Bilirmisin aç bî-ilaç kalmanın karın ağrısını, iç sancısını !
Uykusuz gecelerin sabaha ulaşamadığını yaşadın mı ?
Beyni kemiren kurtçukların tökezleyen adımlarını saymışsındır belki !
Akşama çocuklarına iki ekmek götürebilmenin günün yorgunluğunu nasılda alıp götürdüğünü sanırım hiç yaşamadın!
Hastane koridorlarında yürürken şifa bekleyen hastaların iniltileri melodi gibi geliyor kulağına değil mi !
Dondurucu soğukta katır sırtında saatlerce yol alıp sağlık ocağına yetiştirilme tecrübesini yaşayan da yoktur etrafında !
Atların çektiği kızaklar ile doğum sancısı çeken kızını ebeye yetiştirebilme endişesi yaşayan baba hikâye gibi geliyor sana !
İflas eden beden de görmemiş gibisin !
Hani mefluç, eli ayağı kalkmayan...
Yıllanmış hasretin mektupları senin için geçmiş zaman hikâyesi gibi…
Bir saniye sonra gönderdiğin e-mesaj yahut e-fotoğraf muhatabında !
Hani sokak fotoğrafçısında siyah-beyaz su fotoğrafını çektirip kurutup da mektupla mı göndereceksin sanki !
Bir haftada ulaşsın diye mi bekleyeceksin…
Hiç olmadı 4.5 G var. Bas tuşa görüntülü konuş.
Dokunmaya hasretim diyeceksen de…tabi haklısın !
Kartonlar arasındaki elli gazeteyi öğlene kadar okulu başlamadan satmaya çalışan üç numara traşlı ortaokul çocuğunun akşam gaz lambası ışığında ve kilimin üzerine uzanarak ödev yapmasını hayal etmeye çalışma !
Çalışma masası mı ?
Hıııh…
Hem de bir asır evvelinde değil, yakınlarda, yakın zamanda...
Soba üstünde pişen buharı üstünde tüten mercimek çorbasının yanına bir de kuru soğan bulunursa, değmeyin sofradakinin keyfine…
Alman pasta, frambuazlı pasta, paskalya, hamburger mi ? Onlar şu ötede dursun hele…
Muzlu pasta mı ?
Muzu bilen mi var da pastasını görsün !
Kışlık gaz yağı, sabun, tuz, bez için gecenin üçünde eşek sırtında elli kilometre yol alıp şehre varmanın, ertesi gece harabe bir handa konaklamanın, ertesi günün ertesi altı aylık ıvır-zıvır ve zaruri ihtiyaçları alarak eve dönüşün hazzını ve huzurunu nasıl bilebilirsin ki !
Ya da katıra yüklü iki tahta sandık içindeki naylon oyuncak, incik boncuk, don lastiği, çatal iğne satmak için köy köy gezen çerçileri;
naylon bebe çıngıraklarını, kokan lastik balonları, naylondan mamul rengarenk melodikaları ve içinde nohut tanesi olan naylon düdükleri görüpte alamayan çocukların çerçinin önünde mahzun duruşlarını… duymamışsındır bile !
Akşamın olduğu yerde kim evine misafir eder de beni doyurur, yumuşak yünden yer yatağında yatırır, bineğimi de ahırına koyar ve yemler endişesi yaşamadan anadoluyu gezen çerçileri…
Bir gözü yaşlının gözyaşlarını sildin mi,
Yahut dokundun mu hiç göz yaşlarına !
Açı doyurmanın tadı, evsizi yatırmanın mutluluğu var ya !
Yaşamamışsındır böyle bir duyguyu eminim !
İhtiyacı olmadığı halde satıcıyı boş göndermemek için alış-veriş yapan adamlar vardı, bilir misin ?
Cebinden şeker eksik olmayan, her vakit namazı sonrası camiden eve gelirken sokakta oynamakta olan çocuklarca yolları gözlenen yaşlılar vardı...
Dükkânları muhtaç ailelerin kileri olan bakkallar, dula yetime sahip çıkan komşular vardı...
Davranışı ve duruşu ile önünde saygı ile eğilinen elleri öpülesi öğretmenler vardı...
Edeb timsali irfan ehli insanlar vardı; oturması edep, konuşması edep, susması edep, yemesi-yatması edeb…
"Onlar yaradılanı severlerdi yaradandan ötürü"...hani sadece sokak köpeklerine de merhamet etmezlerdi...!
Ve bugünkü neslin, o neslin yaşadıkları yokluk ve çaresizlikleri yaşaması durumunda bunalıma girip isyan edeceği hâllerinde bile onların dillerinden şükrü eksik etmedikleri, hâle razı oldukları da bir vâkı'a...