Whatsapp ile Paylaş
Günlük işleri yetiştirme ve dünya telaşı içinde bunalan, kendini unutan insana, âriflerin dilinden özün özü bir kaç kelâm, belki diri kılacak bir nefes gibi gelir...
Ârif-i Münevver'lerin Kelâm-ı Ahsarı için bir kaç nümune-i imtisal:
Remzidir; şems maddiyatın ve kamer manevviyatın.
Vaktidir; gece tefekkürün, zikrin ve ibadetin...gündüz çalışma, tahsil ve hizmetin.
☆☆☆
Dolunay, seyir vaktidir yükü mücevherât olan manevî kervanların.
Bâzâr-gândan alış-verişe fırsatı olamaz uykuda olanların.
Rızkı biraz, bereketi az olur, güneşi üzerine doğuranların.
☆☆☆
Akıl dünyalık için rehberdir, bedene.
Kalb kılavuzdur ruhaniyete.
Aklî olan lazımdır firasete,
Kalbî olan ki, kapıdır basirete.
Nikahları ise "neş'et-i ma'rifet"e,
Ona da "Sâhib-i Kemâl" denilmekte.
☆☆☆
Köpekten ders alın "sadakat"te,
kelp ki; geçirmekte bir lokmaya bir ömür, aynı eşikte...
ve üçyüz seneyi ashab-ı kehf ile birlikte
kehfte...
Sadık ve dosdoğru musunuz ? Durup da bakın kendinize...yoksa her ipte oynuyormusunuz ! Bunca nimeti verene ne derecede sadıksınız ?
☆☆☆
Bakın her varlığın gölgesi düşüyor arz'a; tutabiliyormusun "saye" ni faraza, ne yazık ki dünyada gölgeyi "asıl" bilenler fazla.
Gölgenin ömrü biter, akşam güneş batınca.
Bedenin toprak olur, ruh cesedden çıkınca.
☆☆☆
Namaz amudîdir, doğrudan huruc Mi'raca ...
Dolaydan Hakk'a varış için ufkîdir, zekat, cihad, hac, sadaka ...
☆☆☆
Suya girip de ıslanmadan çıkmaya benzer, namaza durup da namazda olmamak.
Mademki vaktinde eda edemediğin namazı kaza ediyorsun, içinde olmadığın namazları da kaza et !
☆☆☆
Öğretmeniniz kim bilin;
"...Her şeyi hakkıyla bilen...Allah size öğretiyor" (1)
Kendinize şeytanı rehber tutmayın,
“…Biz şeytanları, velileri/dostları kıldık iman etmeyenlerin" (2).
Şeytani dürtü ve düşüncelere kişi uyduğu anda iman askıda demektir.
☆☆☆
Kiracıyız dünyada, tahliye süresi yazıyor kontratta...
Sözleşme hükümlerine uysakta uymasakta...
☆☆☆
Bakın da görün (!), gülistana bir sürü mahlûk giriyor...
Kimi gül, kimi diken deriyor;
kiminin gayesi bal, kiminin ki gül suyu, kimi de gübre karıyor.
☆☆☆
Akıl ile Allah'a dolaydan gidersin, gönül ile huzura doğrudan...Merkezi kalp olan ilahi aşk bilgiden hızlı ulaştırır menzile.
☆☆☆
İmanın merkezi akıl değil kalbtir.
☆☆☆
Sükut ederek sohbet edilir mi ?
Sükut gönle, kelâmi sohbet akla hitab eder.
☆☆☆
Huzurlu olmak isteyen sükut etsin, gönlüne konsantre olsun. "Sessiz konuşabilen gelsin bu meydane" derler...kulak ver, işit gönül avazını, eğer vesvası kovabilmişsen gönülden...
_________________
(1)Bakara suresi: 282. ayet
(2)A’râf suresi: 27. ayet
e-Dergi: Fikir, Kültür, Edebiyat ve San'at, Popüler Bilim muhtevalı yazılar - Editör: Prof.Dr. Suat Kıyak - Redaktör: Nursultan Ahıskalı - İletişim: nefes.kelam@gmail.com
29 Eylül 2017 Cuma
26 Eylül 2017 Salı
“Ben”den “Biz”e, “Fasülye”den “Aşure”ye...
Whatsapp ile Paylaş
"Ben bir başkasıdır." Bu cümle Rimbaud’un lisedeki edebiyat hocasına yazdığı mektuplarından birinde geçmektedir. Rimbaud burada ''Benim Ben'im Tanrı'dır'' demek ister !
Evet, putlaştırılmış bir “ben” ya da bir başka ifade ile “nefis”, firavun gibi, tanrılık iddiasındadır.
“Ben” den geçip “biz” havuzunda erimiş olmak ''Benim Ben'im Tanrı'dır'' diyenler için çok zor, hatta imkansızdır, tıpkı aşurede çiğ kalmış, pişmemiş fasülye gibi aşın tadını bozar.
Ancak eğer duyular millet şuuru ile karıştırılır; “ben”, “biz” olarak anlam kazanır ve çevreyi de kapsayacak şekilde genişletilirse, o zaman orkestraya katkı sağlayabilir.
Aşura, arapça kökenli bir kelimedir ve on (muharremin 10’u) demektir. İslam’da aşure gününde gerçekleştiği söylenen önemli olaylar vardır:
Hz. Âdem’ in işlediği hataya tövbesinin kabulü, Hz. Nuh’un gemisinin tufandan kurtulması, Hz. Yunus’un balığın karnından kurtulması, Hz. İbrahim’in dünyaya gelişi ve Nemrud’un ateşinde yanmaması, Hz. İdris’in diri olarak göğe yükseltilmesi, Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf’a kavuşması ve Hz. Yusuf’un kuyudan kurtulması, Hz. Eyyüb’un hastalığının iyileşmesi, Hz. Musa’nın Kızıldeniz'den geçerek İsrailoğulları'nı Firavun'dan kurtarması ve Firavun’un boğulması, Hz. İsa’nın doğumu ve göğe yükseltilmesi, Hz. Muhammed’in Medine’i Münevvere’ye ulaşması....
Bu nedenle müslümanlar yanında, musevi ve hıristiyanlarca da bu gün kutlanır ve inançlarına göre aşure günü oruçlu geçirilir. Musevilikte büyük keffaret günü anlamındadır. İslam’da aşure gününde "aşûre orucu"u tutmak sünnettir. Diğer dinlerden farklı olarak, muharremin 8, 9 ve 10'uncu günlerinde de oruç tutulur.
Ramazan'dan sonra ihya edilen muharrem ayında bu sevindirici olaylar yanında üzücü olaylar da cereyan etmiştir.
Hz.Muhammed’in Ehl-i Beyti'nin yetmiş iki büyüğü, muharremin 10. günü Kerbela'da şehid edilmiştir. Bu yüzden bu gün bir ıstırap günümüz haline de dönüşmüştür.
Ehli Beyt sevgisi konusunda Şura suresi (ayet 23)'nde şöyle buyurulmaktadır:
“(Rasulüm!) De ki: "Bun(u duyurmam)a karşı sizden, yakın akrabamı / Ehlibeytimi sevmeniz dışında bir ücret istemiyorum …...”
Hz. Muhammed sevgili torunlarını, reyhanlarım diye severek, torunları için; "Hasan ruhumdur ! Hüseyin gönlümdür ! Muhsin nefsimdir !" buyruğu ile tüm inananlara üzerlerine titrediği, gözünün nuru, torunlarının muhteşemliğini bildirmiştir.
Hz.Hüseyin'in Kerbela'daki acısı başta olmak üzere “On iki İmam”ların acılarını anlamaya ve bu acı günü anmaya atfen tutulan “muharrem mâtemi” orucu, 1 muharrem’de başlar ve on iki gün sürer. Oruç günlerinin akşamlarında “Kerbela Olayı”nı anlatan Fuzulî ’nin “Saadete Ermişlerin Bahçesi”, “Hadikatü’s süeda” gibi kitaplar yanında ozanlar konu ile ilgili deyiş ve mersiyeler okurlar...
Muharrem mâtemi esnasında bu acıları bir daha yaşamamak için gerekli insanlık değerleri hatırlanır.
Mâtem orucu esnasında ilke olarak: Kalp kırmamaya, dil ile incitmemeye, dedikodu yapmamaya özen gösterilir. Kesici aletlere el sürülmez, kurban kesilmez, et yenmez, canlıya eziyet edilmez. Kerbela katliamında hasta olması nedeniyle İmam Zeynel Abidin'in kurtulması ve Hz. Ali'nin soyunun böylece devam etmesi nedeniyle de Allah'a şükredilir.
Muharrem matemi, Aşure geleneği ile biter. Aşure hem sevincin hem de hoşgörünün simgesidir. Etli pilav ve Aşure’nin topluma dağıtılması orucun bitiminde yani on ikinci günü akşamı veya on üçüncü gün yapılmaktadır.
Bu; acı tatlı her şeyi paylaşmayı simgelemektedir. 12 gün tutulan orucun ardından Aşure Günü’nde 12 çeşit malzemeden Aşure aşı pişirilir, birlikte yenilir, konu-komşuya dağıtılır.
Zalim karşısında hiçbir zaaf göstermeden, şerre asla boyun eğmeden, zulmün en korkunç yüzüne rağmen, cân-ı âşkla ve kahramanca şehit vermenin ne demek olduğunu, tüm insanlığa yaşayarak öğreten Hz. Hüseyin'in şefaatinden, sevgisinden, gönül sırrından mahrum kalmamak üzere dualar edilir.
Bir rivayete göre Aşure ismi verilen tatlı ilk defa Hz.Nuh zamanında, Hz. Nuh’un gemisi Cudi dağına oturduktan sonra geminin ambarında kalan “nohut, buğday, üzüm, bakla…” gibi erzaktan hazırlanmıştır.
Aşure günü, bolluk ve bereket simgesi kabul edilmesi yanında, birliktelik, dayanışma ve sosyal ilişkilerin gelişmesi açısından da önemli bir sosyal etkinliktir. Aşure günü münasebetiyle konu-komşu, eş-dost, akraba-i taallükat bir araya gelir aşure pişirilir, yenir ve dağıtılır.
Pişirilen aşure aşının malzemesinden mülhem metaforik bir anlamı da vardır. Aşurenin bu mecazi anlamı toplumumuz için bugün her zamankinden daha fazla önem arz etmektedir.
Bilindiği üzere Hz.Nuh’un gemisinde her canlıdan bir çift vardır. Bunların her biri ötekinden farklılığını ortaya koyarak değil asgari müşterekte birlikteliğe ve bütüne katkı sağlayarak tufandan kurtulurlar; tıpkı aşure aşında biraraya gelen farklı bakliyat, meyve, tatlı ve tuzluların farklılıklarının aynı vasata-ortak lezzete katkı sağlamaları gibi...
Toplum da böyle değilmidir, toplumun kültürel nüansları yok mudur ?
Millet tek bir ideal etrafında buluşup, farklılıklarıyla “ortak ideal ve istikbal lezzeti”ne katkı sağlar, çeşni katarsa neler olur neler değil mi ?
Süreklilikte böyle sağlanır, güç te böyle edinilir. Ancak eğer farklılıklar birbirini iterse, fasülye aşuredeyken diriliğini korumaya devam etmek için direnirde, pişmemekte ısrarcı olursa aşure içinde sırıtır, lezzet çatışmasına sebep olur değil mi ?
Türk kültüründe aşure aşı bütünlüğü vardır. Aşure aşındaki gibi “farklılıkların ahenk içindeki ortak lezzete katkı sağlamaları”, “birlik” kültürümüzün özünde hep olagelmiştir.
Bakliyatın “heterojen”liğinden aşure aşının “homojen” liğine bin yıldır katkı sağlayan bu milletin kültürel zenginliğini hiçbir oyun bozamayacaktır.
Unutmayalım ki;
küreselleşme pratiğinde, egemen olanın ötekini sindirmesi ve “tektip” leştirmesine şahit olduğumuz 21.yüzyılda bile halen bu millet "Buğday, pirinç, su, şeker, fasülye, nohut, badem, ceviz, fındık, üzüm, kayısı, gülsuyu, karanfil, zencefil" gibi geçimsizleri aynı kazanda kaynatıp aşure aşı yapmakta, "ötekine" dağıtmakta, birlikte yaşamanın sembolünü tadarken paylaşmaktadır.
Dış güçler ve işbirlikçileri boşuna uğraşmasın, bu millet bin yılda “ben”den “biz”e, “fasülye”den “aşure”ye geçmiştir.. Aşurenin kendisi olmuştur, aşın içindekilerin hepsi de tek başına “kendini nimetten saymaktan” vazgeçmiş, “ben” demekten kurtulmuştur. “Fasülyeden tefrikalar”a da pabuç bırakmaz…idrak edeceğimiz “Aşure günü” müz kutlu olsun..
Evet, putlaştırılmış bir “ben” ya da bir başka ifade ile “nefis”, firavun gibi, tanrılık iddiasındadır.
“Ben” den geçip “biz” havuzunda erimiş olmak ''Benim Ben'im Tanrı'dır'' diyenler için çok zor, hatta imkansızdır, tıpkı aşurede çiğ kalmış, pişmemiş fasülye gibi aşın tadını bozar.
Ancak eğer duyular millet şuuru ile karıştırılır; “ben”, “biz” olarak anlam kazanır ve çevreyi de kapsayacak şekilde genişletilirse, o zaman orkestraya katkı sağlayabilir.
Aşura, arapça kökenli bir kelimedir ve on (muharremin 10’u) demektir. İslam’da aşure gününde gerçekleştiği söylenen önemli olaylar vardır:
Hz. Âdem’ in işlediği hataya tövbesinin kabulü, Hz. Nuh’un gemisinin tufandan kurtulması, Hz. Yunus’un balığın karnından kurtulması, Hz. İbrahim’in dünyaya gelişi ve Nemrud’un ateşinde yanmaması, Hz. İdris’in diri olarak göğe yükseltilmesi, Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf’a kavuşması ve Hz. Yusuf’un kuyudan kurtulması, Hz. Eyyüb’un hastalığının iyileşmesi, Hz. Musa’nın Kızıldeniz'den geçerek İsrailoğulları'nı Firavun'dan kurtarması ve Firavun’un boğulması, Hz. İsa’nın doğumu ve göğe yükseltilmesi, Hz. Muhammed’in Medine’i Münevvere’ye ulaşması....
Bu nedenle müslümanlar yanında, musevi ve hıristiyanlarca da bu gün kutlanır ve inançlarına göre aşure günü oruçlu geçirilir. Musevilikte büyük keffaret günü anlamındadır. İslam’da aşure gününde "aşûre orucu"u tutmak sünnettir. Diğer dinlerden farklı olarak, muharremin 8, 9 ve 10'uncu günlerinde de oruç tutulur.
Ramazan'dan sonra ihya edilen muharrem ayında bu sevindirici olaylar yanında üzücü olaylar da cereyan etmiştir.
Hz.Muhammed’in Ehl-i Beyti'nin yetmiş iki büyüğü, muharremin 10. günü Kerbela'da şehid edilmiştir. Bu yüzden bu gün bir ıstırap günümüz haline de dönüşmüştür.
Ehli Beyt sevgisi konusunda Şura suresi (ayet 23)'nde şöyle buyurulmaktadır:
“(Rasulüm!) De ki: "Bun(u duyurmam)a karşı sizden, yakın akrabamı / Ehlibeytimi sevmeniz dışında bir ücret istemiyorum …...”
Hz. Muhammed sevgili torunlarını, reyhanlarım diye severek, torunları için; "Hasan ruhumdur ! Hüseyin gönlümdür ! Muhsin nefsimdir !" buyruğu ile tüm inananlara üzerlerine titrediği, gözünün nuru, torunlarının muhteşemliğini bildirmiştir.
Hz.Hüseyin'in Kerbela'daki acısı başta olmak üzere “On iki İmam”ların acılarını anlamaya ve bu acı günü anmaya atfen tutulan “muharrem mâtemi” orucu, 1 muharrem’de başlar ve on iki gün sürer. Oruç günlerinin akşamlarında “Kerbela Olayı”nı anlatan Fuzulî ’nin “Saadete Ermişlerin Bahçesi”, “Hadikatü’s süeda” gibi kitaplar yanında ozanlar konu ile ilgili deyiş ve mersiyeler okurlar...
Muharrem mâtemi esnasında bu acıları bir daha yaşamamak için gerekli insanlık değerleri hatırlanır.
Mâtem orucu esnasında ilke olarak: Kalp kırmamaya, dil ile incitmemeye, dedikodu yapmamaya özen gösterilir. Kesici aletlere el sürülmez, kurban kesilmez, et yenmez, canlıya eziyet edilmez. Kerbela katliamında hasta olması nedeniyle İmam Zeynel Abidin'in kurtulması ve Hz. Ali'nin soyunun böylece devam etmesi nedeniyle de Allah'a şükredilir.
Muharrem matemi, Aşure geleneği ile biter. Aşure hem sevincin hem de hoşgörünün simgesidir. Etli pilav ve Aşure’nin topluma dağıtılması orucun bitiminde yani on ikinci günü akşamı veya on üçüncü gün yapılmaktadır.
Bu; acı tatlı her şeyi paylaşmayı simgelemektedir. 12 gün tutulan orucun ardından Aşure Günü’nde 12 çeşit malzemeden Aşure aşı pişirilir, birlikte yenilir, konu-komşuya dağıtılır.
Zalim karşısında hiçbir zaaf göstermeden, şerre asla boyun eğmeden, zulmün en korkunç yüzüne rağmen, cân-ı âşkla ve kahramanca şehit vermenin ne demek olduğunu, tüm insanlığa yaşayarak öğreten Hz. Hüseyin'in şefaatinden, sevgisinden, gönül sırrından mahrum kalmamak üzere dualar edilir.
Bir rivayete göre Aşure ismi verilen tatlı ilk defa Hz.Nuh zamanında, Hz. Nuh’un gemisi Cudi dağına oturduktan sonra geminin ambarında kalan “nohut, buğday, üzüm, bakla…” gibi erzaktan hazırlanmıştır.
Aşure günü, bolluk ve bereket simgesi kabul edilmesi yanında, birliktelik, dayanışma ve sosyal ilişkilerin gelişmesi açısından da önemli bir sosyal etkinliktir. Aşure günü münasebetiyle konu-komşu, eş-dost, akraba-i taallükat bir araya gelir aşure pişirilir, yenir ve dağıtılır.
Pişirilen aşure aşının malzemesinden mülhem metaforik bir anlamı da vardır. Aşurenin bu mecazi anlamı toplumumuz için bugün her zamankinden daha fazla önem arz etmektedir.
Bilindiği üzere Hz.Nuh’un gemisinde her canlıdan bir çift vardır. Bunların her biri ötekinden farklılığını ortaya koyarak değil asgari müşterekte birlikteliğe ve bütüne katkı sağlayarak tufandan kurtulurlar; tıpkı aşure aşında biraraya gelen farklı bakliyat, meyve, tatlı ve tuzluların farklılıklarının aynı vasata-ortak lezzete katkı sağlamaları gibi...
Toplum da böyle değilmidir, toplumun kültürel nüansları yok mudur ?
Millet tek bir ideal etrafında buluşup, farklılıklarıyla “ortak ideal ve istikbal lezzeti”ne katkı sağlar, çeşni katarsa neler olur neler değil mi ?
Süreklilikte böyle sağlanır, güç te böyle edinilir. Ancak eğer farklılıklar birbirini iterse, fasülye aşuredeyken diriliğini korumaya devam etmek için direnirde, pişmemekte ısrarcı olursa aşure içinde sırıtır, lezzet çatışmasına sebep olur değil mi ?
Türk kültüründe aşure aşı bütünlüğü vardır. Aşure aşındaki gibi “farklılıkların ahenk içindeki ortak lezzete katkı sağlamaları”, “birlik” kültürümüzün özünde hep olagelmiştir.
Bakliyatın “heterojen”liğinden aşure aşının “homojen” liğine bin yıldır katkı sağlayan bu milletin kültürel zenginliğini hiçbir oyun bozamayacaktır.
Unutmayalım ki;
küreselleşme pratiğinde, egemen olanın ötekini sindirmesi ve “tektip” leştirmesine şahit olduğumuz 21.yüzyılda bile halen bu millet "Buğday, pirinç, su, şeker, fasülye, nohut, badem, ceviz, fındık, üzüm, kayısı, gülsuyu, karanfil, zencefil" gibi geçimsizleri aynı kazanda kaynatıp aşure aşı yapmakta, "ötekine" dağıtmakta, birlikte yaşamanın sembolünü tadarken paylaşmaktadır.
Dış güçler ve işbirlikçileri boşuna uğraşmasın, bu millet bin yılda “ben”den “biz”e, “fasülye”den “aşure”ye geçmiştir.. Aşurenin kendisi olmuştur, aşın içindekilerin hepsi de tek başına “kendini nimetten saymaktan” vazgeçmiş, “ben” demekten kurtulmuştur. “Fasülyeden tefrikalar”a da pabuç bırakmaz…idrak edeceğimiz “Aşure günü” müz kutlu olsun..
24 Eylül 2017 Pazar
Kul olduk menfaate
Whatsapp ile Paylaş
Ümmiler azaldı, "Hakikat" rafta
Ma'lumat işportada, "Hikmet" antika
Âlimler münzevi, talebe meydanda
Mevlüd sünnette okunur, Sema(zen) açılışda
Babalar moruk oldu, analar dadı
Evlatlar mı ? atayı dillerine doladı
Evlatlar baş köşede, anne hizmetkâr
Utanmadan buyurur, sanki bir kahkâr
Soframız envai çeşit, sultanlarla yarıştık
Musa'yı anlamadık, karunlara karıştık
Üretmeden kazanırız faiz döviz altınla
Dindarlığı pazarlarız sakal, türban, sarıkla
Kuru laf satar olduk, görünce kalabalık
Herkese çatar olduk, marifet oldu kabalık
Bereket versin dedik, mal alan müşteriye
Azarı basıverdik muhtaca, dilenciye
Efendi deyip durduk, köylüye hizmetliye
Bey dedik, sayın dedik, bedevi medeniye
Üç düğme ilikledik beş paralık mevkiye
Kul olduk menfaate üç kuruş gelir diye.
Ma'lumat işportada, "Hikmet" antika
Âlimler münzevi, talebe meydanda
Mevlüd sünnette okunur, Sema(zen) açılışda
Babalar moruk oldu, analar dadı
Evlatlar mı ? atayı dillerine doladı
Evlatlar baş köşede, anne hizmetkâr
Utanmadan buyurur, sanki bir kahkâr
Soframız envai çeşit, sultanlarla yarıştık
Musa'yı anlamadık, karunlara karıştık
Üretmeden kazanırız faiz döviz altınla
Dindarlığı pazarlarız sakal, türban, sarıkla
Kuru laf satar olduk, görünce kalabalık
Herkese çatar olduk, marifet oldu kabalık
Bereket versin dedik, mal alan müşteriye
Azarı basıverdik muhtaca, dilenciye
Efendi deyip durduk, köylüye hizmetliye
Bey dedik, sayın dedik, bedevi medeniye
Üç düğme ilikledik beş paralık mevkiye
Kul olduk menfaate üç kuruş gelir diye.
21 Eylül 2017 Perşembe
Mağfiret-i İlâhiye
Whatsapp ile Paylaş
Kulak kem sözlerle doldu, estağfirullah
Gözümüz baktı da kaydı, estağfirullah
Gönlümüz dünyaya aktı, estağfirullah
Dilimiz gıybeti sevdi, estağfirullah
Nefsimiz lezzete kandı, estağfirullah
Aklımız fesada döndü, estağfirullah
Ayak yanlış yola gitti, estağfirullah
Kalb vehime esir oldu, estağfirullah
Miras Hakk'ı unutturdu, estağfirullah
Çok lafa bol yalan kattık, estağfirullah
Oruca niyet, aç kaldık, estağfirullah
Namazdayken hesap yaptık, estağfirullah
Tenzih tesbih unutuldu, estağfirullah
Gaflet kararımız oldu, estağfirullah
Nefsin tarafını tuttuk, estağfirullah
Boş sözlere çanak tuttuk, estağfirullah
Ana-babaya üfff dedik, estağfirullah
Şikayeti terk etmedik, estağfirullah
Komşumuzu çekemedik, estağfirullah
Kardeşimizi yük gördük, estağfirullah
Kur'anı duvara astık, estağfirullah
Okumayı ihmal ettik, estağfirullah
Sünnetlere sırt çevirdik, estağfirullah
Şirksiz bir gün geçirmedik, estağfirullah
Kanaati terk eyledik, estağfirullah
Marka için dükkan gezdik, estağfirullah
Setr ve makyajı birledik, estağfirullah
Ökçelerle arzı deldik, estağfirullah
Kavak ağacına özendik, estağfirullah
Kibirde iblisi geçtik, estağfirullah
Yetimleri itip kaktık, estağfirullah
Yetim hakkına göz diktik, estağfirullah
Hep arkadan çekiştirdik, estağfirullah
Nemmamlığı terketmedik, estağfirullah
Aldatmayı kazanç bildik, estağfirullah
Söz verdik hiç tutamadık, estağfirullah
Sebepleri Rab edindik, estağfirullah
Menfaate kulluk ettik, estağfirullah
Nüfuzluya biat ettik, estağfirullah
Övgüye itibar ettik, estağfirullah
Dünyalığa ömür tükettik, estağfirullah
Musibete sabretmedik, estağfirullah
İsyansız gün geçirmedik, estağfirullah
Nisa'yı köle belledik, estağfirullah
Misafiri çok sevmedik, estağfirullah
İkramı zarardan saydık, estağfirullah
İnfak etmeyi unuttuk, estağfirullah
Yolcuya hakkın vermedik, estağfirullah
Selam sabahı terk ettik, estağfirullah
Hasta sormaya yüksündük, estağfirullah
Düşkünlere omuz silktik, estağfirullah
Muhtaçları hep hor gördük, estağfirullah
Zalimlere alkış tuttuk, estağfirullah
Fuhşiyata aldırmadık, estağfirullah
Edebsizi hep hoş gördük, estağfirullah
İsrafı bolluktan sandık, estağfirullah
Gardıroplar doldu taştı, estağfirullah
Kilerleri hep küf bastı, estağfirullah
İlahi lütfu kıskandık, estağfirullah
Tevekkülü terk eyledik, estağfirullah
Varlık kendimizden sandık, estağfirullah
Azabından affına sığındık, estağfirullah
Gazabından mağfiretine sığındık, estağfirullah.
***
Ya ilahi, bizi günahlardan uzak durmaya muktedir eyle.
Ey Musavvir-el Kulûb, mağfiret et.
***
Ey Allah'ım !
İnsan olarak en güzel surette yaratan,
Beşeriyetten insaniyete mazhar kılan,
İhsanı ile kötü huylardan uzaklaştıran,
Bizi güzel Ahlâka tebdil ve tahvil eyle...
Gözümüz baktı da kaydı, estağfirullah
Gönlümüz dünyaya aktı, estağfirullah
Dilimiz gıybeti sevdi, estağfirullah
Nefsimiz lezzete kandı, estağfirullah
Aklımız fesada döndü, estağfirullah
Ayak yanlış yola gitti, estağfirullah
Kalb vehime esir oldu, estağfirullah
Miras Hakk'ı unutturdu, estağfirullah
Çok lafa bol yalan kattık, estağfirullah
Oruca niyet, aç kaldık, estağfirullah
Namazdayken hesap yaptık, estağfirullah
Tenzih tesbih unutuldu, estağfirullah
Gaflet kararımız oldu, estağfirullah
Nefsin tarafını tuttuk, estağfirullah
Boş sözlere çanak tuttuk, estağfirullah
Ana-babaya üfff dedik, estağfirullah
Şikayeti terk etmedik, estağfirullah
Komşumuzu çekemedik, estağfirullah
Kardeşimizi yük gördük, estağfirullah
Kur'anı duvara astık, estağfirullah
Okumayı ihmal ettik, estağfirullah
Sünnetlere sırt çevirdik, estağfirullah
Şirksiz bir gün geçirmedik, estağfirullah
Kanaati terk eyledik, estağfirullah
Marka için dükkan gezdik, estağfirullah
Setr ve makyajı birledik, estağfirullah
Ökçelerle arzı deldik, estağfirullah
Kavak ağacına özendik, estağfirullah
Kibirde iblisi geçtik, estağfirullah
Yetimleri itip kaktık, estağfirullah
Yetim hakkına göz diktik, estağfirullah
Hep arkadan çekiştirdik, estağfirullah
Nemmamlığı terketmedik, estağfirullah
Aldatmayı kazanç bildik, estağfirullah
Söz verdik hiç tutamadık, estağfirullah
Sebepleri Rab edindik, estağfirullah
Menfaate kulluk ettik, estağfirullah
Nüfuzluya biat ettik, estağfirullah
Övgüye itibar ettik, estağfirullah
Dünyalığa ömür tükettik, estağfirullah
Musibete sabretmedik, estağfirullah
İsyansız gün geçirmedik, estağfirullah
Nisa'yı köle belledik, estağfirullah
Misafiri çok sevmedik, estağfirullah
İkramı zarardan saydık, estağfirullah
İnfak etmeyi unuttuk, estağfirullah
Yolcuya hakkın vermedik, estağfirullah
Selam sabahı terk ettik, estağfirullah
Hasta sormaya yüksündük, estağfirullah
Düşkünlere omuz silktik, estağfirullah
Muhtaçları hep hor gördük, estağfirullah
Zalimlere alkış tuttuk, estağfirullah
Fuhşiyata aldırmadık, estağfirullah
Edebsizi hep hoş gördük, estağfirullah
İsrafı bolluktan sandık, estağfirullah
Gardıroplar doldu taştı, estağfirullah
Kilerleri hep küf bastı, estağfirullah
İlahi lütfu kıskandık, estağfirullah
Tevekkülü terk eyledik, estağfirullah
Varlık kendimizden sandık, estağfirullah
Azabından affına sığındık, estağfirullah
Gazabından mağfiretine sığındık, estağfirullah.
***
Ya ilahi, bizi günahlardan uzak durmaya muktedir eyle.
Ey Musavvir-el Kulûb, mağfiret et.
***
Ey Allah'ım !
İnsan olarak en güzel surette yaratan,
Beşeriyetten insaniyete mazhar kılan,
İhsanı ile kötü huylardan uzaklaştıran,
Bizi güzel Ahlâka tebdil ve tahvil eyle...
20 Eylül 2017 Çarşamba
Nakkaş, nakış ve güzel san'atlar
Whatsapp ile Paylaş
Sanatkârların, mânâ deryasından beslenerek güzel bakış-görüş ve estetik yaklaşımlarla yoğrulmuş ruhlarıyla nakış ve motifler üretebilmesi, onların büyüleyici sanat dünyasını yansıtır.
Sanatkârın kalitesi, eserinde kendini gösterir. Sanatkâr; iyi bir gözlemcidir, olağandaki olağanüstülüğü, nüansları ilk bakışta fark edendir. Kâinatı algılayışı, kavrayışı, yorumlayışı özgün olan sanatkâr, zahirî ve batınî etkileri gönül âleminde hissedişini eserinde nakış nakış işler.
Sanatkâr, sanatı dolayısı ile kâinattan ilham alır, paralellik kurmaya çalışır. Baktığı ve gördüğü şeyler onu etkiler, etkisinde kaldığı bu fikirler ve duyuşlarla, gördüklerinin derununa odaklanarak mânâ avcılığı yapar ve bunları en güzel şekliyle serdetmeye çalışır. Aklını ve hissedişlerini ince zevk ve estetik kaygularıyla beraber tarzlaştırır; tını, morf ve renkleri belirli teknikler ile yoğurarak özgün eserler ortaya çıkarmak ister.
Çevresindeki baktığı ve gördüğü her şeyden etkilenir. Etkisinde kaldığı bu fikirler ve hisler altında aradığını bulabilme ümidiyle, etrafındakilerde mânâlar arayıp bulmaya ve ifade etmeye çalışır.
Nakkaş, nakışıyla/eseriyle, onu gören/ dinleyen kişinin ruhunda kalıcı bir aşk, bir kalbî kıpırtı hissettirdiğinde, gayesi gerçekleşmiştir.
Sanatkâr san’at eğitimi sırasında bir yandan sabırlı olmayı, kanaatkâr olmayı, sevgi ve saygıyı, titizliği, estetik kayguyu, geometriyi, matematiği, ölçülü olmayı öğrenirken, diğer yandan şahsiyetini san’at uğraşıları ile sürekli olgunlaştırır
Ancak san'atçı mukalliddir, çünkü (yaratıcının var ettiği) eşi ve benzeri olanları gözlemler akıl, düşünme ve hayal gücü mevhumlarına estetik duygusunu da katarak (ki bunlar da yaratıcının vergisidir) san'atını ortaya çıkarır ve sergiler.
Eşi ve benzeri olmayan bir şeyi en güzel yapmak ise Allah'ın bir sıfatıdır.
"O", örneği yokken yaratandır. Kur'ân-ı Kerim'de "bedî'u's-semâvâti ve'l-ard" şeklinde ifade edilen; "(O), göklerin ve yerin yaratıcısı, îcad edicisidir..." (Bakara,117; En'âm,101) âyetleri ile san'at-ı hakikîsini ortaya koyduğu belirtilmektedir.
Rabbimizin bir ismi de "el Musavvir" yani suret veren, şekil veren, tasvir eden anlamlarını içerir. Bu, sadece bir isim değil aynı zamanda fonksiyonel bir komuttur; bilgisayar programlama dilindeki "get" komutu gibi
San'atkârın, bir şeyi yaparken bir malzemeye, malzeme bilgisine, neyi nasıl kullanacağına ve nasıl yapacağına dair bilgi yahut ilme, bunları yapmak için kullanacağı akla ve uzuvlara (melekelere), tasvir için muhayyileye, yapacak güce/kudrete ihtiyacı olacak...
Bütün bunlar insana ve yaratıklara her birerinde farklı şekliyle tezahür eden bir vergidir, bağıştır.
Yanda görülen resimlerde radiolaria denilen tek hücreli bir hayvanın iskeletleri yer alıyor...bu hayvanların çapı: 0,1-0,2 milimetre...Bu boyuttaki bir hayvanın iskeletindeki san'atın önünde insanın hayreti artmaz mı ?
Örümceğin farklı türlerinin ördüğü ağların türe özgülüğü, kuşların yuva yapım teknikleri, kaplumbağa ya da salyangoz kabukları, istiridyenin imal ettiği inci..
Her bir bitkinin çiçeği veya yaprağının farklı şekil, renk ve yapıda oluşu...aynı ile devamlarını tohum yahut üreme hücreleri üzerinden gelecek nesillere şifreleyerek aktarabilmeleri...
Kuşların hançeresi nağme ve melodileri seslendirecek bir kaç enstrümanlı orkestrasyona sahiptir adeta...
İnsanın gırtlağındaki ses kutusu üç kas teli ile bir kaç oktavlık ses aralığında varyasyonel olarak gezinebilmektedir... sadece bu üç kas telini her bir nota ya da koma değerliğindeki sesi çıkarmak için gereği kadar germesi veya genleştirmesi ile bu mümkün olmaktadır.
Bunların hepsinde gerekli olan ana malzeme toprak, hava, su ve ısı.
İnorganik materyalden organik madde sentezleyen, organik maddeleri parçalayan, bağlayıp polimerleştiren ve saire işlerle görevli kimyagerler olarak enzimler çekirdek asitlerinde klasörlenmiş proje bilgilerini kullanıp uygulayan imalat mühendisleridir, ekipler halinde çalışırlar, sonunda ortaya o türün genomunda mevcut olan san'atı icra edecek bir ustanın alt yapısını ortaya çıkarırlar.
Yani et-kemik, kan-sinir ve saireden oluşan her organizma kendi sahasında ihtisas sahibi bir icracı olarak güzel san'atını icra edebilmektedir.
Kuşların bazıları bir iğne oyacısının iğnesi/ tığı gibi kullandığı gagasıyla otlardan sepet şeklinde yuva örmektedir, hem projesi hem imalatı kendine özgü ve ait olarak.
Beyaz karınca kolonilerinin kör olan işçi sınıfı bireyleri iklimlendirme projesi mükemmel yuvalar inşa edebilmektedir, müştemilatıyla, yuva planını da uygulayarak, hem de görmeden. Öyleki iki ayrı uçtan tünel/ galeri açmaya başlayan iki kör birey ortada birbirleri ile sapmadan buluşarak tünelin iki ayrı ucunu birbirine bağlarlar, nasıl bir körlük ise...!
Bal arıları peteklerini çok ince bir hesap üzere mükemmel bir geometrik plan dahilinde inşa ederler. Mekân tasarımı kendine özgüdür.
En ekonomik malzeme olan balmumundan, şaşmaz oranlara dayalı altıgen, prizmatik mimarlık harikası bal peteğini inşa ettikten sonra bal yapmak için çiçekleri dolaşmaya ve imal ettikleri balı depolamaya başlarlar, bu bilgi ve bilgiyi uygulayacak donanımları sayesinde.
“Biz arıya vahyettik” (Nahl suresi 68,69) diyor ya kitabımız, işte vahyin sonuçları, yani bal üretimi...
Dünya da bugün tesbit edilmiş iki milyona yakın canlı türünün hepsi doğuştan sahip oldukları yetenekleri ile birer san'at sahibidirler.
Kimi desinatör, kimi örgücü, kimi örücü, kimi müthiş rol yapma yahut taklid etme yeteneklerine sahip bir tiyatro sanatçısı, kimi enstrümanlarıyla gelmiş dünya sahnesine...üslendikleri rolü de tabiatları gereği olarak dosdoğru icra etmekteler.
Musavvir ve müzeyyen olan Nakkaş'ın nakışları olan mahlukat dahi cüzi mânâda nakkaşdır, san'atkardır...
Tezyinatla uğraşan, tezhip, hat, ebru hatta mimari gibi güzel san'atların şubeleri yanında, mûsıkî, edebiyat, şiir, tiyatro, sinema ve birçok başka türüyle san'at Allah'ın mahlukata ve özelde insana bahşettiği bir estetik alandır.
San'atkâr aklını ve sezgisini kullanan, mevcut yetenek ve becerileri eğitimle yahut spontane ortaya çıkmış, estetik duygusu ileri düzeyde olan, egosunu arındırmış gerçeğe ulaşmak için u
Ancak bu uğraşlar Allah’ı bilmek için bir gayrete hitap ediyorsa ne âlâ, değilse boş uğraşlardır. Genellikle san’at uğraşının incelttiği ruhlara sahip olan sanatkâr, hakiki sanâtkarın Allah (c.c.) olduğunu derunî bakışı ile idrak edip yaşamaktadır,
Nakışta "Nakkaş" görebilenlerden, yeteneklerimizi kendimizden bilmeyenlerden, bahşedilenleri sahiplenip kapris yapmayanlardan, üstünlük taslamayanlardan olabilmek duasıyla...
Güzel san'atlar, göze ve kulağa hoş gelen, evrendeki yaratılmış hatlara, matematik ve geometrisine uygun ve aykırı düşmeyen, ritim ve simetrinin ihmal edilmediği uğraşlardır.
Sanatkârların, mânâ deryasından beslenerek güzel bakış-görüş ve estetik yaklaşımlarla yoğrulmuş ruhlarıyla nakış ve motifler üretebilmesi, onların büyüleyici sanat dünyasını yansıtır.
Sanatkârın kalitesi, eserinde kendini gösterir. Sanatkâr; iyi bir gözlemcidir, olağandaki olağanüstülüğü, nüansları ilk bakışta fark edendir. Kâinatı algılayışı, kavrayışı, yorumlayışı özgün olan sanatkâr, zahirî ve batınî etkileri gönül âleminde hissedişini eserinde nakış nakış işler.
Sanatkâr, sanatı dolayısı ile kâinattan ilham alır, paralellik kurmaya çalışır. Baktığı ve gördüğü şeyler onu etkiler, etkisinde kaldığı bu fikirler ve duyuşlarla, gördüklerinin derununa odaklanarak mânâ avcılığı yapar ve bunları en güzel şekliyle serdetmeye çalışır. Aklını ve hissedişlerini ince zevk ve estetik kaygularıyla beraber tarzlaştırır; tını, morf ve renkleri belirli teknikler ile yoğurarak özgün eserler ortaya çıkarmak ister.
Çevresindeki baktığı ve gördüğü her şeyden etkilenir. Etkisinde kaldığı bu fikirler ve hisler altında aradığını bulabilme ümidiyle, etrafındakilerde mânâlar arayıp bulmaya ve ifade etmeye çalışır.
Nakkaş, nakışıyla/eseriyle, onu gören/ dinleyen kişinin ruhunda kalıcı bir aşk, bir kalbî kıpırtı hissettirdiğinde, gayesi gerçekleşmiştir.
Sanatkâr san’at eğitimi sırasında bir yandan sabırlı olmayı, kanaatkâr olmayı, sevgi ve saygıyı, titizliği, estetik kayguyu, geometriyi, matematiği, ölçülü olmayı öğrenirken, diğer yandan şahsiyetini san’at uğraşıları ile sürekli olgunlaştırır
Ancak san'atçı mukalliddir, çünkü (yaratıcının var ettiği) eşi ve benzeri olanları gözlemler akıl, düşünme ve hayal gücü mevhumlarına estetik duygusunu da katarak (ki bunlar da yaratıcının vergisidir) san'atını ortaya çıkarır ve sergiler.
Eşi ve benzeri olmayan bir şeyi en güzel yapmak ise Allah'ın bir sıfatıdır.
"O", örneği yokken yaratandır. Kur'ân-ı Kerim'de "bedî'u's-semâvâti ve'l-ard" şeklinde ifade edilen; "(O), göklerin ve yerin yaratıcısı, îcad edicisidir..." (Bakara,117; En'âm,101) âyetleri ile san'at-ı hakikîsini ortaya koyduğu belirtilmektedir.
Rabbimizin bir ismi de "el Musavvir" yani suret veren, şekil veren, tasvir eden anlamlarını içerir. Bu, sadece bir isim değil aynı zamanda fonksiyonel bir komuttur; bilgisayar programlama dilindeki "get" komutu gibi
San'atkârın, bir şeyi yaparken bir malzemeye, malzeme bilgisine, neyi nasıl kullanacağına ve nasıl yapacağına dair bilgi yahut ilme, bunları yapmak için kullanacağı akla ve uzuvlara (melekelere), tasvir için muhayyileye, yapacak güce/kudrete ihtiyacı olacak...
Bütün bunlar insana ve yaratıklara her birerinde farklı şekliyle tezahür eden bir vergidir, bağıştır.
Yanda görülen resimlerde radiolaria denilen tek hücreli bir hayvanın iskeletleri yer alıyor...bu hayvanların çapı: 0,1-0,2 milimetre...Bu boyuttaki bir hayvanın iskeletindeki san'atın önünde insanın hayreti artmaz mı ?
Örümceğin farklı türlerinin ördüğü ağların türe özgülüğü, kuşların yuva yapım teknikleri, kaplumbağa ya da salyangoz kabukları, istiridyenin imal ettiği inci..
Her bir bitkinin çiçeği veya yaprağının farklı şekil, renk ve yapıda oluşu...aynı ile devamlarını tohum yahut üreme hücreleri üzerinden gelecek nesillere şifreleyerek aktarabilmeleri...
Kuşların hançeresi nağme ve melodileri seslendirecek bir kaç enstrümanlı orkestrasyona sahiptir adeta...
İnsanın gırtlağındaki ses kutusu üç kas teli ile bir kaç oktavlık ses aralığında varyasyonel olarak gezinebilmektedir... sadece bu üç kas telini her bir nota ya da koma değerliğindeki sesi çıkarmak için gereği kadar germesi veya genleştirmesi ile bu mümkün olmaktadır.
Bunların hepsinde gerekli olan ana malzeme toprak, hava, su ve ısı.
İnorganik materyalden organik madde sentezleyen, organik maddeleri parçalayan, bağlayıp polimerleştiren ve saire işlerle görevli kimyagerler olarak enzimler çekirdek asitlerinde klasörlenmiş proje bilgilerini kullanıp uygulayan imalat mühendisleridir, ekipler halinde çalışırlar, sonunda ortaya o türün genomunda mevcut olan san'atı icra edecek bir ustanın alt yapısını ortaya çıkarırlar.
Yani et-kemik, kan-sinir ve saireden oluşan her organizma kendi sahasında ihtisas sahibi bir icracı olarak güzel san'atını icra edebilmektedir.
Kuşların bazıları bir iğne oyacısının iğnesi/ tığı gibi kullandığı gagasıyla otlardan sepet şeklinde yuva örmektedir, hem projesi hem imalatı kendine özgü ve ait olarak.
Beyaz karınca kolonilerinin kör olan işçi sınıfı bireyleri iklimlendirme projesi mükemmel yuvalar inşa edebilmektedir, müştemilatıyla, yuva planını da uygulayarak, hem de görmeden. Öyleki iki ayrı uçtan tünel/ galeri açmaya başlayan iki kör birey ortada birbirleri ile sapmadan buluşarak tünelin iki ayrı ucunu birbirine bağlarlar, nasıl bir körlük ise...!
Bal arıları peteklerini çok ince bir hesap üzere mükemmel bir geometrik plan dahilinde inşa ederler. Mekân tasarımı kendine özgüdür.
En ekonomik malzeme olan balmumundan, şaşmaz oranlara dayalı altıgen, prizmatik mimarlık harikası bal peteğini inşa ettikten sonra bal yapmak için çiçekleri dolaşmaya ve imal ettikleri balı depolamaya başlarlar, bu bilgi ve bilgiyi uygulayacak donanımları sayesinde.
“Biz arıya vahyettik” (Nahl suresi 68,69) diyor ya kitabımız, işte vahyin sonuçları, yani bal üretimi...
Dünya da bugün tesbit edilmiş iki milyona yakın canlı türünün hepsi doğuştan sahip oldukları yetenekleri ile birer san'at sahibidirler.
Kimi desinatör, kimi örgücü, kimi örücü, kimi müthiş rol yapma yahut taklid etme yeteneklerine sahip bir tiyatro sanatçısı, kimi enstrümanlarıyla gelmiş dünya sahnesine...üslendikleri rolü de tabiatları gereği olarak dosdoğru icra etmekteler.
Musavvir ve müzeyyen olan Nakkaş'ın nakışları olan mahlukat dahi cüzi mânâda nakkaşdır, san'atkardır...
Tezyinatla uğraşan, tezhip, hat, ebru hatta mimari gibi güzel san'atların şubeleri yanında, mûsıkî, edebiyat, şiir, tiyatro, sinema ve birçok başka türüyle san'at Allah'ın mahlukata ve özelde insana bahşettiği bir estetik alandır.
San'atkâr aklını ve sezgisini kullanan, mevcut yetenek ve becerileri eğitimle yahut spontane ortaya çıkmış, estetik duygusu ileri düzeyde olan, egosunu arındırmış gerçeğe ulaşmak için u
Ancak bu uğraşlar Allah’ı bilmek için bir gayrete hitap ediyorsa ne âlâ, değilse boş uğraşlardır. Genellikle san’at uğraşının incelttiği ruhlara sahip olan sanatkâr, hakiki sanâtkarın Allah (c.c.) olduğunu derunî bakışı ile idrak edip yaşamaktadır,
Nakışta "Nakkaş" görebilenlerden, yeteneklerimizi kendimizden bilmeyenlerden, bahşedilenleri sahiplenip kapris yapmayanlardan, üstünlük taslamayanlardan olabilmek duasıyla...
19 Eylül 2017 Salı
Abd-i âciz'e sorma...
Whatsapp ile Paylaş
Secde kulluğun zirvesidir... |
Sinesi pâk olanın, gönlü teşvişte değil
Besmeleyle iş yapanın, şeytan belâsı değil
Vesvas ötede kalsın, hırsı nefsine hapset
İlim-irfan ile dol, den-i dünyayı terk et
"Fâil-i Mutlak"tan bil, sebepsiz iş işlenmez
Kementle bağlanır dil, hep aleni söylenmez
Derde ortak olana, deva semadan gelir
Fukaraya, düşküne, yardım fizandan gelir
Namaz, niyaz, hac, oruç hep, kendinden kendine
Nefsaniyetten huruç et, çık Mi'raca, Rabbine
"Cemal"de kemâli var, "Celal"de terbiyesi
Hayatı "Hay"'dan çıkarır, "Hu" olup gizlenesi.
Fena olmak paha'dır, 'ben'i terketmek gerek
Hakkı görüp bilmekdir, Resul'e uymak gerek
Gün olur devran döner, bin sen burak atına
Ecel gelir, mum söner, çıktın Rabbin katına
Canın canına gidiş, bizdeki nâkıs görüş
'Abd-i âciz'e sorma, "O" versin sana biliş
17 Eylül 2017 Pazar
"Tekâsür"ü, "aldatıp meşgul eden"i irdelemek...
Whatsapp ile Paylaş
Kabir denilen bedeni ne çok ziyaret ediyor insan. Elinde bir su kabı kabir çiçeklerini sulayıp büyütüyor.
O kadar ki; çiçekleri (suretteki güzellikleri, kaçırdığı (!) fırsatları, fiillerini, davranışları) övünme vesilesi oluyor, vazoya koyuyor, vitrinde sergiliyor...
Mazide kalan anılarla, hâli kaçırma bahasına; övünüyor yahut mahzun oluyor, değeri ait olduğu zamanda kalmış, mazi kabristanındakilerle yaşıyor yahut avunuyor, anlatıyor, sergiliyor insan... bilinmek, bildirmek arzusu ile...
Şu an var olmayanlar ile sevinmek veya üzülmek, zamanın mazi kabristanında gömülü olanları ziyaret ederek huzurunda ihtiram ile durmak, yitirilenler ile hayat bulmaya çalışmak...abesle iştigal !
Hakk'dan bîhaber gaflet halinde olunan zamanlar, kabirde/kabristan ziyaretinde olmaktan başka bir mânâ ifade etmez... bu, içinde bulunulan hâl ile mazi kabrinde olmak ve ölü hükmünde kıyamete dek beklemektir.
Kabirdeki, her iki anlamda da aslına dönmüştür. Toprak toprağa, katre deryaya kavuşmuştur.
O halde kabir başında abdestli ve ihtiram ile durup Fatiha okurken, Fatiha'nın kabirdekine (kendimize) mesajlarını, ikazlarını farkederek okumalı değil mi insan !
Kesret âleminde iken ilâh edinilenlerin geçici, bir görünüp bir kaybolan, an da var olan, sonrasında mazi mezarlığındaki hayâl deryâsına gömülen şeyler olduğu mutlak gerçekliği, unutulmamalıdır.
Bestesi Selâhattin Pınar'a güftesi Necdet Atılgan'a ait Hüseynî makâmında Aksak usuldeki bir şarkı sanki insanın bu kabristan ziyaretini işaret ediyor, bir bakış açısıyla dinleyince:
Hayâl deryâsına ben bâzı bâzı
Dalmasam bir türlü dalsam bir türlü
Derdime âşina olan bu sâzı
Çalmasam bir türlü çalsam bir türlü
Âşıkım ben dahi mecnûn misâli
İsterim son demde bile visâli
...(Hayâl deryâsına ben bâzı bâzı....Dinlemek için linki tıklayınız)
Aslolan kabirde olanı, onun mânâsını idrak etmektir. Çünkü; toprak olan, toprağa ait olan ölüyü değil; diriyi, bedende misafir olanı ziyarettir maksat...
Kesrette yaşarken en azından kabirdeki, (beden)kabrindekini ilm-el yakin olarak bilseydi keşke.
Mevcudatı Hakk gözüyle görmeyen, kendi egosunu merkez kılan, onları egonun yaklaşımları ve hesapları ile yargılayanın yükü, mazi mezarlığına gömerek meşgul olduğu şeylerden dolayı ağırdır, hâli ise cehennemidir.
Nasıl ki sevdiklerinin kabri başında onun "hay"(at) daki hâli ile görüşmeye çalışıyor insan iç âleminde, ona yoğunlaşıyor, aynı şekilde kendi kabrini ziyaret hâlinde de afaktan enfüsî olana bakmalı, enfüsünü idrak etmeli değil mi ?
"Tekâsür"(1)ü, "bizi aldatıp meşgul eden" i, çoklukta kaybolmayı ne zaman irdeleyeceğiz...
İlm-el yakin ve ayn-el yakini anlamalı ve hâl edinmeli insan...
"Sonra andolsun o gün nimetten elbette sorulacaksınız"
Afakî değerler mi sizin için önemliydi, enfüsî olanlar mı ?
Sorgulamayı tez elden afak ve enfüsünde kendinden kendine, kabrinin başında yapmalıdır, yapacaktır insan !
Kabre girmeden kabrini ziyaret edip "el-Fatiha" çekmeli insan...
__________
(1)Tekâsür suresi
Kendi enfüsüne "el Fatiha" çek ! |
O kadar ki; çiçekleri (suretteki güzellikleri, kaçırdığı (!) fırsatları, fiillerini, davranışları) övünme vesilesi oluyor, vazoya koyuyor, vitrinde sergiliyor...
Mazide kalan anılarla, hâli kaçırma bahasına; övünüyor yahut mahzun oluyor, değeri ait olduğu zamanda kalmış, mazi kabristanındakilerle yaşıyor yahut avunuyor, anlatıyor, sergiliyor insan... bilinmek, bildirmek arzusu ile...
Şu an var olmayanlar ile sevinmek veya üzülmek, zamanın mazi kabristanında gömülü olanları ziyaret ederek huzurunda ihtiram ile durmak, yitirilenler ile hayat bulmaya çalışmak...abesle iştigal !
Hakk'dan bîhaber gaflet halinde olunan zamanlar, kabirde/kabristan ziyaretinde olmaktan başka bir mânâ ifade etmez... bu, içinde bulunulan hâl ile mazi kabrinde olmak ve ölü hükmünde kıyamete dek beklemektir.
Kabirdeki, her iki anlamda da aslına dönmüştür. Toprak toprağa, katre deryaya kavuşmuştur.
O halde kabir başında abdestli ve ihtiram ile durup Fatiha okurken, Fatiha'nın kabirdekine (kendimize) mesajlarını, ikazlarını farkederek okumalı değil mi insan !
Kesret âleminde iken ilâh edinilenlerin geçici, bir görünüp bir kaybolan, an da var olan, sonrasında mazi mezarlığındaki hayâl deryâsına gömülen şeyler olduğu mutlak gerçekliği, unutulmamalıdır.
Bestesi Selâhattin Pınar'a güftesi Necdet Atılgan'a ait Hüseynî makâmında Aksak usuldeki bir şarkı sanki insanın bu kabristan ziyaretini işaret ediyor, bir bakış açısıyla dinleyince:
Hayâl deryâsına ben bâzı bâzı
Dalmasam bir türlü dalsam bir türlü
Derdime âşina olan bu sâzı
Çalmasam bir türlü çalsam bir türlü
Âşıkım ben dahi mecnûn misâli
İsterim son demde bile visâli
...(Hayâl deryâsına ben bâzı bâzı....Dinlemek için linki tıklayınız)
Aslolan kabirde olanı, onun mânâsını idrak etmektir. Çünkü; toprak olan, toprağa ait olan ölüyü değil; diriyi, bedende misafir olanı ziyarettir maksat...
Kesrette yaşarken en azından kabirdeki, (beden)kabrindekini ilm-el yakin olarak bilseydi keşke.
Mevcudatı Hakk gözüyle görmeyen, kendi egosunu merkez kılan, onları egonun yaklaşımları ve hesapları ile yargılayanın yükü, mazi mezarlığına gömerek meşgul olduğu şeylerden dolayı ağırdır, hâli ise cehennemidir.
Nasıl ki sevdiklerinin kabri başında onun "hay"(at) daki hâli ile görüşmeye çalışıyor insan iç âleminde, ona yoğunlaşıyor, aynı şekilde kendi kabrini ziyaret hâlinde de afaktan enfüsî olana bakmalı, enfüsünü idrak etmeli değil mi ?
"Tekâsür"(1)ü, "bizi aldatıp meşgul eden" i, çoklukta kaybolmayı ne zaman irdeleyeceğiz...
İlm-el yakin ve ayn-el yakini anlamalı ve hâl edinmeli insan...
"Sonra andolsun o gün nimetten elbette sorulacaksınız"
Afakî değerler mi sizin için önemliydi, enfüsî olanlar mı ?
Sorgulamayı tez elden afak ve enfüsünde kendinden kendine, kabrinin başında yapmalıdır, yapacaktır insan !
Kabre girmeden kabrini ziyaret edip "el-Fatiha" çekmeli insan...
__________
(1)Tekâsür suresi
14 Eylül 2017 Perşembe
Gönül semasının kehkeşanları
Whatsapp ile Paylaş
Ancak sıkıntıya düşünce yaratıcısını hatırlar çoğu insan, O'nu anmaya/tesbihe koyulur, gözyaşlarını boncuk boncuk döker de niyaz eder.
Ya da boş (!) kalınca insan, eline alır tesbihini, lakırdı ile akşamı ederken, boş lakırdıların uğultuları ile sallanan tesbihlerin şakırtıları birbirine karışır... boşluktakilerin kültürü ile boş adam zirve yapmaya çalışır atalarından gördüğü şekliyle.
Ne yazık ki Kur'anın bu konuda ikazı kulak ardı edilir; âyette şöyle buyruluyor:
"Ve onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Boş yere söylenilen sözden ve işlerden sakınırlar." (Mü'minun suresi, 3)
Kimi insan "oyalanır" tesbih denilen boncuklar ile gâh çekerek, gâh sallayarak; kimisi de “oya”lar hayatı tesbih ile, tefekkür ile...zamanın "an" tanecikleri üzerine düşünür ve her "an"ını mânâsıyla yaşamaya bakar, tesbih taneleri parmakları arasından bir bir geçerken nişane/durak denilen onbir tanenin sonuna gelince durur nefeslenir, düşünür ve yeniden devam eder, bir sonraki durağa kadar.
Sonunda başladığı yere (imameye) gelmiştir turu tamamlayarak.
Her tur, zâhirî olarak ayniyle ilk tur gibi görünse de, aslında enfüsî olarak farklıdır, şuurunda olarak yol alınıyor ise...
İkinci tura başlarken hayatındaki "an"ların, günlerin, ayların, mevsimlerin birbirini takip ettiğini, zamanın durağan değil süreğen olduğunu idrak eder kişi; yıllık/mevsimlik/aylık/günlük
devr-i daimlerin ve değişimlerin evren de süreğen olduğunu, evrenin "an"a şartsız bir şekilde teslimiyetini anlar.
Aslında tesbihdeki devr-i daim, bakılan yere göre, her bir tane için hem(ya) başlangıç hem de(ya da) sondur.
Her an yeni bir şeyler doğmakta/vücuda gelmekte mevcut bir şeylerin de kıyameti kopmaktadır; yıldızların, hücrelerin, çiçeğin, böceğin, moleküllerin ...
Mevlâna; “Elindeki tesbihin imamesi gibiyim Yâr… İtsen de çeksen de sana gelirim” der ya...
Bütün mesele "an"ı kaçırmamak, bütün evren ile birlikte "an"da var olduğunun idrakini yaşamak ve anlamaktan ibaret ise; çekilsek de itilsek de, ileri vites yahut geri vites gitsek de, zaman geleceğe yani "O"na götürmektedir her şeyi...
An’ın mânâsından bîhaber yaşayan öksüzdür…
Sahib’ul vakt, Malik’ul mülk, Fail-i mutlak’tan bîhaber ve gafil yaşamamak için, unutmadım, aklımdasın, benimlesin, Sen'deyim diyebilmelidir her an...
Tesbihat; na-mütenahiye aralanmış gönlün semasındaki kehkeşanlara ellerini uzatmak, onları okşamak, onlarla komşu olmaktır...
Misbah-ı kalbin şem'asını uyandırmaktır...örtüye bürünmüş derunî hakikatın faş olmasıdır.
"Of"demekten kurtulmak, şikayeti terk etmek, "ah-vah" ve "keşke"lere son vermek, "oh" şükür diyebilmektir...
Sünuhat-ı gayb kapısını tesbih açar ve ancak onunla "oya" lanmış hayatta huzur demlenir...
“…Kalpler ancak Allahʼı zikretmekle huzur bulur.” (Ra‘d suresi, 28)
...huzur demliğinden içmek isteyen hazirînin boş(!) bardaklarına da huzur dolduruluverir, dem isteğine göre, tabi bardağı dolu olmayana...
"Dem"li huzur içmek isteyen bardağını boşaltsın, yıkasın da huzura öyle çıksın...
Ya da boş (!) kalınca insan, eline alır tesbihini, lakırdı ile akşamı ederken, boş lakırdıların uğultuları ile sallanan tesbihlerin şakırtıları birbirine karışır... boşluktakilerin kültürü ile boş adam zirve yapmaya çalışır atalarından gördüğü şekliyle.
Ne yazık ki Kur'anın bu konuda ikazı kulak ardı edilir; âyette şöyle buyruluyor:
"Ve onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Boş yere söylenilen sözden ve işlerden sakınırlar." (Mü'minun suresi, 3)
Kimi insan "oyalanır" tesbih denilen boncuklar ile gâh çekerek, gâh sallayarak; kimisi de “oya”lar hayatı tesbih ile, tefekkür ile...zamanın "an" tanecikleri üzerine düşünür ve her "an"ını mânâsıyla yaşamaya bakar, tesbih taneleri parmakları arasından bir bir geçerken nişane/durak denilen onbir tanenin sonuna gelince durur nefeslenir, düşünür ve yeniden devam eder, bir sonraki durağa kadar.
Sonunda başladığı yere (imameye) gelmiştir turu tamamlayarak.
Her tur, zâhirî olarak ayniyle ilk tur gibi görünse de, aslında enfüsî olarak farklıdır, şuurunda olarak yol alınıyor ise...
İkinci tura başlarken hayatındaki "an"ların, günlerin, ayların, mevsimlerin birbirini takip ettiğini, zamanın durağan değil süreğen olduğunu idrak eder kişi; yıllık/mevsimlik/aylık/günlük
devr-i daimlerin ve değişimlerin evren de süreğen olduğunu, evrenin "an"a şartsız bir şekilde teslimiyetini anlar.
Aslında tesbihdeki devr-i daim, bakılan yere göre, her bir tane için hem(ya) başlangıç hem de(ya da) sondur.
Her an yeni bir şeyler doğmakta/vücuda gelmekte mevcut bir şeylerin de kıyameti kopmaktadır; yıldızların, hücrelerin, çiçeğin, böceğin, moleküllerin ...
Mevlâna; “Elindeki tesbihin imamesi gibiyim Yâr… İtsen de çeksen de sana gelirim” der ya...
Bütün mesele "an"ı kaçırmamak, bütün evren ile birlikte "an"da var olduğunun idrakini yaşamak ve anlamaktan ibaret ise; çekilsek de itilsek de, ileri vites yahut geri vites gitsek de, zaman geleceğe yani "O"na götürmektedir her şeyi...
An’ın mânâsından bîhaber yaşayan öksüzdür…
Sahib’ul vakt, Malik’ul mülk, Fail-i mutlak’tan bîhaber ve gafil yaşamamak için, unutmadım, aklımdasın, benimlesin, Sen'deyim diyebilmelidir her an...
Tesbihat; na-mütenahiye aralanmış gönlün semasındaki kehkeşanlara ellerini uzatmak, onları okşamak, onlarla komşu olmaktır...
Misbah-ı kalbin şem'asını uyandırmaktır...örtüye bürünmüş derunî hakikatın faş olmasıdır.
"Of"demekten kurtulmak, şikayeti terk etmek, "ah-vah" ve "keşke"lere son vermek, "oh" şükür diyebilmektir...
Sünuhat-ı gayb kapısını tesbih açar ve ancak onunla "oya" lanmış hayatta huzur demlenir...
“…Kalpler ancak Allahʼı zikretmekle huzur bulur.” (Ra‘d suresi, 28)
...huzur demliğinden içmek isteyen hazirînin boş(!) bardaklarına da huzur dolduruluverir, dem isteğine göre, tabi bardağı dolu olmayana...
"Dem"li huzur içmek isteyen bardağını boşaltsın, yıkasın da huzura öyle çıksın...
13 Eylül 2017 Çarşamba
Turab olmayaydık keşke...
Whatsapp ile Paylaş
Gitti gelenler,
onlar da
çocuk, genç, yaşlı idiler.
Bir seda, bir nefes,
bir salâ için
geldiler ve gittiler...
Ağlayarak, gülerek,
yiyerek eğlenerek,
haz için, arzu için bir ömür tükettiler...
Sağda, solda, orda-burda,
sürünerek, yürüyerek ya da uçarak
yaşadılar bir ömür...ve gittiler...
Paralarını, pullarını,
rütbe ve makamlarını,
haleflerine miras bırakarak...
Hırs, isyan, öfke ve garazlarını,
ve uzun emellerini
dünyada bırakarak...
Artık yoklar, gitti gelenler...
Yaşarlar belki
bir kaç nesil hatırlanarak.
Belki;
yeryüzündeki tek izleri,
bir kaç asırlık mezar taşları...
Ve üç beş seveninin,
buharlaşıp asmosfere karışan,
bir kaç günlük göz yaşları...
Sevenleri de, bir gün
gideceklerini
düşünmeden, ağladılar..
Gittiler gelenler;
duymadan, görmeden,
bilmeden gittiler...
Gittiler
bilmedikleri diyarlara...
İstemeyerek...
Belki de giderken, yutkunup
turab olmayaydık
Keşke...diyerek.
Ya da, kendi kitapları okunurken,
keşke turab olaydık,
Keşke...diyerek.
Gittiler, isteyerek
ya da istemeyerek...
Her gelenin gittiği yere...
onlar da
çocuk, genç, yaşlı idiler.
Bir seda, bir nefes,
bir salâ için
geldiler ve gittiler...
Ağlayarak, gülerek,
yiyerek eğlenerek,
haz için, arzu için bir ömür tükettiler...
Sağda, solda, orda-burda,
sürünerek, yürüyerek ya da uçarak
yaşadılar bir ömür...ve gittiler...
Paralarını, pullarını,
rütbe ve makamlarını,
haleflerine miras bırakarak...
Hırs, isyan, öfke ve garazlarını,
ve uzun emellerini
dünyada bırakarak...
Artık yoklar, gitti gelenler...
Yaşarlar belki
bir kaç nesil hatırlanarak.
Belki;
yeryüzündeki tek izleri,
bir kaç asırlık mezar taşları...
Ve üç beş seveninin,
buharlaşıp asmosfere karışan,
bir kaç günlük göz yaşları...
Sevenleri de, bir gün
gideceklerini
düşünmeden, ağladılar..
Gittiler gelenler;
duymadan, görmeden,
bilmeden gittiler...
Gittiler
bilmedikleri diyarlara...
İstemeyerek...
Belki de giderken, yutkunup
turab olmayaydık
Keşke...diyerek.
Ya da, kendi kitapları okunurken,
keşke turab olaydık,
Keşke...diyerek.
Gittiler, isteyerek
ya da istemeyerek...
Her gelenin gittiği yere...
9 Eylül 2017 Cumartesi
Ulu erek; güneşi, güneşin battığı yerlere götürmek...
Whatsapp ile Paylaş
Ey genç; hatırlarmısın acaba arada, ceddin bozkırlardan vahalara yol aldılar binbir meşakkatle... yıllarca at sırtında. Belki de, çarıkları ile kızgın güneş altında yürüdüler, dur durak bilmeden...
Dinlendiler yorulunca kıl çadırlarda, uyudular geceleri kuru topraklarda...
Kuş tüyü yatakları da yoktu, italyan ayakkabıları da, ingiliz kumaşından poturları da...
Kırbalarında bir kaç damla su, torbalarında kuru bir ekmek, sırtlarında bir aba, bir bez gömlek, ellerinde kuru bir değnek...
Kanla canla yoğruldu vatan dediğin bu topraklar...
Yoksa sana vatan olurmuydu, cennetten bir parça olan rahatça gezip tozduğun bu diyarlar...
"Alp"lik genlerinde vardı, "Eren"lik gönüllerine nakşolunmuştu, mayaları irfan ile yoğrulmuştu.
Azıkları iman, hedefleri i'lâ-yı kelimetullah, kılavuzları Kur'an idi onların...
Çünkü rahle-i tedrisinde diz çökmüşlerdi hoca Ahmed Yesevi'nin...
Divan-ı Hikmet ile yoğruldular, "İnsan"la tanış-biliş oldular ve insana hizmeti nefislerinden âlâ tuttular...
Ufuklarındaki ulu erek; arkalarındaki güneşi, güneşin battığı yerlere götürmek...
Gittikleri her yere ikram ettiler; cesareti, sahaveti, muhabbeti, mahareti, adaleti, uhuvveti...ez-cümle güzel ahlâkı...fıtrata uygun model budur diyerek.
Çünkü onlar güzel ahlâkın timsali idiler...
"Vur Pençe-i Âlî'deki şemşîr aşkına"
diyerek vurdular zalime, kovdular uğursuzu, derdest ettiler hırsızı...
Gurebaya mekân, yolsuza yol, evsize ev, hastaya ilaç, dertlinin derdine ortak oldular...paylaştırdılar lokmayı, belki de aç kalarak !
Bektaş-ı veli yeniçeriye fütuhat için kabul olunmuş dua...
Bayram-ı veli sultanların gönüllerine taht ve islambola müjdeci idi...
Geyikli baba yürüdü geyikleriyle,
küfre gürz çalarken geyik sırtında idi....
Mevlâna gönüllere aşk tohumu saçtı...
Tapduk Emre "Yunus"uyla hikmeti konuşturdu...
Edebali "Osman"ıyla üç kıtayı buluşturdu...
Anadoluya can oldu horasan erenleri,
üç kıtaya huzur saçtı Yesevi'nin alperenleri...şan ve şöhret nedir bilmeden, sessizce ve isimsizce...
Ey genç; hazıra konduğun yerlere, sıkıştığında vatanım demektesin
ve bunca nimeti şükürsüzce yemektesin.
Geçmiş zaman hikayeleri deyip gerçekleri kulak ardı etmektesin.
Sadece, "ben çağdaşım" demekle olmaz !
İlimden, teknikten, edebden ve gelenekten uzak, yeme-içme ve popüler kültürünle övünme derdindesin, oyun ve oynaşta gününü gün etmektesin.
Mirasyedi olduğunu belki unuttun amma, torunlarına hangi emaneti nasıl teslim edeceksin !
"İnsanlık" ölçü ise, onlar nerede imiş, bir bak, ya sen nerelerdesin !
Bari atana bir fatiha gönderebilseydin de, yine de atalardan miras vatanında mihnetsiz bir şekilde safanı sürseydin !
Dinlendiler yorulunca kıl çadırlarda, uyudular geceleri kuru topraklarda...
Kuş tüyü yatakları da yoktu, italyan ayakkabıları da, ingiliz kumaşından poturları da...
Kırbalarında bir kaç damla su, torbalarında kuru bir ekmek, sırtlarında bir aba, bir bez gömlek, ellerinde kuru bir değnek...
Kanla canla yoğruldu vatan dediğin bu topraklar...
Yoksa sana vatan olurmuydu, cennetten bir parça olan rahatça gezip tozduğun bu diyarlar...
"Alp"lik genlerinde vardı, "Eren"lik gönüllerine nakşolunmuştu, mayaları irfan ile yoğrulmuştu.
Azıkları iman, hedefleri i'lâ-yı kelimetullah, kılavuzları Kur'an idi onların...
Çünkü rahle-i tedrisinde diz çökmüşlerdi hoca Ahmed Yesevi'nin...
Divan-ı Hikmet ile yoğruldular, "İnsan"la tanış-biliş oldular ve insana hizmeti nefislerinden âlâ tuttular...
Ufuklarındaki ulu erek; arkalarındaki güneşi, güneşin battığı yerlere götürmek...
Gittikleri her yere ikram ettiler; cesareti, sahaveti, muhabbeti, mahareti, adaleti, uhuvveti...ez-cümle güzel ahlâkı...fıtrata uygun model budur diyerek.
Çünkü onlar güzel ahlâkın timsali idiler...
"Vur Pençe-i Âlî'deki şemşîr aşkına"
diyerek vurdular zalime, kovdular uğursuzu, derdest ettiler hırsızı...
Gurebaya mekân, yolsuza yol, evsize ev, hastaya ilaç, dertlinin derdine ortak oldular...paylaştırdılar lokmayı, belki de aç kalarak !
Bektaş-ı veli yeniçeriye fütuhat için kabul olunmuş dua...
Bayram-ı veli sultanların gönüllerine taht ve islambola müjdeci idi...
Geyikli baba yürüdü geyikleriyle,
küfre gürz çalarken geyik sırtında idi....
Mevlâna gönüllere aşk tohumu saçtı...
Tapduk Emre "Yunus"uyla hikmeti konuşturdu...
Edebali "Osman"ıyla üç kıtayı buluşturdu...
Anadoluya can oldu horasan erenleri,
üç kıtaya huzur saçtı Yesevi'nin alperenleri...şan ve şöhret nedir bilmeden, sessizce ve isimsizce...
Ey genç; hazıra konduğun yerlere, sıkıştığında vatanım demektesin
ve bunca nimeti şükürsüzce yemektesin.
Geçmiş zaman hikayeleri deyip gerçekleri kulak ardı etmektesin.
Sadece, "ben çağdaşım" demekle olmaz !
İlimden, teknikten, edebden ve gelenekten uzak, yeme-içme ve popüler kültürünle övünme derdindesin, oyun ve oynaşta gününü gün etmektesin.
Mirasyedi olduğunu belki unuttun amma, torunlarına hangi emaneti nasıl teslim edeceksin !
"İnsanlık" ölçü ise, onlar nerede imiş, bir bak, ya sen nerelerdesin !
Bari atana bir fatiha gönderebilseydin de, yine de atalardan miras vatanında mihnetsiz bir şekilde safanı sürseydin !
6 Eylül 2017 Çarşamba
Timsah Gözyaşları ve Soylu Kaygılar
Whatsapp ile Paylaş
Bir balina karaya vurunca dünyada gündem oluşturan
STK(NGO)'ların ve çevreci(!) medeni batılının soylu kaygıları (!)nı, Myanmar'da
zalim budistlerin çoluk-çocuk, kadın-yaşlı savunmasız insanlara zulümleri
sırasında görüyormuyuz...seyrediyorlar ve üç maymunu oynuyorlar değil mi ?
☆☆☆
Afrikalı göçmenlerin açlık susuzluk ve ölümden
kaçışlarına kapılarını sıkı sıkıya kapatmışlar medeni (!) ve hümanizma
çığırtkanı anglo-sakson ve avrupalı efendi (!) ler…
İş gücü ve doğal kaynaklarını yüzyıllarca sömürdükleri
afrikadan gelen göçmenlerin Akdeniz'de ailecek çoluk-çocuk boğularak
ölümlerini, sayelerinde inşa ettikleri konforlu saraylarından seyir hâlindeler,
soylu kaygı sahipleri.
☆☆☆
Ortadoğu'da, Irak'ta, Suriye'de kara elmas/petrolün
damlasını müslüman kanları ile tartarken dünyaya özgürlük, demokrasi, insan
hakları ile ilgili soylu kaygılarını pompalayan emperyaller, kasalarını
doldurma, zenginliklerine zenginlik katma yarışındalar değil mi ? Ş..ytan
soylular !
☆☆☆
Bilim ve teknikten uzaklaş(tırıl)mış, zevk ve hazza
gark olmuş, boş işlerle iştigal eden, üretmeden tüketmeye alıştırılmış, lüks
yarışındaki ehl-i zahir itikat sahipleri/milletleri, şarkiyatçı
(orientalist)ları haklı çıkarma çabasını artırarak devam ettiriyorken, batılı
efendilerinin Arakan için kaygı duymalarını ve bir el uzatmalarını
bekliyorlar...aman rahatınız bozulmasın !
☆☆☆
Ufacık bir insani (!) yardım yaptıklarında “billboard”lara
ve boyalı basına sayfa sayfa reklam verenler, (……)'larda bir fincan kahveye
onlarca lirayı bırakıp çıkanlar, sohbetlerinde soylu kaygılarını dile getirip,
erdem ahkâmı kesenler bir yanda... açlık sınırı altında inleyen, bir damla su,
bir kapsül ilaç, bir lokma ekmek bulamayan milyonlarca insan diğer yanda !
Soylu kaygı sahipleri ahkâm kesmeye devam etsinler kuş
tüylü yataklarından, kuş sütlü ve havyarlı sofralarından !
☆☆☆
İnsanı; insan olduğu için değil, dünyalık kazanımları
ile terazilerinde tartarak değer biçenlerin, "varoş"a sığınan
fukaraya, çöpünü taşıyan "efendi" lere bakışlarındaki
"soylu kaygıları"nı dile getirilmeli mi acaba?
☆☆☆
İnsana acıyarak değil ona samimiyetle yaklaşıp nimeti
bölüşebiliyormusunuz, düştüğünde omuz vererek onu ayağa kaldırabiliyormusunuz,
derdini paylaşarak bakabiliyormusunuz insana, ey soylu kaygı sahipleri...
Dünya ve üzerindeki nimetler bütün insanlığın
faydalanmasına sunulmuşsa eğer, dünyaya çıplak doğuruluyor, giderken de yanına hiç bir
şey al(a)madan gidiyorsa insan… yekdiğeri için samimi olarak kaygılanmalı...soylu
kaygı (!) duyanlardan olmamalı…
Hani “tavuk bir yumurtayı folluğa bırakır da bir köyü
velveleye verir gıdaklayarak; kısrak ise bir tay doğurur sessizce gözünden iki
damla gözyaşı akıtarak” derler ya...
Timsah gözyaşı dökmeyin, laf üretmeyin, icraatınızı
görelim efendiler !
Selam olsun der geçeriz...
Whatsapp ile Paylaş
Nedir mühim ve ehemm olan ?
Maksadımız edebî yazmak değildir elbette, edebî konuşmak hiç değildir.
Ehemm olan, terk-i edebden sakınarak ebediyete dem-a-dem intikâl edebilmektir.
Mühim olan, kibre sebeb olan her ne ise, abraştan kaçar gibi ondan kaçmaktır.
Yeri gelmişken Kayseri'de Talas mezarlığında medfun bir zâtdan bahsedelim.
Asıl adı Cemal Kazan olup halk arasında "Hacı Cemil, Mavi Boncuklu Cemil Baba, Boyacı Cemil" gibi adlarla anılan Cemil Baba hiç evlenmemiş, anasıyla yaşamış, ölünceye kadar sırtında bir boya sandığı ile dolaşmış, 70 yaşında iken (1982) hakkın rahmetine kavuşmuş bir zât.
Seyfi usta, Cemil babayı tanımış yaşlı bir kişi, duasının makbul olduğunu tanıyanlar bilirler, dua talep ederlerdi demişti... ondan dinlediğim bir hikayeyi burada nakledelim:
Kumaşçı esnaftan birisi, Cemil baba dükkanına her geldiğinde: "baba, istediğin kumaşı beğen, sana elbise diktireyim" diye ısrar eder, baba her defasında da kabul etmez.
Bir defasında yine Cemil baba dükkana geldiğinde kumaşcı yine aynı hususta ısrar eder, ancak baba yine kabul etmez.
Bu arada, Cemil babanın üstündeki pantolon, lime lime olmuş, adeta telisleşmiştir.
Israrları kabul görmeyince son bir hamle ile kumaşcı zat "baba hiç olmazsa şu tel tel olmuş diz kısmına bir yama yaptırayım" diye yalvarınca, Cemil baba "peki, hadi öyle olsun" der, teklifi kabul eder.
Tezgahın arkasında pantolonunu çıkarıp kumaşcıya verir, kumaşçı sevinç içindedir, en pahalı kumaştan bir parça keser, terziye götürür, yamayı yaptırıp getirir.
Cemil baba pantolonu giyer, oturduğu yerde yamalara ellerini sürerken bir yandan da "estağfirullah estağfirullah, kibir vermese bari" diye kumaşa bakıp bakıp söylenir...
Gönüller yapmaya gelen üstadın biri de:
"Bir tahta kulübede yaşasanız, yangın çıksa canınızı can havli ile yanmaktan kurtarmaya çalışırsınız ya, kibir veren her ne ise ondan da öyle yapmalısınız !" demişti...
Edebî kelâm bahsine dönecek olursak;
hakikate aşina zevat, edebî söylerken dahi edebi terketmez, haddini bilir.
Zira şiar edebî olmak değil, edebli olmaktır...
Kitab-ı Kebir'i ve dahi kendi kitabını okuyabilenlerin derdi; beğendirmek değildir asla cümleyi, iblisleşmiş nas'a ve nefs kokan nefeslere.
Selam olsun der geçerler, kıyl-u kâl'leri, lâf-ı güzâfdan öteye gitmeyen lâ-fahr kişilere.
Eğerki gönülden çıkıyor ise kelâm-ı ahsardır zaten .
Kelâm-ı ahsardan maksat ise aklın örtüsünü kaldırmak yahut gönle hicap olanları aralayabilmek olmalıdır ki, zaten öyledir.
Ulü-l Azm Elçiler, ehl-i kemâl'e rehber, ehl-i hakikat'e muallim olanlar, en ulu mütekellim zât-ı kibarlardır, ederler kelâmı en mübîn ve sadesinden.
Kitab-ı mübini de bir vechesi ile bile olsa anlamıyor mu avamiler (!)...
Kibriya nerden gelir, malumdur ehline. İblisin kibri, biliyorum/üstünüm demekten geldi ki, harîs-i câh duruşu remiz oldu cehline.
Ebu hükema diye tanınmış idi ebu cehl, haramı ve kerihi süslü göstermekte zirve değilmidir, ebu mireh.
Unutmamalı, her bilenin üstünde bir başka bilen var...
"...Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır."(Yusuf suresi, 76)
Pâyimal olana Yunus Emre'm ne der, ey guş-dar; "Topuğa çıkmayan çaylar, deniz ile savaş ider"
Arifin biri der ki:
Batından habersizler, zahiri okuma ile aleniyi tedris edenler, "malumatfüruş" lar anlamazlar bizi...zira; bilgi/hikmet derya ise, ma’lumat dalgalarının köpükleridir.
"Sos"lu kelimeler bazen alayiş ve nümayiş vesilesi olur insana.
Lisânını süsleyenin kelâmı belki kulağa ahsar gelir... amma dil-âver 'den bîhaberin, ahvali aceb nice olur..
Nakısın hâlinden geçip ulemaya bakalım bir de !
Fakir bir abdal, etmemeli ne ta'n ne de bühtan âlime, demişti...
Ehline malum ağyara madumdur ki, el Âlim'e ayinedir âlim ve muallim.
"...Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun." (Nahl Suresi, 43)
"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve O'nun adaleti ayakta tuttuğuna Allah'ın kendisi, melekler ve ilim sahibi kullar şahittir..."(Âli İmran Suresi,18)
deniliyor âyetlerde...
Müflis âlimler bahse konu değil, bunlar sonlu âlemin tevarüs eden ve aklı doyuracak kayıtlı bilgisinin tahsildârlarıdır, "intelleksiya" ile uğraşırlar; ilm-el yakîni de elde edememişlerdir, ilimlerini satarak maişetlerini temin ederler. Maa-t-teessüf "ilim tahsildarı" olan bu “entel” zevatta ilim, kibriya şeklinde de tebarüz eder. Ve biliriz ki kibriya azazildendir, "zahir ilim ile de asla kemâlat olmaz".
Resulullah (s.a.v) Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlim ikidir. Birisi dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'de "İlimde derinleşenler" (Ulül-elbâb) 'den bahsedilir.
Zâhirî ve batınî ilimleri tahsil ve onun ile âmil olan muhlis âlimler(Ulül-elbâb; veli, arif, ehl-i süluk) vardır ki, bu zevât ilm-el veya ayn-el hatta hakkal yakîn derecesinden seyr ile muttasıf olup, esma ve sıfat tecellilerini hece hece okurlar ve sarf ederler muktezayı hâl'e göre hususî kelim.
Bilirler zira; vükela, ümera, ukala, ulemâ, üdeba ve cühela kim; şeyh'ül mukallidin kim, muharririn kim, mukallibin kim. Küfr-ü mutlak ne, imân ne, ihsan ne, ikân ne; abdiyyet ne ubudiyyet ne, ilâ âhir...
Cahillerle rastlaştıkları zaman ise:
"Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler" (Furkan suresi, 63) âyetinin gereğini yerine getirirler.
Vel hâsıl;
havârik-ul âdât, görünür kimine âdiyat, kimine âyât; halbuki onlar, ülfet ve hayret perdesini deler; görebilir mi havâriki, â'mâ olan zât...
Denî dünyada â'mâ olan, "Â'mâ"daki Zât'ı nereden bilsin, heyhat..
Hulâsa-i kelâm;
Cehlin ve kibrin sebebi kimi zaman bilgi, kimi zaman diğer dünyalıklardır, devası ise irfan ehlinin, gönül tabiblerinin nezdindedir.
Yine bir âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor:
"Ancak akl-ı selim sahipleri öğüt ve ibret alırlar." (Zümer: 9)
Fakirin, gem vurulmuş sürçülisânından bu kadar...
Her kişi karşısındakini kendi idraki kadarıyla değerlendirebilir !
"Cevherin kıymetini cevâhir-furûşân anlar ancak" demiş arifler.
Nakîseyi nefsimizden biliriz elhamdülillah, dil-âgâh olan, gem vurur lisanına !
"Cemil baba" nın mezar taşında ona ait bir söz: "Alem iyi olsaydı; bağ duvar istemezdi, kapı anahtar" |
Maksadımız edebî yazmak değildir elbette, edebî konuşmak hiç değildir.
Ehemm olan, terk-i edebden sakınarak ebediyete dem-a-dem intikâl edebilmektir.
Mühim olan, kibre sebeb olan her ne ise, abraştan kaçar gibi ondan kaçmaktır.
Yeri gelmişken Kayseri'de Talas mezarlığında medfun bir zâtdan bahsedelim.
Asıl adı Cemal Kazan olup halk arasında "Hacı Cemil, Mavi Boncuklu Cemil Baba, Boyacı Cemil" gibi adlarla anılan Cemil Baba hiç evlenmemiş, anasıyla yaşamış, ölünceye kadar sırtında bir boya sandığı ile dolaşmış, 70 yaşında iken (1982) hakkın rahmetine kavuşmuş bir zât.
Seyfi usta, Cemil babayı tanımış yaşlı bir kişi, duasının makbul olduğunu tanıyanlar bilirler, dua talep ederlerdi demişti... ondan dinlediğim bir hikayeyi burada nakledelim:
Kumaşçı esnaftan birisi, Cemil baba dükkanına her geldiğinde: "baba, istediğin kumaşı beğen, sana elbise diktireyim" diye ısrar eder, baba her defasında da kabul etmez.
Bir defasında yine Cemil baba dükkana geldiğinde kumaşcı yine aynı hususta ısrar eder, ancak baba yine kabul etmez.
Bu arada, Cemil babanın üstündeki pantolon, lime lime olmuş, adeta telisleşmiştir.
Israrları kabul görmeyince son bir hamle ile kumaşcı zat "baba hiç olmazsa şu tel tel olmuş diz kısmına bir yama yaptırayım" diye yalvarınca, Cemil baba "peki, hadi öyle olsun" der, teklifi kabul eder.
Tezgahın arkasında pantolonunu çıkarıp kumaşcıya verir, kumaşçı sevinç içindedir, en pahalı kumaştan bir parça keser, terziye götürür, yamayı yaptırıp getirir.
Cemil baba pantolonu giyer, oturduğu yerde yamalara ellerini sürerken bir yandan da "estağfirullah estağfirullah, kibir vermese bari" diye kumaşa bakıp bakıp söylenir...
Gönüller yapmaya gelen üstadın biri de:
"Bir tahta kulübede yaşasanız, yangın çıksa canınızı can havli ile yanmaktan kurtarmaya çalışırsınız ya, kibir veren her ne ise ondan da öyle yapmalısınız !" demişti...
Edebî kelâm bahsine dönecek olursak;
hakikate aşina zevat, edebî söylerken dahi edebi terketmez, haddini bilir.
Zira şiar edebî olmak değil, edebli olmaktır...
Kitab-ı Kebir'i ve dahi kendi kitabını okuyabilenlerin derdi; beğendirmek değildir asla cümleyi, iblisleşmiş nas'a ve nefs kokan nefeslere.
Selam olsun der geçerler, kıyl-u kâl'leri, lâf-ı güzâfdan öteye gitmeyen lâ-fahr kişilere.
Eğerki gönülden çıkıyor ise kelâm-ı ahsardır zaten .
Kelâm-ı ahsardan maksat ise aklın örtüsünü kaldırmak yahut gönle hicap olanları aralayabilmek olmalıdır ki, zaten öyledir.
Ulü-l Azm Elçiler, ehl-i kemâl'e rehber, ehl-i hakikat'e muallim olanlar, en ulu mütekellim zât-ı kibarlardır, ederler kelâmı en mübîn ve sadesinden.
Kitab-ı mübini de bir vechesi ile bile olsa anlamıyor mu avamiler (!)...
Kibriya nerden gelir, malumdur ehline. İblisin kibri, biliyorum/üstünüm demekten geldi ki, harîs-i câh duruşu remiz oldu cehline.
Ebu hükema diye tanınmış idi ebu cehl, haramı ve kerihi süslü göstermekte zirve değilmidir, ebu mireh.
Unutmamalı, her bilenin üstünde bir başka bilen var...
"...Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır."(Yusuf suresi, 76)
Pâyimal olana Yunus Emre'm ne der, ey guş-dar; "Topuğa çıkmayan çaylar, deniz ile savaş ider"
Arifin biri der ki:
Batından habersizler, zahiri okuma ile aleniyi tedris edenler, "malumatfüruş" lar anlamazlar bizi...zira; bilgi/hikmet derya ise, ma’lumat dalgalarının köpükleridir.
"Sos"lu kelimeler bazen alayiş ve nümayiş vesilesi olur insana.
Lisânını süsleyenin kelâmı belki kulağa ahsar gelir... amma dil-âver 'den bîhaberin, ahvali aceb nice olur..
Nakısın hâlinden geçip ulemaya bakalım bir de !
Fakir bir abdal, etmemeli ne ta'n ne de bühtan âlime, demişti...
Ehline malum ağyara madumdur ki, el Âlim'e ayinedir âlim ve muallim.
"...Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun." (Nahl Suresi, 43)
"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve O'nun adaleti ayakta tuttuğuna Allah'ın kendisi, melekler ve ilim sahibi kullar şahittir..."(Âli İmran Suresi,18)
deniliyor âyetlerde...
Müflis âlimler bahse konu değil, bunlar sonlu âlemin tevarüs eden ve aklı doyuracak kayıtlı bilgisinin tahsildârlarıdır, "intelleksiya" ile uğraşırlar; ilm-el yakîni de elde edememişlerdir, ilimlerini satarak maişetlerini temin ederler. Maa-t-teessüf "ilim tahsildarı" olan bu “entel” zevatta ilim, kibriya şeklinde de tebarüz eder. Ve biliriz ki kibriya azazildendir, "zahir ilim ile de asla kemâlat olmaz".
Resulullah (s.a.v) Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlim ikidir. Birisi dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'de "İlimde derinleşenler" (Ulül-elbâb) 'den bahsedilir.
Zâhirî ve batınî ilimleri tahsil ve onun ile âmil olan muhlis âlimler(Ulül-elbâb; veli, arif, ehl-i süluk) vardır ki, bu zevât ilm-el veya ayn-el hatta hakkal yakîn derecesinden seyr ile muttasıf olup, esma ve sıfat tecellilerini hece hece okurlar ve sarf ederler muktezayı hâl'e göre hususî kelim.
Bilirler zira; vükela, ümera, ukala, ulemâ, üdeba ve cühela kim; şeyh'ül mukallidin kim, muharririn kim, mukallibin kim. Küfr-ü mutlak ne, imân ne, ihsan ne, ikân ne; abdiyyet ne ubudiyyet ne, ilâ âhir...
Cahillerle rastlaştıkları zaman ise:
"Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler" (Furkan suresi, 63) âyetinin gereğini yerine getirirler.
Vel hâsıl;
havârik-ul âdât, görünür kimine âdiyat, kimine âyât; halbuki onlar, ülfet ve hayret perdesini deler; görebilir mi havâriki, â'mâ olan zât...
Denî dünyada â'mâ olan, "Â'mâ"daki Zât'ı nereden bilsin, heyhat..
Hulâsa-i kelâm;
Cehlin ve kibrin sebebi kimi zaman bilgi, kimi zaman diğer dünyalıklardır, devası ise irfan ehlinin, gönül tabiblerinin nezdindedir.
Yine bir âyet-i kerime'de şöyle buyruluyor:
"Ancak akl-ı selim sahipleri öğüt ve ibret alırlar." (Zümer: 9)
Fakirin, gem vurulmuş sürçülisânından bu kadar...
Her kişi karşısındakini kendi idraki kadarıyla değerlendirebilir !
"Cevherin kıymetini cevâhir-furûşân anlar ancak" demiş arifler.
Nakîseyi nefsimizden biliriz elhamdülillah, dil-âgâh olan, gem vurur lisanına !
5 Eylül 2017 Salı
Ha var Ha yok... !
Whatsapp ile Paylaş
Gönül vesvasa tutsak olmuşsa
Şeytan taşlansa da olur taşlanmasa da
Tekebbür nefiste mayalanmışsa
Tevazu gösterse de olur göstermese de
Şeytanlar gönülde tavaf ederken
Kabeye gitse nolur gitmese nolur
Para pul fikir de cirit atarken
Sücud etse nolur etmese nolur
İlmi rütbe için tahsil edenler
Âlim olsa nolur cahil olsa nolur
Ruhsat için bilgi taleb edenler
Adam olsa nolur olmasa nolur
Hırs ile cüzdanları dolduranlar
Zengin olsa nolur fakir olsa nolur
Cimrilikte sınır tanımayanlar
Selam verse nolur vermese nolur
Dünya otlağına yayılmışsa insan
Süt verse de olur vermese de
İnsana gerektir irfan ve ikram
Hakkı gözetse de "OLUR" gözetmese de
Gönül vesvasa tutsak olmuşsa
Şeytan taşlansa da olur taşlanmasa da
Tekebbür nefiste mayalanmışsa
Tevazu gösterse de olur göstermese de
Şeytanlar gönülde tavaf ederken
Kabeye gitse nolur gitmese nolur
Para pul fikir de cirit atarken
Sücud etse nolur etmese nolur
İlmi rütbe için tahsil edenler
Âlim olsa nolur cahil olsa nolur
Ruhsat için bilgi taleb edenler
Adam olsa nolur olmasa nolur
Hırs ile cüzdanları dolduranlar
Zengin olsa nolur fakir olsa nolur
Cimrilikte sınır tanımayanlar
Selam verse nolur vermese nolur
Dünya otlağına yayılmışsa insan
Süt verse de olur vermese de
İnsana gerektir irfan ve ikram
Hakkı gözetse de "OLUR" gözetmese de
1 Eylül 2017 Cuma
Modernite ve tapınakları
Whatsapp ile Paylaş
Tapınmak içsel bir yöneliş, ihtiyaç ve gerçeklik.
Aciz olanın güce ve güçlüye kul olması.
İnsan her neyi kutsayıp yüce görüyorsa ona tapınıyor aslında hâl diliyle, farkında olarak veya olmadan; mesela bilgiye, teknolojiye, iktidara, paraya, makama, rütbeye, evlada hatta putlaştırdığı nefse...
Yüce yaratıcı kutsal metinde şirk koşmayın diye insanın dikkatini çekse de, somutun dayanılmaz manyetizması ve atmosferi çekiyor insanı kendine. Özellikle de etkiye açık olan kimlikleri.
En alt katman hedonistler yeme-içme veya cinsel dürtü şehvetlerini tatmin peşinde ömür tüketiyor...
Bilginin (hikmetin değil, bilginin) büyüsüne kapılan bilim-merkezciler ise üretilen bilgiyi adeta kutsal metinler halinde huşu ile okuyor ve okutuyorlar.
Bilgi temelli yüksek teknoloji evde, işde, otomobilde, otobanda, cepte; hayatın neredeyse her alanında, insanın olmazsa olmaz bağımlısı olduğu ve onsuz yapamadığı bir meta olup gönüllere yerleşiyor bir ilah gibi.
Bilgiye dayalı bu güç, bilgiyi üreten ve bilgiye dayalı teknolojiyi pazarlayanlar ve kullananları tavsif ediyor, kast oluşturuyor.
Bilginin patronu, işçisi, uşağı, kölesi, hizmetkârları ve müşterisi gibi sınıflar oluşuyor.
Kişi ya da devlet olarak bilgiyi ve dolayısı ile teknolojiyi tekelinde tutanlar, gücü elinde bulunduranlar olarak buyurganlaşıyor, arka bahçelerindekilerini istedikleri şekilde de yönetiyorlar.
Bilgi ve bilgiye dayalı yüksek teknoloji (inovatif teknoloji) güç=tanrı oluyor cahile, sığınak oluyor korkağa ve ilah oluyor bilgiyi kutsayan hayretkeşe.
Ve ukala bilgin/bilgiç kürsüdeki yerini alarak misyon ve vizyonunu kullarına tebliğe başlıyor, doğrudan yahut subliminal mesajlar ile...
Bilim merkezci teba ise bu nevi bilimcilere ve yüksek ekollere imrenerek ve kutsayarak bakıyorlar.
"Ben"i 7. kat ulum semasına çıkmış muziller tavassuttalar daima, tapınak ve sunaktaki ezginlere.
Sihirli hedonik a'sa ile kutsanıyor egolar ve kutsal yedigen şadırvanda yıkanarak arınıyor tapınanlar. Hırslar bileniyor, kıskançlıklar çeşitleniyor, "ben" emzirilip büyütülüyor.
Hırs, sosyal statü edinme yarışına kamçılıyor; rütbe, kariyer büyümsemesinin kapısını aralamak; makam, buyurgan ego hazzını tatmin etmek için vasıta oluyor.
Bilgi-kariyer-para-şöhret-şehvet-lezzet-haz-lüks eğilimleri birbiri ile ilintili olarak sürekli gelişiyor.
Sonunda hedonist bir "ben" inşa ediliyor ki, burada nirvana ya erişmiş oluyor muzilan.
Aksi bir yöneliş olarak A.B.D.'de "amiş" ler olarak bilinen bir topluluk gibi yaşamak da tabiiki mümkün değil..Amiş'ler teknolojiyi hayatlarına hiç sokmayan ve teknolojiye direnen bir topluluk...
Egoya hitab eden ve ben havuzunu besleyen bu kadar çok kaynağın olduğu çağda "insan olmak", "insan kalmak" çok zor.
Kamlumbağa gibi evciği de yokki insanın içine kapansın...
“Hedonik insan çarkta dönen hamster gibi mutluluğu arıyor, müthiş çaba harcıyor mutluluk getireceğini sandığı şeyler için, ama hep aynı yerde. Hiçbir yere varamıyor.
Psikoloji uzmanları Philip Brickman ve Donald Campbell, insanın yanlış yollardaki bu nafile mutluluk arayışını şu şekilde özetliyor: Dış dünyada mutluluk ve haz arayışına çıktığımız her zaman aslında hamster çarkına girmiş oluyoruz. Sahip olduğumuz birşeyin, örneğin para ya da makam, daha fazlasını elde ettiğimiz zaman, önce kendimizi mutlu hissediyoruz. Ancak çok kısa süre sonra, elde ettiğimize alışmaya başlıyoruz.
Önceden "talih" olarak gördüğümüz şimdiki seviyemiz yeniden "yetersiz" gelmeye başlıyor. Ve, tattığımız mutluluk hissini sürdürebilmek veya yeniden kazanabilmek için yeniden bu kez daha fazlasının peşine düşüyoruz. Alıştığımız için, artık mutluluk için çok daha fazla şeye ihtiyaç duyar hale geliyoruz.” (*)
"Ben"i büyüten ve hazzı önceleyen her ne ise onu gönülden kovabilen, bunları amaç halinden çıkararak insana hizmet eden araç haline getiren, en güzel surette yaratılan insanı insanlık tahtına oturtabilenlere, hazlarını kurban edebilenlere ne mutlu...
______
(*)http://tragedya.tumblr.com/post/148240944518/psikologlar-buna-hedonik-adaptasyon-diyor
Aciz olanın güce ve güçlüye kul olması.
İnsan her neyi kutsayıp yüce görüyorsa ona tapınıyor aslında hâl diliyle, farkında olarak veya olmadan; mesela bilgiye, teknolojiye, iktidara, paraya, makama, rütbeye, evlada hatta putlaştırdığı nefse...
Yüce yaratıcı kutsal metinde şirk koşmayın diye insanın dikkatini çekse de, somutun dayanılmaz manyetizması ve atmosferi çekiyor insanı kendine. Özellikle de etkiye açık olan kimlikleri.
En alt katman hedonistler yeme-içme veya cinsel dürtü şehvetlerini tatmin peşinde ömür tüketiyor...
Bilginin (hikmetin değil, bilginin) büyüsüne kapılan bilim-merkezciler ise üretilen bilgiyi adeta kutsal metinler halinde huşu ile okuyor ve okutuyorlar.
Bilgi temelli yüksek teknoloji evde, işde, otomobilde, otobanda, cepte; hayatın neredeyse her alanında, insanın olmazsa olmaz bağımlısı olduğu ve onsuz yapamadığı bir meta olup gönüllere yerleşiyor bir ilah gibi.
Bilgiye dayalı bu güç, bilgiyi üreten ve bilgiye dayalı teknolojiyi pazarlayanlar ve kullananları tavsif ediyor, kast oluşturuyor.
Bilginin patronu, işçisi, uşağı, kölesi, hizmetkârları ve müşterisi gibi sınıflar oluşuyor.
Kişi ya da devlet olarak bilgiyi ve dolayısı ile teknolojiyi tekelinde tutanlar, gücü elinde bulunduranlar olarak buyurganlaşıyor, arka bahçelerindekilerini istedikleri şekilde de yönetiyorlar.
Bilgi ve bilgiye dayalı yüksek teknoloji (inovatif teknoloji) güç=tanrı oluyor cahile, sığınak oluyor korkağa ve ilah oluyor bilgiyi kutsayan hayretkeşe.
Ve ukala bilgin/bilgiç kürsüdeki yerini alarak misyon ve vizyonunu kullarına tebliğe başlıyor, doğrudan yahut subliminal mesajlar ile...
Bilim merkezci teba ise bu nevi bilimcilere ve yüksek ekollere imrenerek ve kutsayarak bakıyorlar.
"Ben"i 7. kat ulum semasına çıkmış muziller tavassuttalar daima, tapınak ve sunaktaki ezginlere.
Sihirli hedonik a'sa ile kutsanıyor egolar ve kutsal yedigen şadırvanda yıkanarak arınıyor tapınanlar. Hırslar bileniyor, kıskançlıklar çeşitleniyor, "ben" emzirilip büyütülüyor.
Hırs, sosyal statü edinme yarışına kamçılıyor; rütbe, kariyer büyümsemesinin kapısını aralamak; makam, buyurgan ego hazzını tatmin etmek için vasıta oluyor.
Bilgi-kariyer-para-şöhret-şehvet-lezzet-haz-lüks eğilimleri birbiri ile ilintili olarak sürekli gelişiyor.
Sonunda hedonist bir "ben" inşa ediliyor ki, burada nirvana ya erişmiş oluyor muzilan.
Aksi bir yöneliş olarak A.B.D.'de "amiş" ler olarak bilinen bir topluluk gibi yaşamak da tabiiki mümkün değil..Amiş'ler teknolojiyi hayatlarına hiç sokmayan ve teknolojiye direnen bir topluluk...
Egoya hitab eden ve ben havuzunu besleyen bu kadar çok kaynağın olduğu çağda "insan olmak", "insan kalmak" çok zor.
Kamlumbağa gibi evciği de yokki insanın içine kapansın...
“Hedonik insan çarkta dönen hamster gibi mutluluğu arıyor, müthiş çaba harcıyor mutluluk getireceğini sandığı şeyler için, ama hep aynı yerde. Hiçbir yere varamıyor.
Psikoloji uzmanları Philip Brickman ve Donald Campbell, insanın yanlış yollardaki bu nafile mutluluk arayışını şu şekilde özetliyor: Dış dünyada mutluluk ve haz arayışına çıktığımız her zaman aslında hamster çarkına girmiş oluyoruz. Sahip olduğumuz birşeyin, örneğin para ya da makam, daha fazlasını elde ettiğimiz zaman, önce kendimizi mutlu hissediyoruz. Ancak çok kısa süre sonra, elde ettiğimize alışmaya başlıyoruz.
Önceden "talih" olarak gördüğümüz şimdiki seviyemiz yeniden "yetersiz" gelmeye başlıyor. Ve, tattığımız mutluluk hissini sürdürebilmek veya yeniden kazanabilmek için yeniden bu kez daha fazlasının peşine düşüyoruz. Alıştığımız için, artık mutluluk için çok daha fazla şeye ihtiyaç duyar hale geliyoruz.” (*)
"Ben"i büyüten ve hazzı önceleyen her ne ise onu gönülden kovabilen, bunları amaç halinden çıkararak insana hizmet eden araç haline getiren, en güzel surette yaratılan insanı insanlık tahtına oturtabilenlere, hazlarını kurban edebilenlere ne mutlu...
______
(*)http://tragedya.tumblr.com/post/148240944518/psikologlar-buna-hedonik-adaptasyon-diyor