Hikâye bu ya, "adamın biri alt kısmı eski tip “kaval” (yivsiz) ile, üst kısmı “şeşhane” (yivli) olan iki tüfeği birleştirip bir tüfek yapmış. Olmuş size “altı kaval üstü şeşhane” bir tüfek… işte onun gibi bir şey...
Hasıl-ı kelâm; aslı ne, kökleri sağlam mı, asıl ona bakmalı !
13 Mayıs 2024 Pazartesi
Beytülmal fareleri...
12 Mayıs 2024 Pazar
Tribünlere oynayan tufeyliler !
11 Mayıs 2024 Cumartesi
Zamandan âzâdeyim sanki üftâde...
10 Mayıs 2024 Cuma
Bir şarkı ve hikâyesi: Duydumki unutmuşsun gözlerimin tengini...
"Peki nasıldır bu kız, gözleri ne renk mesela” diye soruyor.
Arkadaşı “Unuttum” diyor. Arkadaşı birkaç gün sonra karşılaştığında şiiri sorunca;
“Peki! Kızın göz veya saç rengini hatırladın mı?” Sorusuna yine yanıt vermeyince:
“Yakında hazırlarım merak etme” diyor.
Şair ne yazacağını düşünüyor ve sonunda kızın ağzından arkadaşına hitap edercesine şiiri yazıyor.
Yazdığı şiiri Muhayyerkürdî makamında Selahattin Altınbaş besteledi. Milliyet gazetesinin 1977'de açmış olduğu "Yılın Sevilen Şarkıları" yarışmasında "Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini" eseri ödül aldı.
Bestekâr: Selahattin Altınbaş
Güftekâr: Turgut Yarkent
Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini
Yazık olmuş o gözlerden sana akan yaşlara
Bir zamanlar sevginle ateşlenen başımı
Dizlerinin yerine dayasaydım taşlara
Hani bendim yedi renk hani tende can idim
Hani gündüz hayalin geceler rüyan idim
Demekki senin için aşk değil yalan idim
Acırım heder olan o en güzel yıllara
(Kaynak: Suat Yener; Şarkıların Gözyaşları S:263, Altın Koza Yayınları)
9 Mayıs 2024 Perşembe
Çevir kazı yanmasın...
Çıktık mehtaba seyre, safaya
Küreklere asıldık vardık engin deryaya..
Kafalar hoş, martılar neşeli, yakamozlar ışıl ışıl...
Bir de şarkı tutturduk:
"Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın..." diyerek saldık avazeyi her yana !
Zevk ü safamızı duymayan, avaz ve ahengimize uyanmayan kalmamıştır dedik amma peki ya Mehtap...onu uyandırmayacaktık !
Dedi dümenci hemen:
Eğer mehtap uyanırsa boş ver takma kafana...
"Çevir kazı yanmasın", de sen bana
Duyuralım kazın yanmadığını duymayana !
Görmedim duymadım bilmiyorum diyecek yalancı şahit, götürene fener tutan, şakşakcı ve yağcılar var mı halen ?...
Bir zamanlar deve kuşları saklanmak için kafasını kuma gömerdi...
Gerçi, kumu da bitirdi ya aç gözlüler...
Kum da biter mi demeyin...
Biter !
Yazık, deve kuşları şimdi kafayı nereye gömecekler...
Kafayı gömmüştüm görmedim de diyemeyecekler...
Maymunlar da gözünü açtı...
Yanmış kazı çevirerek "çevir kazı yanmasın" diyerek nefes tüketme, boşa yorulma ey ehl-i safa !
8 Mayıs 2024 Çarşamba
Kırk yamalı bohça gibi...
7 Mayıs 2024 Salı
Köksüzlük ve riyâkârlık...
Köksüzlük kurumayı getirir, kökü zayıf ağaç çelimsizleşir, yaprakları azalır, çiçek ve meyve veremez, neticede odun hükmüyle yüzleşir.
Kendi millî ve manevî köklerinden beslenmeyen toplumlar da öyle...kendi kültürüne, kendi fıtratına, özbenliğine yabancılaşmış birey her halükârda kaybeder.
Tıpkı kökü kendi toprağının derinliklerinde olmayan hatta kökü dışarda ağaç gibi...
İnsan ya bir yere aittir ya değildir. Hiç bir yere ait olmamak köksüzlüktür. Aitmiş gibi görünmek ise riyâkârlıktır. Bu sığlık, sefillik ve özenti meziyet olarak sunulsa da, değerlerin içten içe reddiyesidir, tükenişidir. Hiçbir yere ait olmayanlar gerçekte köksüzlüğü hayat tarzı olarak benimsemiş olanlardır, bunlar sadece -mış gibi görünürler.
Mâzideki köklerinden beslenmeyen toplumlarda yaygınlaşan öze yabancı, sekülerleşmiş "miş gibi" riyâkarlığı ve şekilcilik, görgüsüzlük, kültürsüzlük, olsa olsa naylon/yapay ağaç gibi olur, belki gösterişlidir amma meyvesiz, gölgesiz ve köksüz...
Hani Ziyâ Paşa der ya:
"Bed-asla necâbet mi verir hîç üniformaZerdûz palan vursan eşek yine eşektir."
Yahyâ Kemâl Beyatlı "Koca Mustâpaşa" şiirinde bu mevzuyu çok güzel işler ki, o şiirinden bir bölümü şöyle:
"...
Bu geniş ülkede, binlerce lâtîf illerde,Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Mânevî varlığının resmini çizmiş havaya.
-Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü'yâya.-
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda! "
Unutmamamız gereken, kadim millet ve medeniyetimiz için âtî; içi boşaltılmış, öz kültüründen nasiplenmemiş, dünyevîleşmiş, millî ve manevî değerler manzumesini "miş gibi" yaşayan ve bunlar üzerinden geçinmek ve menfaat sağlamak düşüncesinde olan, gösteriş yarışında nesillere teslim ve emanet edilemeyecek kadar kıymetlidir.
Bu hususa neşter vuran bir söz ile mim koyalım:
Yahyâ Kemâl Beyatlı’yı, gelenek ve millî kültür değerlerine bağlılığı dolayısı ile döneminin bir şâiri “Harâbîsin, harâbâtîsin” diye tenkit eder. Yahyâ Kemâl'in, köksüzlüğe bir şamar gibi inen cevabı müthiştir, derki; “Ne harâbîyim, ne harâbâtîyim kökü mâzîde olan âtîyim(gelecek)”.
Kültürü; ekmediği yerden biçmekle, medeniyeti köksüz batıdan devşirmekle anca yozlaşılır, işte o zaman sireti insan olanı mumla ararız, vesselâm...ne vakit geldik bu hâlemedenî insandan bedevîyene vakit dönüştük, niye ?mamur bir evden kulübeye